Benim görüşüme göre bazı mesleklerin emeklisi yoktur. Aktif olarak resmi hizmetten çekilseniz bile, mesleğin ruhunuzdaki yankısı, halk arasındaki imgeniz sizi rahat bırakmaz. Öğretmenlik (hocalık) bu mesleklerin başında gelir. Emekli de olsa bir öğretmen; kitap, bilgi, okutmak, öğretmek, öğrenmek, talebe gibi kavramların geçtiği yerde hemen kulak kabartır. Bir talebe görse hemen onunla ilgilenir. Kaçıncı sınıfa gittiğini, hangi dersleri sevdiğini, okulunun adını, ileride ne olmak istediğini sorar öğrenir. Ama hiçbir tapu kadastro memurunun, elinde bir tapu ile yanında oturan yolcuya, “ooooo, bir tapu, ben de zamanında tapu memurluğunda uzmandım” diyerek lafa girişeceğini ve tapu hakkında diskur çekeceğini düşünemem.
Öğretmenin emeklisi olmaz dedim ya, bana göre öğretmenin bürokratı da olmaz. İster bir ilkokulda ister bir büyükşehir lisesinde; idareci de olsa; o kişi öncelikle öğretmendir. Mesleğe girerken, yani üniversite tercihinde öğretmen yetiştiren branşı tercih eden kişinin, ileride bir ilkokul, lise, öğretmenevi, ilçe veya il milli eğitim müdürlüğünde yönetici olacağım diyerek o bölümü seçtiği kanaatinde değilim. Bunun karşıtı olarak, ilkokul öğretmeni başta olmak üzere, branş öğretmenlerini çok sevdiği, bir öğretmeninin öğretmenliğine hayran olduğu veya öğretmenin yönlendirmesi ile idealizm uğruna bu mesleği tercih edenler çoktur.
Bir ayrıntı daha. Bugün milli eğitim sistemi içinde öğretmen olarak görev yapan kişiler Anadolu kökenli, küçük memur, esnaf ve çiftçi çocuklarıdır. (Gerçeği olmasa da kavram olarak var) burjuva sınıfının, elitist grubun, devletin yüksek kademesinde yer alan kişilerin çocukları arasında öğretmen olan yoktur.
Anadolu çocuğu akademiye Özal’dan sonra girebildi
Öğretmen demişken, branşı ne olursa olsun, üniversitede ders veren akademisyenleri “öğretmen” sınıfından saymıyoruz. Formel olarak evet onlar öğretmendir ama ötesi yoktur. Bana göre bazı bölümlerde ders verenler daha çok öğretmendir, daha çok hocadır. Mesela edebiyat, ilahiyat gibi. Bu branşlarda ders verenler daha çok Anadolu kökenli insanlardır, aralarında burjuva, kendini yüksek sınıftan gören kimse yoktur. Seçkin(ci)lerin çocukları doktordur, mühendistir, sanatçıdır ve dahi akademisyendir. Özal’dan sonra yaygınlaşan Anadolu üniversiteleri sayesindedir ki, Anadolu çocuğu akademyaya girebildi. Bu kadrolar daha önce seçkin, elitist kişilerin çocukları, damatları, yakınları ile dolduruluyordu.
Neden bahsedecektim ben?
Ömer Dinçer’in son kitabı Bilirken Susmak’tan. Kitabın adı açılımla devam ediyor: Bilirken Susmak Bilmezken Konuşmaktan Daha Kötüdür.
Ne var bu kitapta?
Kitabın adını duyunca; Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor adlı hatıra ağırlıklı kitabın yazarı Ömer Dinçer, geri kalan hatıralarını kaleme almış zannettim. Oysa kitapta göndergesi çok ince olan “Üniversite Ruhu” başlıklı yazı dışında kalanlar, hatıra özelliği taşımıyor. Kitap, bir gazetede yayımlanan yazıların yeniden tasnifinden oluşuyor.
Başbakanlık Müsteşarı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ve Milli Eğitim Bakanı olarak görev yapmış bir akademisyen ve politikacının gözlemleri, endişeleri, öngörüleri ve tavsiyeleri yer alıyor kitapta.
Siyasetçinin de emeklisi olmaz
Anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi, Anayasa teklifinde kuvvetler ayırımı, darbe ihaneti ve Fetö bağlamında; demokrasi bilinci, suçluları ararken dikkat edilecek hususlar, KHK'lar siyaset bağlamında değiniler ve tabii ki, bir eğitimci olarak eğitim sorunları ve niteliği.
Aktif siyaseti kendi isteği ile bırakmış olan Dinçer’in bu tavrından hareketle yukarıdaki tespitime şunu da ekledim. Siyasetçinin de emeklisi olmaz. Olmuyor. Hele öğretmenlikle ilişik bir geçmişi ve uğraşısı var ise...
Şimdi anlaşılmıştır sanırım bu yazının girişindeki öğretmenlikle ilgili değinilerimin sebebi.
