Sevilla Havaalanı’na bir ikindi vakti indik. Aralık başındayız ama, iklimi gereği Endülüs’te sonbahar daha uzun sürüyor olmalı. Daha uçaktayken kızıl-sarı yapraklarıyla bir sonbahar neşesini yaşatan ağaç kümelerinden anlıyoruz bunu. Havaalanından dışarı çıktığımızda yüzümüze vuran ılıman hava yanılmadığımızı belli ediyor.

Sevilla, ah Sevilla… Endülüs Emevilerinin güzel başkenti. Guadalguivir (Kuade kebir) nehrinin kıyısında, bütün dinginliğiyle bizi bekliyor. Şehir hakkındaki ilk algımız portakal kokulu bir sükûnet. Simetrik ve görkemli bir yapının önünde aracımızdan iniyoruz. Kapıdan arka cepheye geçtiğimizde devasa binanın yay şeklinde sarmaladığı bir meydana çıkıyoruz. Ünlü İspanyol meydanı burası. Bir prestij yapısı olarak inşa edilmiş. Meydanın ortasında fıskiyeli havuzun sularında akşam güneşinin son ışıkları renk cümbüşü oluşturuyor. Meydanı kısmen kuşatan kanal üzerinde yine simetrik olarak yerleştirilmiş iki güzel köprü var. Bilhassa korkuluklarındaki çini sanatı göz kamaştırıyor. Meydanın sonunda uzayıp giden ünlü Maria Luise bahçeleri yer alıyor. Biraz geziniyoruz ama zamanımız kısıtlı. Tekrar otobüse binerek Altın Kule’nin önüne kadar gidiyoruz.

Altın Kule Muvahhitler döneminden kalma, savunma amacıyla yapılmış bir eser. Daha sonra sömürge seferlerinden elde edilen ganimetler nehir yoluyla şehre getirilip bu kulede muhafaza edildiğinden dolayı Altın Kule adıyla anılmaktaymış. Buradan sokak aralarına dalarak şehri keşfetmeye başlıyoruz. Portakal kokuları yoğunlaşıyor. Top top meyveleriyle narenciye ağaçları şehri süslüyor. Gruptan cesur biri görünüşe göre mandalinaya benzeyen meyvelerden birinin tadına bakıyor ve çok acı olduğunu söylüyor. Demek ki süs bitkisi olarak dikilen, yenmeyen bir tür bu.

Dost selamını ilettim Endülüs’ün mahzun yetimi Giralda’ya

Tramvay yolunu geçerek ünlü katedral meydanına ulaşıyoruz. Bir yanda Avrupa’nın en büyük katedrallerinden biri olan Sevilla Katedrali, öbür yanımızda Alkazar Sarayı’nı çevreleyen surlar var. Katedral çok büyük; şatafatlı heykellerle süslü bir cephesi var. Yanında bütün zerafetiyle Giralda gökyüzüne doğru uzanıyor. Endülüs Emevilerinden kalma bir eser bu; tevhit sembolü bir minare olarak inşa edilmişken, reconquista sonrası çan kulesine dönüştürülmüş. Yanındaki cami ise tamamen yıkılarak şimdiki katedral inşa edilmiş. Daha önce Endülüs’e gelmiş bir dostun ricası üzerine, Giralda’yı okşuyor ve alçak sesle dost selamını iletiyorum Endülüs’ün mahzun yetimine. Vakit akşam olduğu için katedral ve Alkazar Sarayı kapalı. İçeri girmemiz mümkün olmuyor ne yazık ki. Bir yandan üzülürken bir yandan da bu durum Sevilla’ya tekrar gelmemiz için bir sebep oluşturuyor diye düşünüyoruz.

