Nusret Özcan’ı kaybedeli 8 yıl oldu. (22 Haziran 2007) Onun vefat yıldönümünde –bir de eski bir dergide Beşir Ayvazoğlu’nun “Yok Olan Sokak Sesleri” yazısına tesadüf edince- 2003’te yayımladığı “Sokak Sesleri” kitabını yeniden okumak istedim. “Sokak Sesleri”, 1958’de Eyüp’te doğmuş Nusret Özcan’ın kendi kuşağında örneğine pek rastlanmayacak biçimde yazdığı “Gündelik Hayatımızın Tarihi”dir. Ona akraba bir çalışma olarak Ayfer Tunç’un “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabını sayabiliriz.
“Önce sokaklar kayboldu”
Nusret Özcan’ın anlattığı sokaklarda Adapazarı, Sivas veya Eyüp fark etmez, birkaç neslin ortak duygusunu buluruz: “Önce sokaklar kayboldu. O çığlık çığlığa, kızlı erkekli bir yığın çocuğun gün boyu doldurduğu toprak sokaklar. Oyun esnasında koşarken düşüp dizlerimizi, dirseklerimizi yaraladığımız, yırtılan gömlek ve pantolonumuz yüzünden annemizden bir sürü azar işittiğimiz toprak sokaklar. Oyunu ve hayatı birlikte öğrendiğimiz, bir türlü sığamadığımız o canım sokaklar…” (Nusret Özcan, Sokak Sesleri, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003, s.302)
Ev, bahçe, sokak ve mahallelerde yaşananlar, bugün birçoğu kaybolmuş mesleklerin İstanbul sokaklarında bıraktığı izler, gündelik hayatın dönüm noktaları olan mevsimlerin, Ramazan ayının, kandillerin, bayramların, pikniklerin, düğünlerin kendine mahsus özellikleri ve ritüelleri… Önce radyonun sonra televizyonun hayatımıza girişi ve zaman/mekân anlayışımızdaki değişimler… Ve bütün bunlar kadar önemli bir şey daha var: Nusret Özcan’ın, kişisel hayat tecrübesiyle şekillenen böylesine bir metni hayran olduğumuz o sadelik ve olgunluğunun süzgeciyle inşa edişi. Malumdur, Türkiye’deki anı kitapları literatürü, belirli bir mesafeyle kendini anlatmayı beceremeyen “yetişkin çocuklar”a ait örneklerle doludur.
Bir “emin insan”, bir “doğal öğretmen” portresi
Nusret Özcan yazının hakkını verdi: “Sokak Sesleri” ile birlikte, “Kar Kelebekleri”, “Leyla ile Mecnun”, “Bizim Mahalle”, “Bir Hüzün Yolcusu” kitaplarına imza attı, “Mustafa Kutlu Kitabı”, “Beşir Ayvazoğlu Kitabı” gibi eserleri hazırladı.
Nusret Özcan sohbetin hakkını verdi: Divanyolu boyunca sıralanan mekânlarda üniversiteye başladığı 1980’lerden vefat ettiği 2007 yılına kadar geçen zamanda sohbetiyle hem kendi kuşağından dostlarına hem de bizim gibi gençlere daima esenlik verdi. Vefatında “İlesam-Erenler dostları” imzasıyla Yenişafak gazetesinde yayınlanan taziye ilanında, yıllarını onun dostluğuyla geçirmiş 200’e yakın isim bulunuyordu. Bu sevgi ve hürmet halesi akla ister istemez “Neden gidenin hemen unutulduğu bu çağda Nusret Özcan unutulmuyor, ona hasret çekiliyor?” sorusunu getiriyor. Unutulmuyor çünkü onu düşününce karşımızda bir “emin insan”, bir “doğal öğretmen” portresi görünüyor.