Bir türlü kendini ülke gündeminden alamayan Ömer Dinçer, siyaset dışında kalsa da ülkenin gidişatına müspet katkıda bulunmak ve kendince menfi sonuçları olabilecek hususlarda uyarılarda bulunmak üzere gazete yazılarına başlıyor.
Doğrusu bu yazıları gazetede yayımlandığında düzenli olarak okumuştum. Kitap olarak yayımlanınca tekrar okudum.
İçimizden biri konuşuyor
Şu kadarını söyleyeyim. Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor kitabındaki rahatlığı bırakın; daha çok tedirgin, endişeli, acaba yanlış anlaşılır mıyım, özellikle siyaset çevresinin beni yanlış anlamamaları için ne yapmalıyım soruları ile kafası meşgul bir yazar ile karşılaştım. Acaba dedim bu kadar açıklama gerektirecek bir ortam mı var ülkede? Bir akademisyen, devletin en üst kademesinde görev yapmış bir bürokrat, bir bakan, gazetede yazmak ve bu yazıları kitap bütünlüğünde bir araya getirmek gerekçelerini niçin tadat etme ihtiyacı duyuyor?
Bir akademisyen-yazar; “Haklısın ama yazman doğru değil, yazdıkların doğru ama gidip söylemelisin, haklısın ama sen yazmamalısın, haklısın ama muhalefetin eline koz veriyorsun, her doğru her yerde söylenmez” gibi soruları dikkate almadan yazı yazamaz mı; “Görev verince iyi görevden alınınca kötü” gibi muhtemel itirazları düşünerek mi yazmalı yazılarını? Bir kitap böyle soruları cevaplayarak mı başlamalı? Dinçer’in; benim niyetim eleştiri değil teklif getirmek, nasihat kültürünün izini sürmek, nitekim hadislerde ve kadim medeniyetimizde nasihate bakın ne kadar çok önem veriliyor, demek ihtiyacını duyması doğrusu beni düşündürdüğü kadar üzdü de. Sonuç itibariyle içimizden biri konuşuyor. Bize konuşuyor. Gayet sakin, yumuşak ve iyi niyetle konuşuyor.
Delillerini hem Batı’dan hem Doğu’dan getiriyor ki, haklılığı pekişsin.
Dokunaklı ve derin ifadeler
Yazar, söylemek istediğini yazmaktan geri kalmadan, göndergesi ince, dokunaklı ve derin ifadelere başvurmaktan da çekinmiyor. Bu bağlamda girişteki Lord Altrincham örneği ilginç. “Lord Altrincham, her şeyi en doğru bildiğini zanneden hükümdarın yüzündeki gizli kibri cesaretle çekip alıyor. Ancak iktidarı elinde tutanların anlayış ve hoşgörüsü, doğru olanı yapma niyeti ve ülkenin geleceğinin daha önemli olduğuna dair ahlaki tutumları en az eleştiriler kadar değer taşıyor.”
Ona göre, “II. Dünya Savaşı sonrası modern İngiltere'de, sınıfsız toplum içinde bir üst sınıf, herkesin eşit olduğu vatandaşlık yapısı içinde dokunulmaz bir aile olmamalıdır. Demokratik bir toplumda, hanedanlık yama gibi durmaktadır ve modası geçmiştir.”
Kraliçe Elizabeth bu eleştirileri getiren kişiyi Saray'a davet edecek ve tavsiyelerinin bir kısmını yerine getirerek "Yirminci yüzyılda monarşinin iyiliği için kimse onun yaptığını yapamamıştır." diyecektir. Yazarın beklediği de budur: “Türkiye'de yaşanan olaylar karşısında, siyaset aktörlerinin politika ve eylemleri karşısında, sadece bilginin gücüne güvenerek, doğru olana işaret, kısır delil veya iddialarla eleştirmek yerine demokratik bir yaklaşımla doğru, iyi ve güzel olanı göstermek.”
Gündemdeki Andımız olayı
Ömer Dinçer’in bu tavrının bir göstergesi olarak daha önce yayımladığı Türkiye'de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor? kitabından ve bu kitabın can damarından bahsetmesem olmaz. Çünkü bu can damarı kitap, aktüel olarak tartıştığımız “Andımız” olayı ile yakından ilgili.
Hatırları tazeleyelim. Ömer Dinçer, akademisyen olduğu dönemde yaptığı bir konuşmayı özetleyerek makale haline getirir ve Bilgi ve Hikmet dergisinde yayımlar. O zaman bir sorun teşkil etmez bu yazı. Ne zaman ki Dinçer, Başbakanlık Müsteşarı oldu. O zaman eski defterler karıştırılır ve Dinçer’in bu yazısı “işe yarar”. Yazıdan laik devlet yapısını İslami devlet yapısı ile değiştirme amacı güden bir kişinin devletin en önemli makamında bulunmasının tehlikeleri çıkarılıp sıralanır. Mesele yargıya taşınır. Buna ek olarak YÖK’ten intihal raporu da alınır. Dinçer hem akademik kariyerini kaybeder hem adli olarak ceza alır.