Alkazar Sarayı’nın arka tarafında Santa Kruz adı verilen tipik mahallenin sokaklarında bir müddet keyifle dolaşıyoruz. Bembeyaz evlerin çevrelediği daracık sokaklar bunlar. Yer yer küçük meydancıklara açılan labirentler gibi sıralanıyorlar. Duvarlar, pencere önleri, bazen açık bir kapıdan görünen iç avlular hep çiçeklerle dolu. Kimi evler küçük kafe veya restoranlara dönüştürülmüş. Renkli saksılar, ahşap sandalyeler, pötükareli masa örtüleri ile tipik Akdeniz mekânları insanın içini açıyor. Bir müddet gezindikten sonra nehir kıyısına dönerek bir tekne turu yapmaya karar veriyoruz.

Müzik ayrı, dans ayrı etkileyici

Artık hava iyice karardı, Sevilla gecenin koynunda daha bir sessiz ve sakin oldu ve hava da biraz serinledi. Teknenin güvertesinde Sevilla’yı nehirden izlerken şallarımıza sarılmak ihtiyacı duyuyor, yine de üşüyoruz. Köprülerinin altından geçerek doya doya izliyoruz Sevilla’yı. Bilhassa ünlü mimar Calatrava’nın eseri olan köprü, güzelliği ile dikkat çekiyor. Uzaklardan, karşı yakadan gelen hafif bir müzik sesi dışında şehrin sessizliği bizi şaşırtıyor.

Nehir gezisinden sonra grup ikiye ayrılıyor. Büyük çoğunluk otele gitmeyi tercih ederken rehberimiz küçük bir grupla bizi Flamenko izlemeye götürüyor. Sahnenin karşısında masa ve sandalyelerin dizildiği bir mekâna gidiyoruz. Flamenko dansına ait giysi ve objelerin sergilendiği vitrinler mekânı çepeçevre kuşatıyor. Gösteri başlayana kadar bunları geziyoruz. Ve vakit geldiğinde bu müthiş dans başlıyor. Müzik ayrı, dans ayrı etkileyici; 7-8 kişiden oluşan ekip 1.5 saat boyunca sergiledikleri performansla bizi gerçekten büyülüyor. Sözlerini anlayamasak da, bu coşkun müzik ve dans belli ki insana dair, acı sosu yüksek bir şeyler barındırıyor ve aşkla icra ediliyor. Gecenin sonunda yorgun ama mutluyuz.

Kurtuba Camii bir sonsuzluk ormanı gibi uzanıyor

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Sevilla’ya veda ederek ayrılıyoruz. İki saatlik bir yolculuğun ardından Kurtuba’ya ulaşıyoruz. Zeytin yeşili Guadaguivir nehri derin bir yatağın içinde bütün coşkusuyla akıyor. Nehir kenarında bırakıyor bizi otobüsümüz. Mağrib Müslümanlarının ortaçağdaki muhteşem başkenti bir masal şehri gibi duruyor karşı yakada. Manzaranın tadını çıkararak Roma döneminden kalan uzun köprüyü boydan boya geçip Mezguita denen Kurtuba Camii’ne varıyoruz. Devasa kızılımsı duvarlar önündeyiz. Daha dışarıdan, kapı ve pencerelerindeki detaylar bize bir sanat şaheserinin önünde olduğumuzu ifşa ediyor. Güvercinler, atalarından binlerce yıldır tevarüs ettikleri bir aşinalıkla pencere pervazlarına konup kalkıyorlar. Avluya giriyoruz. Her taraf yine üzerinde turuncu meyveleriyle narenciye ağaçlarıyla dolu. Karşıda bir zamanlar minare olan çan kulesi avluya hâkim bir muhafız gibi bekliyor.

