Asım Öz Tasfiye dergisinde Sivas’tan çıkan Edebi Pankart dergisi üzerine, Süleyman Ceran ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Edebi Pankart bir dönem adından çokça söz ettiren bir dergiydi. Hatta SHP’nin “Laiklik İzleme Masası Başkanı”nın raporlarına bile girmişti…
Edebiyat tarihi, yayınlandığı döneme imzasını atmış, hatta kendi adıyla birlikte anılan yazarlar, şairler yetiştirmiş dergilerle dolu. Günümüzde de dergiler önemini koruyor, belki eskiden olduğu kadar etkin görünmeseler de benzer işlevleri yerine getiriyorlar.
Süleyman Ceran |
Dergilerden bir kısmı gazetelere ya da büyük yayınevlerine bağlı yayınlanıyor. Bazılarıysa, tamamen bireysel çabalarla yayınlandığı halde epey bir yaygınlığa sahip. Diğer taraftan, bir ya da birkaç kişinin ortak çıkardığı, çok fazla yaygınlığı olmasa da, etkinliği olan dergiler var. Kimi uzun ömürlü, kimisi de ancak birkaç sayı yaşayabilen bu dergiler, özellikle genç yazarların heyecanını yansıtıyor, bu anlamda da hareketli, dinamik bir edebiyat ortamı yaratılmasına katkıda bulunuyor, hatta edebiyat ortamının çok sesli, renkli olmasını sağlıyor.
Edebiyat dergileri, edebiyatın nabzını tutan, yayınlandığı dönemin edebiyat ortamını her yönüyle yansıtan, hatta ele veren dinamik yayınlar. Dergilerin işlevi yalnızca ürünlerin okura ulaştırılmasıyla sınırlı değil. Bir yanıyla edebiyatın gündemini belirleyen, tartışmaların, polemiklerin yapıldığı bir zemin, diğer yanıyla yazarları yetiştiren bir çeşit okul olabiliyor dergiler. Başka bir açıdan da ülkenin yazınsal panoramasını gösteren, hatta sosyal ve siyasal durumu hakkında ipuçları veren birer kaynak olarak da değerlendirilebilir. Hatta edebiyat ekollerinin filizlenip geliştiği birer çekirdek olarak da görebiliriz dergileri. Bu çerçevede pek de öyle sessiz sedasız, kendi halinde bir dergi ol(a)mayan Edebî Pankart dergisini Süleyman Ceran’la konuştuk.
Önce derginin adından başlayalım: Edebi Pankart… Neden böyle bir isim seçtiniz dergiye?
Edebiyatla ilgilenen, İslami mücadelenin de içinde yer alan, ıslahatçı, dönüştürme eksenli bir hayat geliştirmeye çalışan bir avuç gencin kendini yazıyla ifade etmek için çıkarmak istediği derginin adı kendilerini de anlatmalıydı. “Edebi Pankart” böyle bir kaygıyla, ortak kararla alınmış bir isimdi. ‘Cuk’ oturdu diyebilirim. Yayın hayatımız boyunca ismimiz hep bir terazi oldu önümüzde, “edebiyat” ile “pankart”ın dengesini sağlamak, yeni bir dil oluşturma gayretimizin de temeli oldu. Bu durumu 2. sayımızın “Sunu” kısmında şu şekilde anlatmıştık: “‘Neden Edebi Pankart?’ Çünkü sokak eylemlerinin en heyecan verici kavramıydı “Pankart”. Edebiyat ise divanların kapalı penceresinden göz kırptı hep halka uzaktan. İşte biz, birbirine yabancı iki kavramı tanıştırdık, dergimizde randevu verdik. Uzlet köşelerinde kalmış salon kültürünün tenha sözlerini pankartın sokağına taşıdık. Kavgacı ve inatçı bir söylemi edebiyatın etkin-oturaklı söz kutusuna sarkıttık. Böylece dengeledik; pankart edebiyatta edep buldu, edebiyat pankartta soluk.” Bu cümleler meramımı anlatıyor sanırım.
