Eve gelip, haber verdim: ‘Ben gidiyorum bu gece beklemeyin.’
İşte evden bu ayrılışımda üç yaşındaki Hamdi’m, hiç görmediğim, yürek dağlayıcı şekilde, arkamdan: ‘Gitme! Baba gitme… gitme…’ diye ağlayarak yüreğimi paralıyordu. Zaten Hamdi’nin yüreğimde bir bambaşka yeri vardı. Yarabbi! O gün Hamdi’yi dinlemeli miydim? Bu yaşıma geldim; bu sorunun yanıtını bilmiyorum. Hamdi’ye ne görünmüştü. Tasavvuf yolunda çekeceğim acılarım mı? Yoksa, gidip Tanrısal yolda bir nebze aydınlanmayayım diye cinler-şeytanlar mı çocuğumu bu şekilde ağlatıp konuşturuyorlardı.
Bir-iki saat içinde Adıyaman yolunda otobüsteydim. Yanımdaki gence, bunalımlarımdan bahsedip, eğer şeyhinin bir şifası varsa sadece bu nedenle kendileriyle geldiğimi söyledim. Yol boyu sohbet ettik. Ben O’na tevhidi anlatıyor, şeyhlerine tapan tarikat anlayışlarından koruyordum.
Karanlıktan çıkan adamlar
Adıyaman’a indiğimizde gecenin çok geç bir vaktiydi. Gencin dışındakiler bir otele gitmemizi önerdiler. Çünkü Kâhta/Menzil’e o saatte dolmuş yok. Delikanlı: ‘Hayır Efendi Hazretlerinin müridleri bizi ağırlar.’ diyor.
‘Nerden biliyorsun’
‘…………..’
‘Yav kardeşim. Gecenin bu vakti. Hadi otele gidelim’
‘Abi biraz daha dolaşalım…’
Ben kenardan tartışmalara katılmasam da çocuk sinir bozuyordu. Yarım saattir belki gecenin ikisi-üçü Adıyaman’ın sokaklarında dolaşıyorduk. ‘Seyda Hazretleri’nin ihvanı’ deyip duruyordu. Diyorlar ki bu müridanın yerlerini biliyor musun: Yok. Tanışıyor musun: Yok. Haberleştiniz mi: Yok. Oğlum bırak! Yanımızda bayan var! Genç, aptal aptal bakıyor. Sakallı olan tam bir otelin kapısına yönelmişti ki ayrı ayrı sokaklardan, gecenin o saatinde telaşla bir takım insanlar çıktı (aslında ürkütücüydü). Biri: Karı-koca’yı tutarak: ‘Bunlar benim’ dedi ve götürdü. Öbürleri, biz üçümüzü dergâhlarına getirip çay hazırladı, kahvaltı hazırladı, daha sonra yataklarımızı yapıp bizleri yatırdılar. Zaten sabaha bir şey kalmamıştı.
Ertesi gün Menzil’e geldik
Şeyh hastaydı ve o gün dışarı çıkamayaktı. İkindiye kadar ezeli arkadaşım inkıbazlarımla sabrettim. Aş yok ekmek yok. Bir ara çorba diye bir bulgurlu suyu dağıttılar ihvana. Ölsem aralarına girip o şeyi kaşıklayamazdım. Eskiden tahtalarla çevrili bahçe helaları olurdu. Bu köyde de sadece o hacimde bir büfe ve o büfede sadece bisküvi var. Aslında Seyda’nın taş yapı büyük evinden başka pek ev de yok. Ama o sarıklı, entarili insan kalabalığı beni etkilemişti. Tarihin derinliklerinden, asr-ı saadetten çıkıp gelmiş gibiydiler. Köy de öyleydi: tarihten kalma.
Andığım kulübede nazar boncukları da satılıyordu. Genç’e: ‘Bu zat hayırlı bir zat olsa köyünde bunları sattırmaz; çünkü bunları takınmak şirk’ diyorum hâlâ.