Biletlerimizi alarak içeri girmek üzere kuyruğa giriyoruz. Dünyanın her yerinden gelmiş bir turist kalabalığının ortasında ilerlerken, kapının önünde bir görevli Müslüman olduğumuzu fark ederek bizi uyarıyor: “Don’t Pray!” İliklerimize kadar sarsan bir uyarı bu! İslam’ın bu uzak, muazzez mabedinde yazık ki namaz kılmak yasak! Gark olduğumuz hüzünle kapıdan içeri besmeleyle adım atıyoruz. İşte fotoğraflardan aşina olduğumuz o kolon denizinin ortasındayız. İki katlı enfes kızıl kemerleriyle Kurtuba Camii bir sonsuzluk ormanı gibi uzanıyor. Her kolon altının bir mektep olduğu o ilim, sanat ve aşk asırlarını özlemle yâd ediyorum. İbn-i Rüşd’den İbn-i Arabi’ye İslam düşünce tarihinin büyük ilim ve aşk adamlarını beslemiş bir kaynak burası. Adeta Endülüs’ün kalbi burada atıyor.

Bir taraf şatafat diğer taraf tevazu

Mihrap nerede acaba diye arkadaşlarla fısıldaşıyoruz. “Sağdan devam edelim, nasıl olsa karşımıza çıkar” diye düşünüyoruz. Pencerelere, tavanlara, kolon ve kemerlere hayranlıkla baka baka bir müddet ilerliyoruz. Muhteşem mihrap biraz sonra karşımıza çıkıyor. Hayranlıktan küçük dilimi yutmak diye özetleyebilirim içinde olduğum hali. Bir bariyer konmuş mihrabın önüne. Ancak 3-4 metre geriden görebiliyorsunuz. İnanılmaz, muhteşem bir sanat şaheserinin önündeyiz, gözlerimizi ayıramadan dakikalarca bakıyoruz, bakıyoruz… Daha evvel pek çok fotoğrafını görmüş olmama rağmen canlı görmek bambaşka bir şeymiş gerçekten.  O doğal renklerin güzelliği, o altın yaldızların ışıltısı ve aralarındaki muhteşem uyum. Bu mihrabın önünde,  Rabbül alemin’e secde etmek iştiyakının yanı sıra, bu güzeller güzeli eseri yapan büyük medeniyetin ve sanatkârların ruhaniyeti önünde de saygıyla eğilme arzusunu yürekten hissediyorum.

Başımı kaldırdığımda mihrabın olağanüstü güzellikteki kubbesi bu hayranlık duygularımı zirveye çıkarıyor. Gözyaşları içinde bir müddet izliyorum, doyamıyorum. Akşama kadar orada kalsam doyamam, ama heyhat yalnızca iki saatimiz var.

Caminin orta kısmının yarılarak Hristiyanlık döneminde inşa edilmiş kilise, şatafatlı hali ile derin bir tecrübe yaşatıyor bizlere. Zannederim yeryüzünde Batı ve İslam sanatlarını hem böyle iç içe, hem de aralarındaki yaman farkı böyle yoğun bir şekilde hissettiren başkaca bir mekân yoktur. Bir yanda zahir öte yanda batın, bir taraf şatafat diğer taraf tevazu, birinde bangır bangır bir gösteriş diğerinde içli bir zerafet, birinde mücessem şekiller diğerinde tekrar eden geometrinin sonsuzluğu… Velhasıl, bu iki ayrı medeniyetin sanatları arasındaki fark, Kurtuba Camii’nin sütunları arasında uzayıp gidiyor.

Namaz kılacak ne birazcık temiz alan ne de buna izin verecek bir hoşgörü ortamı bulamadığımızdan bir banka oturarak başımız önümüzde mahcup ve büyüyen bir hüzünle iki rekât mescid namazını eda edebiliyoruz ancak. Uzun uzun dua ediyoruz, kaybettiğimiz bu cennet için. Bu ilim, irfan, aşk medeniyetine tekrar kavuşmaklığımız için… Bir adım ileri iki adım geri gönlümüzü Kurtuba Camii’nde bırakarak çıkıyoruz dışarıya. Çevredeki tipik dar sokaklarda biraz dolaştıktan sonra zamanımız doluyor ve Gırnata’ya doğru yolumuza devam ediyoruz.