İlk dergi girişiminiz mi Edebi Pankart?
Evet. Sinan Ceran, Yasemin Yıldız, Kemal Coşkun, Nurten Şerbetçi ve benim içinde bulunduğum beş kişilik kurucu kadronun böyle bir yayın tecrübesi yoktu.
Dergi çıkarmak bir heves işi mi, önlenemez bir coşku mu, edebiyatı denetlemeye yönelik bir sorumluluk mu?
Ece Ayhan, Emirhan Oğuz (Ateş Hırsızları Söylencesi hani), Sezai Karakoç ve Cafer Turaç gibi onlarca ismi yakın takip eden, aynı zamanda sistematik Kur’an ve tarih okumaları yapan gençlerdik. En büyüğümüz 21-22 yaşlarındaydı. Söyleyecek çok sözümüz, yapılacak çok işimiz vardı. Sivas’taydık. Kıstırılmıştık. Heves mi? Evet, heves. Coşku mu? Hem de nasıl! Sorumluluk mu? Kaldırabildiğimiz kadar. Bunların hepsi vardı dergi çıkarma iştiyakımızın temellerinde.
Derginin yayın hayatına başlaması nasıl oldu? Yardım aldınız mı dergiyi çıkarırken?
Edebi Pankart’ın ilk sayısı, 1997 yılının Ekim ayında fotokopi olarak yayınlandı. Aylar öncesine dayanan istek ve temennilerin sonucu genel karşı çıkışa rağmen dergiyi bastık. İkinci sayı matbaa baskısı idi. 16 sayfadan oluşan, graft kapaklı bir dergiydi. Dergimiz ciddiyetine kavuşmuş ve ilgi odağı olmuştu. Başından itibaren zihni tekâmüliyeti gerçekleşmediğinden dolayı derginin çıkmasına karşı olan Ali Hocamız (Değirmenci) bile fikrini değiştirmiş ve 3. sayımızda arka kapağımızdaki “Hızla Körelen Giyotin” adlı şiiriyle aramıza katılmıştı. Kendisi haksız da sayılmazdı. Ama sonuçta biz de çok toyduk, tarih boyunca yaşanan pek çok olayda olduğu gibi biz de kervanı yolda kurmaya karar verip “vira bismillah” demiştik.
Bir kültür-sanat dergisi neden çıkar? Bir önyazıyla amacını açıklar genelde dergiler. Derginin çıkış yazısı var mıydı? Bu yazıyı kim/ler kaleme aldı?
Bir manifestoyla yola çıkmadık. Kimseye yolun sonunu gösterecek halimiz yoktu. Hem yol yapıyorduk hem de o yolda yol alıyorduk. Açtıkça yazdık. Önümüzde sağlıklı çok fazla örnek yoktu. O nedenle hemen her sayıda, yazdığımız yazılarla açtığımız yolları paylaştık okurlarımızla. İlk sayımızda “Kur’an’ı merkeze oturtma ve vahyin belirleyiciliği” ile “Şair kimliğini, Müslüman kimliği kapsamında işlemek” alt başlıkları olan bir yazı kaleme aldı Nurten Şerbetçi; yazısı “İşte ağır ağır ve iyice görmek mümkün/ Aşk kavgaya inkılâp olmuştur/ Kavga sanata” mısralarıyla bitiyordu. Aynı sayıda A. Said Berşan (Sinan Ceran) “Sanata Dair…” adlı yazısında Müslüman şairin amacını sorguluyordu. Sonraki sayılarımızda Ali Değirmenci’nin katılımının büyük lojistik getirileri ile birlikte pek çok yazıda poetik ve ideolojik birtakım açılımlar yapmak adına yazılar yayınladık; panel düzenledik.