İşte tam bu noktada hakkını aramaya girişen Ömer Dinçer, işaret edilen yazı ile ilgili YÖK'ün verdiği karardan sonra Yargıtay’a başvurur. Yargıtay, linç kampanyası başlatan gazete yazılarını "düşünce özgürlüğü ve eleştiri hakkı" olarak değerlendirirken; verilen cezayı kaldırmaz ve beraat isteğini Anayasa'nın girişine (2. ve 4.madde) atıfta bulunarak reddeder.
Şablonculuk ve jakobenizm
Benim buradan çıkardığım sonuç şu: Anayasa’nın bütün maddeleri değiştirilse bile bu ülkeye özgürlük, bağımsızlık, demokrasi gelmez. Veya bu maddeler gerekçe gösterilerek bu değerlerin hepsi askıya alınabilir ve devletin en üst düzeyindeki kişiler bu maddelere göre yargılanıp mahkûm edilebilir. Nereden biliyoruz? Ömer Dinçer deneyiminden. O zamana kadar kimse bu maddelere böyle bakmamıştı ve böyle yorumlayıp kişiye ceza vermemişti. Bu şu demek: Hâlâ, Giriş kısmı (2. ve 4.maddeler) darbeye, hukuksuzluğa, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına yönelik bütün girişimlere, uygulamalara anayasal bir zemin hazırlıyor. Bundan sonra bir darbe yapacaklara bu maddeler yeterlidir.
“Andımız yönetmeliğini” iptal eden Danıştay da pekâlâ yasal zemin olarak bu maddeleri dayanak gösterse ne lazım gelirdi? Hiç. Çünkü burada söz konusu olan hukuk, demokrasi, özgürlük, bireyin yeni yüzyıla hazırlanması değil; mesele bir zihniyet meselesi, (şablonculuk ve jakobenizm). İkincisi, bu zihniyete sahip kişilerin hukukçu olması ve Danıştay’a üye seçilmesi. Üç, 15 Temmuz darbe girişimine rağmen kâğıt üzerinde milli iradeye darbe vurmak anlamına gelen bir uygulamaya kapı aralanması. Biz buradayız demenin başka biçimidir bu tavır. Ve bu ülkede bir siyasetçi tarafından "Onları iktidardan indirin bakın biz onları nasıl yargılıyoruz göreceksiniz" diyen başsavcıların var olduğu söylendi.
Bu ülkede “Andımız geri geldi, yakında Türkçe ezan ve ibadet de gelecek” diyen hukukçular da var. Başka bürokratlar var. Ve bu kişiler, 15 Temmuz sonrasında “Fetöcü olmasın da gerisi önemli değil” anlayışı ile iş başına getirilmiş kişilerdir. İşte buraya yazıyorum. Ortaöğretim, üniversiteler ve devlet dairelerindeki kılık kıyafet serbestisi de tam böyle bir şey. Herhangi bir yasal zemine dayanmayan bu “fiili durum” rüzgâr tersinden esmeye başladığında yüz seksen derece değişecektir ve bu fiili durumun içinde yer alanlar sadece girişteki maddelerden dolayı bile cezalandırılabilecektir. Halihazırda başını örten, sakal bırakarak, kravat takmayarak işine giden devlet memurlarına, “Ben vali olarak yasaları uygulamakla yükümlüyüm, ya yasaya uyunuz ya da yasaları değiştirtiniz” diyen valilerin var olduğunu basın yazıyor.
Esas sorunu gözden kaçırıyor olabilir miyiz?
Acaba diyorum; güvenlikti, dolardı, kalkınma idi derken esas sorunu görememek gibi bir durumla mı karşı karşıyayız?
Bilirken Susmak durumuna düşmemek için biz de bu sözleri kayda geçirmiş olalım ve devam edelim.
Ömer Dinçer, bugünleri ileride yazacak olanlar için bir kaynak ve aynı zamanda bir iç muhasebe örneği veriyor Bilirken Susmak’ta. Yazıların, akademik üsluptan sıyrılmış, kendini kolay okuttuğunu söylememiz gerek. Gazete yazısı ve dolayısıyla güncel olana eğilmeleri sebebiyle bazı bölümlerin uzun ömürlü olmayacağı açık. Bu bakımdan Bilirken Susmak’taki yazıların içinde yönetime ait kadim örneklerin daha kalıcı olacağı söylenebilir. Yazar, yazmaya devam etseydi, edebilseydi, günümüzün diğer sorunlarıyla ilgili teklif ve eleştirilerini de okuyabilecektik. Ne diyelim. Hayırlısı olsun.
Ömer Dinçer, Bilirken Susmak, Alfa Yayınları.
Kamil Yeşil