Duygudan duyguya sürükleyen bir tecrübeydi El Hamra’yı ziyaret etmek

Gırnata (Granada), İslam’ın Endülüs’teki son kalesi. Her daim başı karlı Sierra Nevada dağına sırtını yaslamış bir şehir. Tertemiz ve sağlam bir havası var. Sierra Nevada’nın ismi ne idi acaba o devirlerde? Başı duvaklı bir gelin gibi duran güzel dağ, kimler sevdi seni kimbilir, Resul-ü ekrem’in Uhud’u sevdiği gibi… Kimleri dinlendirdin koynunda? Hangi yiğitler çekti hasretini?

Sembolü nar olan, cennet meyvesi nar kadar güzel, narlı şehir Granada; seni çok, hem pek çok sevdim bilesin. Önce merkezi kesimlerinde, caddelerinde, meydanlarında dolaştık bir öğleden sonra boyunca. Kristof Kolomb’a sefer izni veren Kraliçe İsabella heykelini gördük, çarşılarında gezindik. Katedral civarında hayli vakit geçirdik. İspanyolların çok sevdiği, çikolataya banarak yenen Churros tatlılarını denedik. Sonra şehrin biraz dışında, bir kaplıca beldesindeki otelimizde dinlenerek ertesi gün için enerji biriktirdik. Ertesi sabah günlerden El Hamra. İşte, bütün İspanya gezimiz boyunca karşılaştığımız en nadide mücevher, kızıl surları ile önümüzde ışıldıyor!

El Hamra’yı nasıl anlatmalı bilmem. Hayret, hayranlık, hürmet, muhabbet, aşk… Duygudan duyguya sürükleyen bir tecrübeydi burayı ziyaret etmek… Derin vadilerin çevrelediği, bir tepe üzerinde, sırtını Sierre Nevada’ya dayayarak inşa edilmiş bir yapılar topluluğu, bir kent-saray El Hamra. Etrafını çepeçevre surlar kuşatıyor. İslam’ın 5 şartını simgeleyen Fatıma’nın eli figürünün süslediği kapılardan geçerek giriliyor içeriye. Nasiri hanedanının sarayı, İslam’ın Endülüs’teki son kalesi. Burayı gördükten sonra, İslam dünyasında Kerbela vakasından sonra en çok gözyaşı dökmeye neden olan olayın bu kalenin düşüşü olmasına hiç şaşırmadım. Gerçekten, bugüne dek gördüğüm en güzel yapılar topluluğu. Adeta bir yeryüzü cenneti burası. Bir yapı ancak bu kadar doğayla uyumlu olabilir. Dışardan bu kadar mütevazı hatta sıradan görünürken, içerden ancak bu kadar can evinden vurabilir insanı.

Aman Allahım, o dantel gibi işlenmiş taşlardaki güzellik, o renklerdeki letafet, o sütunlardaki zerafet… Yapıların bağrına sokuluveren cennet misali iç bahçeler, güzelliği aksettirerek ikiye katlayan havuzlar, dağlardan çağıldayarak gelen su sesleri. Gümüş kanatlı kuşlar. Tavanlarda sedef ve ahşabın birbirini aşkla sarıp sarmalaması. İnsanı alıp yedi kat gökyüzüne uçuruverecek gibi çeken kubbeler… Karşıda ak pak yapılarla dolu Ellbayzin tepesinin doyulmaz manzarası. Cennetten bir parça olan Generelife bahçeleri ve yazlık sarayın dingin letafeti.

El Hamra sarayını anlatmakta ne söylense yetersiz kalır; gidip görmek lazım vesselam. Ve uzun uzun tefekkür etmek lazım. Acı bir tevafukla, bu sanatın zirvesindeki şaheserin dört bir yanını “La galibe illallah” lafzıyla donatmış bu medeniyeti, Endülüs’te 700 küsur yıl yaşadıktan sonra, sanki hiç yaşanmamış bir uzak hayal haline getiren şey ne idi?

Yasemin Dutoğlu