Dilin, içinde bulunduğumuz toplumun, yaşama koşullarının sanatı etkileyen gücünü nasıl saptamak gerekir?
Grafik tasarımıyla, baskı kalitesiyle özenli bir dergi Edebi Pankart. İlk sayıdan sonra dergide biçim açısından değişiklikler de olduğunu görüyoruz kapaklarına baktığımızda. Bunu anlatır mısınız biraz?
Derginin tasarımları, baskısı ile dergi kapanana kadar birinci elden ben ilgilendim. Biçim açısından en büyük kırılma ilk sayımızdan sonra matbaa baskısına geçmemizle ve yedi yıl sonra dönüş sayımızdaki renkli kapağımızla yaşadık. Graft dediğimiz geri dönüşüm kâğıttan imal edilen toprak rengindeki kapak bizim remzimiz oldu. Kapak ve tasarım konusunda elimizden geldiğince istikrarlı olmaya çalıştık. Yalnız Sivas ortamında birlikte çalıştığımız ajanstan ileri bir ufuk beklemiyorduk, öyle de oldu. Redakte ve tashih aşamaları hep sıkı takip gerektiriyordu, mizanpaj başlı başına zahmet. Haftalarca uğraştığımızı bilirim. Gece yarısından sonra dayanamayıp ajansa gelen Ali Hoca ile sabahlara kadar çalıştığımızı unutamam. Pek çok taşra dergisinde olduğu gibi bir iki kişinin ilgilendiği bu sıkıntılı süreç hayatımın en yoğun günleri olarak hâlâ zihin duvarlarımda asılı fotoğraflar olarak yer almaktadır.
Peki dergi nasıl bir gelişme gösterdi? Dergi o yıllarda edebiyat dünyasına nasıl karşılandı? Eleştiriler aldınız mı hiç?
Dergimizin hemen her sayısının ülke çapında tanıtımlarının yapıldığı yazılar sürekli oldu. Yeni Şafak, Beklenen Vakit (o yıllardaki adı buydu) ve bir süre yayın hayatını devam ettiren Sağduyu Gazetelerinde sık sık yer aldık. Yerel radyolarda olduğu gibi ülke çapındaki radyolarda metinlerimiz okundu, tanıtımlarımız yapıldı ve çeşitli söyleşilere katıldık. Kanal 7’de Hasan Tahsin’in sunduğu “Çınaraltı” programında ve STV’deki “Kırkambar” gibi programlarda tanıtıldı, anlatılmaya çalışıldı dergimizin işlevi. Köşe yazıları yazıldı. Bununla beraber elbette pek çok da eleştiri aldık. Dergimizin sahibi olan Burhan Gökçe ağabeyimiz sekizinci sayıda “Hasbihal” başlıklı bir yazıyla tarafımıza yöneltilen eleştirilere cevap verdi. Bu yazıda, “Kimi okuyucularımız hep kandan, karanfillerden söz eden ‘direniş özel sayıları’ gibi görüp eleştirirken, edebî ve estetik ölçütlerin daha fazla öne çıkmasını isterken; kimileri de daha toplumcu, daha ilkeli ve sade olmasını teklif ediyor. Bizim mektuplarımıza el koyan resmi bir görevlinin deyimiyle, kimisi ‘Edebi’ sözcüğünden asılıyor, kimisi de ‘Pankart’ sözcüğünden.” diyerek karşılaştığımız eleştirileri ifade ediyordu.
Bir dergiye el vermek, ona destek olmak anlamına gelir. Dergiye yazanları belli bir denge içinde tutmak, sayfa düzeninden basımına kadar her türlü ayak işiyle uğraşmak, sonra da dağıtımını yapmak… Ne kadar basılıyordu/satıyordu Edebi Pankart?