Nusret Özcan, müdavimi olduğu Erenler’i şu sözlerle anlatır: “Aradan yıllar geçti. Üniversiteli olduk. Beyazıd’da 12 Eylül sonrası netameli günlerde, Erenler’e taşınır olduk. Erenler bir arı kovanı gibi işlerdi. Genç şiir meraklıları, şiirleri dergilerde yayınlanan genç şairler ve daha birçok sanatkâr ve sanatseverin uğrak yeriydi. Bazı günler ipin ucunu kaçırır, gece geç saatlere kadar hararetli tartışmalara girişir, ziyadesiyle çay ve sigara tüketirdik.” (A.g.e., s.173)
Üniversite yıllarında tanımıştı Sahaflar'ı ve kültür çevrelerini
49 yaşında dünyasını değiştirdikten sonra Nusret Özcan deyince akla gelen onun tutarlı hayat üslubudur. Bu üslubu inşa edense onun merakları, arayışları, hassasiyetleri… Önce evde babasının getirdiği kitaplarla tanışan, sonra ablasıyla birlikte Eyüp’teki kütüphaneye devam eden, üniversite yıllarında Sahaflar'ı ve kültür çevrelerini tanıyan Nusret Özcan gazeteciliğine ve yazarlığına bu tecrübeyi yansıttı. Bu basamaklardan ilki olan okuduğu kitapları ve kütüphanede öğrendiklerini şöyle anlatır: “Kitaplar; yok yok o asık yüzlü ders kitapları değil, Kemalettin Tuğcu ile başlayıp bana bambaşka dünyaların kapısını açan kitaplar, bütün çocukluğum boyunca oyunlarla birlikte yoldaşım oldu ve bana birçok şey öğretti. Haydi sözümü esirgemeden söyleyeyim. Bana okuldan daha fazla şeyler öğretti. En azından ilkokul arkadaşımız Halûk’u okuldan kaçtığı için bir suçlu gibi görmemeyi, tersinden onun çalışarak babasının bakmadığı veya bakamadığı annesine yardımcı olduğunu ve bunun da okuldan kaçmayı yerden göğe kadar haklı kılıcı hakiki bir sebep olduğunu, onun okul kaçağı bir tembel değil, annesine yardım eden iyi bir çocuk olduğunu öğretti. Ablam elimden tutup Eyüp’teki kütüphaneye götürdüğünde dünyalar benim olmuştu. Kütüphane adabını da öğrenmiştim, okumaya nasıl kitap alınacağını da, kitaplara nasıl bakılacağını da. Müthişti… 'Hazine Adası', 'Üç Silahşörler', 'Ayâ Seyahat' müthişti ve henüz Ay’a gidilmemişti. Ömer Seyfettin’e ise bayılıyordum. 'İlk Düşen Ak', 'Beyaz Lâle', 'And', 'Mahcupluk İmtihanı' v.s. Kaşağı hikâyesini okuyan herkes gibi, küçük Hasan’ın ve Dadaruh’un hicranı halâ yüreğimdedir. Daha sonra Jules Verne ve kitapçı vitrinlerinde gördüğüm ve üzerinde resimler (fotoğraflar değil) olan 'Arzın Merkezine Seyahat', '15 Yaşında Bir Kaptan', 'Denizler Altında', 'İki Sene Mektep Tatili' ve hatırlayamadığım bir nice roman. Çocuk dünyam içerisinde beni sonu gelmez yolculuklara, netameli serüvenlere götürdü.” (A.g.e., s.183-184)
Ve tanıdığımız Nusret Özcan’ı inşa eden duraklardan biri de Sahaflar ve onların yakınlarında bulunan ikinci el kitap dükkânlarıdır: “…Asıl sahafları keşfetmem herhalde ortaokul sıraları olsa gerek. Beyazıt Meydanı’nın en işlek yerlerinden biri olan bu mekânda şimdi ne yazık ki sahaflık yapılmıyor. Birkaç dükkân bunu iddia etse bile artık eskisine nazaran değişen çok şey var. Çoğu dükkân, turistlere bir şey satmayı daha uygun buluyor. Belki zamanla ismi de değişir diye çok korkuyorum. Bu mekândaki dükkânlarda eskiden aradığınız eski bir kitabı bulmanız çok kolaydı. Hayır, ben öyle el yazmalarını, taş baskıları filân kastetmiyorum. Batı klasiklerinden ya da bizim ediplerimizin piyasada nüshası kalmamış ya da artık basılmayan bir eserini kastediyorum. Zola’nın 'Eser' isimli kitabı mesela veya Cemil Meriç’in tercüme ettiği ve 1943 yılında basılmış Honore De Balzac’ın 'Altın Gözlü Kız' romanı. Necip Fazıl Kısakürek’in 'Kaldırımları’nın ilk nüshası. 80’li yıllarda Oğuz Atay’ın 'Tutunamayanlar’ı ve 'Tehlikeli Oyunlar’ı yer sergilerinde geziyordu da yüzüne bakan olmuyordu. Haftalık harçlıklarımızı tükettiğimiz ne güzel bir mekândı sahaflar…” (A.g.e., s.189-190)
Ne mutlu ki Nusret Özcan’la sevdiği mekânlarda oturup onu dinleme ve birlikte Suriçi’nde birkaç yürüyüş yapma imkânı buldum. O yürüyüşlerde kullandığı bazı kelimeler, o kelimeleri kullanırken yaptığı vurgular, o güzergâhlardan geçtiğimde hâlen aklıma düşüyor. Eyüp’te doğup-büyüyen, çok sevdiği Suriçi’nde yaşayan ve sonra Hilmi Oflaz’ın yanıbaşına defnedilmek için Eyüp’e dönen Nusret Özcan’a hasretle ve Yahya Kemal’le -ama ona yakışan bir vurguyla- selam edelim:
Evvel giden ahbaba selam olsun “Erenler”...
Cem Sökmen yazdı