Edebi Pankart’ın yayınlandığı yılların sonuna doğru ben aynı zaman da “Yazı Fanzin” adında değişik bir dergiyle de pupa yelken yol alıyordum. Bu derginin 2004 yılında yayınlanan 5. sayısında Mücella Sevinç Şerbetçi (Nurten Şerbetçi) adlı -dergideki afili adların buluşu bana aittir- kardeşimizin “Biriniz Çay Demlesin” adlı, üzerinde Edebi Pankart’ın prototip sayılarından birinin görüntüsü olan bir yazı yayınlamıştık. Bu yazıda arkadaşımız: “Bir araya geldiğimizde dünya, yalnız bir çardak yerleşkeliğinden çıkar, birbirimizin gözleriyle topraklarımıza basardık. O çayın tarifini; o masanın, o masanın önünde durduğu pencerede, o masanın çay lekeli dantel örtüsünde, sandalyelerinde, kitap ve muhabbet karışımı kokusunda bulduran bir anı yükü yüreğim…” diyordu. Böylesine sıcak, derinlikli dostlukların harmanlandığı bir yerdi dergi büromuz. Çok sıkı arkadaşlardık. Azimliydik. Okuyorduk. Paylaşıyorduk. Konuşuyorduk. Benim, abimin ve Ali Hocanın çayla birlikte yenen dürümlerin peşi sıra yazdığımız sunuların, şiirlerin haddi hesabı yoktu. Hemen her şeyle yalnızca birkaç kişi uğraşıyordu ama yüksünmeden, bıkmadan, büyük bir şevkle yaptık onca şeyi. Her sayımız bin basıyor, pek çoğu satılıyor ve pek azının ücreti bize dönüyordu. Sonuçta hayat devam ediyordu.
Edebi Pankart’ta sürekli yazan isimler kimlerdi?
Benimle birlikte Sinan Ceran, Ali Değirmenci, Nurten Şerbetçi, Yasemin Yıldız, Kemal Coşkun, Abdurrahman Çeliker, Abdullah Bayındır gibi ona yakın isim sürekli yazı yazan kadroda yer alıyordu.
![]() |
İbrahim Tenekeci |
Ara sıra yazan isimler desek?
Ara sıra yazan, bizi yazılarıyla destekleyen pek çok isim oldu. Bunlardan İbrahim Tenekeci, Hüseyin Akın, Ömer Mahir Alper, Ozan Ozanoğlu, Adem Özbay, İsmet Emre, Orhan Petek, Gökhan Akçiçek, Suavi Kemal Yazgıç, Ahmet Örs, Bülent Ata, Cevat Akkanat, Timur Çayır ve Selim Somuncu gibi isimlerin öne çıktığı yaklaşık yüze yakın ismin ürünleri dergi sayfalarımızda kendine yer buldu.
Beşinci ve yedinci sayıdan itibaren farklı isimler de dergide ürün yayımlamaya başlıyor. Edebiyatta, kendini "öteki" olarak görenlere kapılarını sonuna dek açma düşüncesinden mi kaynaklandı bu durum?
“Öteki” kavramı pek göreceli. İbrahim Tenekeci, Hüseyin Akın ve Suavi Kemal Yazgıç gibi isimlerin mevcudiyeti Edebi Pankart’ın çıkardığı avazın makes bulması kadar; Ali Hoca’nın edebiyat dünyasındaki çekim gücünden de kaynaklanıyordu. Edebi Pankart yayınlandığı yıllarda taşrada bir cazibe merkezi oldu. Kırktan fazla şehirde dergimiz satılırken her sayı öncesi onlarca insan bize ulaşıyordu. Elbette bu durumun paralelinde yazar kadrosunda da ciddi genişlemeler ve açılımlar yaşandı.
Sivas’ta dergi yayımlamanın süreçlerinden söz edebilir misiniz? Zorlukları nelerdir?
Geçtiğimiz aylarda İstanbul’un varoşlarında eski bir apartmanda yangın çıktı. Bu yangında piyano dersleri veren yaşlı bir İtalyan can verdi. İstanbul’un herhangi bir semtinde, herhangi bir apartman dairesinde bir piyanist öldü. İstanbul’da kime komşu olduğunuz, kiminle karşılaşacağınız sürprizlerle dolu. Müthiş bir şey bu. Ama taşrada, yani dingin su alanlarında ciddi miktarlarda yetişmiş insan sıkıntısı çekilmekte. İnternet sayesinde kitaba ulaşmada yaşanan problemler ortadan kalksa da paylaşma konusu açık bir yara, kapanmıyor. Dergimizi çıkardığımız yıllarda İstanbul’da Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’nda mevkutemizi satan kitapçı neredeyse Sivas’ın tamamında sattığımız dergi kadar satıyordu. Problem yalnız satışta ve kadroda değil; teknik altyapı yetersizliklerinden dağıtımına, tanıtımından iletişimine pek çok alandan ekstra problemler takılıyordu ayaklarımıza.
Yazılara baktığımızda biçem özelliği olan, yeni bir görüş kazandıran, deneme tadındaki yazıların dergiye çekicilik kazandırdığını, edebiyatta işlevi olan bir dergi haline getirdiğini söyleyebilir miyiz Edebi Pankart’ın?
Şiir kadar deneme yazısı yayınlayan nadir dergilerden olduğumuzu söyleyebilirim. Seksenden fazla deneme yayınladık. Fotoğraflarla ve farklı mizanpajlarla sunmaya çalıştığımız bu metinler dergimizin en dikkat çekici ve hareketli sayfalarını oluşturdu. Yüzünü hayata dönmeyi bir ideal olarak alan dergimiz için bu metinler saklanması gereken bir arşiv niteliğindedir. Hayatın inceliklerine dokunmaya, yeri gelince avaz avaz bağırmaya, Müslüman bir coğrafyayı adım adım gezmeye çalıştık bu yazılarla. Zaten kimi denemeler yazarları tarafından da kitaplaştırılmaya başlandı. Bu da çalışmaların niteliğini göstermektedir.
Genelde edebiyat dergilerinin yayınevi de olur. Kitap yayını da yapmayı düşündünüz mü?
Ara ara bu tip tekliflerle karşılaştık. Taşrada buna kalkışanlar da oldu. Yediharf ya da Esra Yayınları gibi. Sonu gelmedi ne yazık ki. Türkiye’de hâlâ belirgin bir İstanbul ağırlığı var. Adresini İstanbul gösteren yerel yayınevlerinin de var olduğu düşünülürse yerelde yayıncılık yapmak zor iş. Kaldı ki, finans problemleri yaşayan bir derginin yayıncılığa girişmesi de beklenemezdi. Ama zaman içinde “neden olmasın?” duruşu hep içimizde saklıdır.
Dergide yayınlandığında bir hayli yankı uyandıran ürünler oldu mu?
Pek çok çalışmada bu hissi yaşadık. Bir kere Ali Değirmenci’nin yazıları, Sinan Ceran’ın Aydın Şimşek ve Numan Kolağası mahlaslarıyla yazdığı şiirleri, Nurten Şerbetçi’nin Gonca Özden müstear ismiyle yazdığı denemeleri hep gündem oluşturdu, konuşuldu, yazıldı. Bu isimler dışında örnekler vermek isterim size. Can Korkmaz’ın Sivas olayları ile ilgili olarak daha 2. sayımızda yazdığı “Madalyonun İki Yüzü: Sivas’a İdam, Müslümanlara Gözdağı!” başlıklı yazısı, Atasoy Müftüoğlu’nun “İnsani İklim” adlı denemesi, Erencan Yüksel’in Cevdet Karal’ın “Horozlu Ayna ve Ölüm” adlı şiir kitabı için yazdığı “Aynaya Yansıyan Neyin/Kimin Sureti?” adlı eleştirisi dikkatleri çekmişti. Bununla birlikte 1998 yılında İslami kimliğinden dolayı tutuklanan ve unutulan Gül Şen Aslan’ı “Göğe Yazgı” adlı denemesiyle anlatan Ayşe Sara Yıldırım tarihe not düşmüştü. Hüseyin Akın’ın “Kur’an Okumak, Şiir Yazmak ve Haddini Bilmek” adlı denemesi, Ali Emre’nin Şili’nin devrilen diktatörü Pinochet’yi anlattığı şiiri “Devrik Diktatör” bayağı ilgi uyandırmış, sonradan “Kırık Misketler” adlı öyküsü ile Türkiye birincisi olan Nesibe Şahin’in ilk yayınlanan denemesi olan ve İmam Hatip Lisesi’ni içtenlikle anlattığı “Turuncu Mavi” adlı deneme yazısı ilgi çekmiş ve gündem oluşturmuştu. Necati Koçoğlu’nun o yıllarda ülkemizde yeni yeni tanınmaya başlamış, hakkında pek yazı bulunmayan Halil Cibran hakkında yazdıkları ya da Ahmed Arif çalışmaları merak uyandırmıştı.
Bununla birlikte Türkiye’de Sohrab Sipehri ve Cemal Mir Sadıki’nin öykülerini çeviren İsmail Söylemez ile dergimiz çeviri de de öncü bir rol üstlenmiştir. Bu iki isim henüz Türkçe’de yokken biz öykülerini yayınlıyorduk. Ayrıca Zeynep Ceran’ın çevirdiği Amine Hacı Yasin ve Richard Wright çevirilerimiz de bizim için önemliydi.
Bütün bu anlattıklarımın dışında aslında en özel olanı o yıllarda Sivas davası tutsağı olan Orhan Demir’in bize gönderdiği “Tutsak Dizeler” adli şiirini, eşi Nurgül Demir Hanımefendi’nin yazdığı “Tutsak Satırlar” adlı yazısıyla karşılıklı sayfalara koymamız olmuştu. Bu şekilde birbirinden ayrı olan çifti dergi sayfaları arasında bir araya getirmiştik. Benim için en fazla yankı uyandırması gereken olay bu idi; ama karşılığını ne yazık ki bulamadı.
Edebi Pankart’ı dönemin diğer edebi dergilerinden farklı kılan nedenler hangileri?
Bir kere 2008 yılında SHP’nin ‘Laiklik İzleme Masası Başkanı’ Ayla Cömert’in 22 Nisan 2008 günü açıkladığı “Laiklik Karşıtı Eylemler Kataloğu 2008 1. çeyrek” raporunda yer almamız, insan hakları, özgürlükler ve işgal karşıtı pek çok basın açıklamasına imza atmış olmamız, “F Tipi Edebiyat” fikrini öne sürerek gündemleştirmemiz, Kosova Savaşı’nı, Gül Şen Aslan’ı anlatıp mıymıntı kızlara savaş açmış olmamızı, kalemimize peruk takmadan sözümüzü sakınmadan konuşmamızı söyleyebilirim. Yalnız bunlar değil bir edebiyat dergisi olduğumuz halde değişik şehirlere çeşitli ziyaretler gerçekleştirdiğimizi hatta dergimizi satan kitabevlerinin sahiplerinin evlerinde dahi kaldığımızı söylemeliyim. Kaç dergi böyle bir iletişime girmeyi ihtiyaç hissetmiştir? Erzincan, Elazığ, Tokat gibi şehirlere periyodik olarak ziyaretler gerçekleştirip edebiyatın dışında Kur’an’ı gündemleştirilip gençlerle tanışılması önemle vurgulanması gereken bir noktadır. İçinde benim de ara ara bulunduğum ama öncelikle Yasemin Yıldız kardeşimizle Sinan Ceran’ın başını çektiği arkadaşlarımız yeni tanışıklıkların gerçekleşmesi adına önemli gayretler sarf etmişlerdir. Bu emeklerin semeresini halen görmekteyiz. Edebi Pankart yalnızca bir dergi olmamış aksiyonun içine girmekten çekinmeyen bir hareket olma gayreti içinde olmuştur.
Derginizde önemli konularda dosyalar gerçekleştirmemenizin özel bir nedeni var mı?
Aslında beşinci sayımızda bir dosyamız vardı. Genel ekseni, “Sanatta Estetik kaygı ve Mesaj Dengesi” diyebileceğimiz dosyamıza Ahmet Mayalı, İbrahim Tenekeci, Müştehir Karakaya ve İbrahim Eryiğit katılmıştı. Önemli bir çalışmaydı bizim için. Dosyalarımızın devam etmeme nedeni ise bizden kaynaklanıyordu yine. Göçebeliğimizden. Hepimiz başka başka şehirlerde öğrenciydik. Dergi çıkacağı zaman Sivas’ta toplanıp, yoğunlaşıp dergiyi çıkarıp dönüyorduk. İnternetin yaygın olmadığı o yıllarda yakın takip gerektiren, bol telefonlu, bol fakslı bir uğraşı olan dosyalara uzak durduk. Onun yerine her biri dosya formunda olan “Milli Çizgi Roman, Ahmed Arif, Halil Cibran” gibi konuları görevlendirdiğimiz arkadaşlarımız yazarak açığı kapatmaya çalıştılar.
Sizin yazı/n tarihinizin birebir birinci elden tanığı diyebilir miyiz Edebi Pankart dergisi için?
Evet, elbette. Benim yazı maceram Edebi Pankart’ın ilk sayısında yer alan “ve şiir/ kaçamak bakışlarla/ peçesini sadece/ şair için açıyor” mısralarıyla biten “Yalnızlığın Yalın Hali” adli şiir ile başlar. Benim ve arkadaşlarımın yazı serüveni derginin her sayısında adım adım ilerledi. Edebi Pankart’tan ve bir süre sonra eş zamanlı çıkardığımız “Yazı Fanzin”den sonra sık sık akamete uğrasa da yazılarımızı yayınlamaya devam ettik. Bu yolculuk Haksöz, Tasfiye ve Hece dergilerinde devam etti/ediyor.
Büyük umutlarla çıkan nice dergi ve o umutları gerçekleştiremeden kapanıp gidiyor. Yeni umutlarla başka dergiler alıyor yerini. O gün uzaklarda olsaydı keşke. Ama Edebi Pankart, yazın dünyasında kendince bir iz bırakıp yayın hayatından çekildi. Şunu merak ediyorum bu çerçevede Edebi Pankart neden devam etmedi?
Edebi Pankart’ın son sayısı Haziran 2004’te yayınlandı. Dergimizi çıkardığımız ayın 24. gününde Resmi Gazete’de 5187 sayılı “Basın Yasası” yürürlüğe girmiş. Erkan Mumcu bu dönemde Kültür Bakanı idi. “Basın Yasası” ile basın ve yayın işlerinin takibi emniyet müdürlüklerinden alınıp cumhuriyet savcılıklarına verilmiş. Yasayla beraber yayınların sahipleri ve yazı işleri müdürlerinin mevkutelerinin türünü ve yönetim yerini yasa yürürlüğe girdikten sonra otuz gün içinde başsavcılığa bildirmeleri gerekiyormuş. Bu süre kamu yayınlarına altı aylık süre tanınmış. Bu süre içinde bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyen dergilere 500 milyon lira 20 milyar lira arasında değişen para cezası verilmesi uygun görülmüş. Miş’li geçmiş zaman kullanıyorum; çünkü bu yasadan adresimize gelen para cezası tebligatlarıyla haberimiz oldu. Pek çok yayıncı aynı sıkıntıya düştü. Edebiyat ve Eleştiri, E, Vivo, Ada, Güney, Lika, Viranşehir, Memleket, Kardelen, Aralık gibi dergiler ya kapandı ya da kapanma noktasına geldi. Biz de bu süreç de 5 milyar liralık cezayı ödeyemediğimiz için dergimizi kapatmak zorunda kaldık. Bin bir zorlukla, biçimini de değiştirdiğimiz, yeniden hayata döndürdüğümüz Edebi Pankart’ın yayın hayatı bu şekilde noktalanmış oldu.
Edebiyata anılardan bakanlar nice gerçekleri yaşanmış duyarlığın üzgünlüğüyle anımsar. Aradan epey zaman geçti. Bu günden baktığınızda nasıl görüyorsunuz Edebi Pankart’ı? Yanlış/doğru kefelerinizi şimdi nasıl ayırıyorsunuz?
Genel olarak eksiklerimizi “tekâmül” kelimesiyle, yani olgunlaşmayla ifade etsek de elbette yanlışlarımız oldu. Yer yer hamasi kaçan, ergenlik izleri taşıyan yazılarımız, şiirlerimiz oldu. Keşke yayınlamasaydık dediğimiz yazılar da oldu. Mehmet Aycı’nın “Erikçinin Gülüşü” gibi içinde uygunsuz örneklerin olduğu bir yazıyı nasıl yayınladığımızı hâlâ tartışırız. Bunun gibi birkaç yazıda benzer hataları yaptık maalesef.
Yedinci yılda yeniden çıkarma düşüncesi nasıl oluştu Edebi Pankart’ı?
Aslında ara verdiğimiz süre boyunca yeniden yayınlama düşüncemiz hep oldu. Ne zaman ki abim ve ben üniversitelerimizi bitirip öğretmen olup elimiz para tutar oldu, sonra tekrar yayın hayatına dönmemiz için cesaretimiz arttı. Ara vermemizin ve yeniden yayın hayatına başlamamızın tek nedeni ekonomik imkânlardı.
![]() |
Ali Değirmenci |
Bugünkü edebiyat dergilerini nasıl buluyorsunuz?
Edebi niteliği yüksek ürünlerin yayınlandığı çok sayıda dergi var. Ancak sağcı, Anadolucu, bohem reflekslerden kendilerini sıyıramadıkları de bir gerçek. Ak Parti süreciyle birlikte var olan edebiyat ve sanat dünyasının içinde bu nitelikleriyle sokulabildiklerini de görebiliyoruz. Tasfiye Dergisi’nin belirginleştirmeye çalıştığı ve öncesine göre daha çok genç ve yetenekli bir yazar-çizer kadrosunun oluştuğunu da müşahede ediyoruz. Ancak hâlâ bu yeteneklerin pankart yanları ve Kur’an endeksli sanat anlayışlarındaki eksiklikler devam ediyor. Müslümanların sanat anlayışındaki “tekâmüliyet” devam ediyor. Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Vahiy ve Sanat”, Ali Değirmenci’nin “Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat” adlı eserleri gibi pek çok çalışmaya ve tecrübeye ihtiyacımız var. Bir de dağınık güçleri bir araya toplayacak güçlü bir irade mekanizmasına. Böylece yekvücut çok daha sağlıklı çalışmalar yapılabilir diye düşünüyoruz.
Edebi Pankart’tan birbirini bütünleyeceğini düşündüğünüz bir seçki hazırlayarak kitaplaştırmayı düşündünüz mü?
Sonradan evet. Aslında Edebi Pankart’ın tüm sayılarından çok şık şiir ve deneme seçkisi oluşturulabilir, buna müsait pek çok çalışmamız mevcut. Daha önce izah etmeye çalıştığım nedenlerden ötürü biz yapamadık ama böyle bir çalışmaya yeşil ışık yakacak yayıncılara da hayır dualarımızı eksik etmeyiz hani.
Söyleşimize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim.
Tasfiye dergisinden ç-alınmıştır.