Bir dua ve yolculuk
İkindiyi biraz geçince ona: ‘Beni gönder, çorum çocuğum var’ diyorum. ‘Tamam abi’ diyor ‘ama Efendi Hazretleri’nin kardeşi aha şurda ondan izin alalım’ (Şimdiki Şeyh, adı aklımda yanlış kalmadıysa Abdulbaki Efendi). Ben yaşta bir babayiğit. Genç, O’na gidip (ben de yanındayım): ‘Efendim! Ağabeyimiz evinden izinsiz geldi dönmesi gerekiyor, kendisi hasta onun için gelmişti’ diyor. Benim psikolojim komedi; bir yandan bütün bu hareketi yadsıyor, bir yandan şifa varsa verin demiş oluyorum: yan cep.
Çelebice: ‘Geçmiş olsun. Biz de dua edelim; yolu açık olsun.’ diyor.
Beni asfalta çıkarıp geçen ilk otobüse bindiriyor, sonraki yol parasını da cebime koyuyorlar. Dönüyorum.
Huzur... Huzur... Huzur...
İşte o dönüşten hemen sonraki günler... O yaşıma değin hiç bilmediğim bir huzur kıvılcımı, doğrudan yüreğime gelen, gövdemi ona geçirilmiş bir çangalda taşıdığım o yüreğime gelen, bir küçük esinti var. Kokluyor, yönünü bulmaya çalışıyorum. Bu esinti Adıyaman tarafından geliyor, kesin.
Gene Tevrat’ta geçen bir Beni İsrail Peygamberi’nin testini uyguluyorum:
Anılan peygambere bir vahiy olarak bir muştu gelince bunu Rahmanî olup olmadığını anlamak için çevresine bir daire çizip: ‘Rabbi! Eğer bu sendense salt bu dairenin içine yağmur yağsın’ diye dua etmiş. Gerçekleşince: ‘Bu kez de sadece dışına yağsın’ demiş.
Ben de benzer bir şekilde: ‘Ya Rabbi! Bu Zat hayırlı bir zat ise bana bir yerlerden para gelsin, onu tekrar ziyaret edip, görebileyim’ diye dua ettim. Çünkü beş kuruşum yoktu.
Bir-iki gün içinde hiç umulmadık bir yerden bana postayla bir beşyüz lira geldi. Annah! İyi para.
Yeğenimi çağırıp, abimin arabasını almasını, benzin paramızın olduğunu, beni Adıyaman’a götürmesini söyledim.
Bizim sülale (genetik olarak deli olduklarından) ulusalcıdır, kemalisttir, komünisttir, (sanırım ergenekoncumuz da var), koyu laikçidir (üstelik bu eğilimlerin en radikalleridirler), hatta yaşam biçimleri b.k üstü b.ktur ama tuhaf: hepsi mümindir. Bu yeğenim de onlardan biri ve beni Menzil’e getirdi:
‘Amca’ diyor bana, ziyaretimizden dönerken ‘Ayakta işiyordum. Biri beni bi kötü azarladı ki ölene dek unutmam.’
İç o çorbadan!
Bu ziyaretimde Mübarek, sağlıklı ve dışardaydı. İki namazın (ikindi ve yatsı. Yatsının sünnetini kılmayışına da üçüncü gidişimde tanık olmuştum) sünnetini kılmadı. Gelip ‘Efendi ezan okundu’ diye uyardılar: ‘Siz kılın ben farza gelirim’ dedi. Tutmuştum. Çok tutmuştum. Cahil Hanefîlerin farz gibi telakki ettikleri bu sünnet namazı kılmamıştı; bizdendi. Aç susuz ortalarda dolaşıyordum. Gene ihvana bir bulgur çorbası dökmüşlerdi ve ihvan bir tepsideki, bu içinde bulgurların yüzdüğü çorba nam şeyi kapışıyor kaşıklıyorlardı. Her bir tepsinin başında onbeş kişi. Dünyada onu yiyemez, dünyada o avam nasın içine girip, onları itekleyerek bu çorbayı kaşıklayamazdım; tahta kaşıkla. İki parmak kalınlığında boyu karış kadar da simsiyah bir ekmek veriyorlardı. Efendi, bahçede kimi düzenlemeler yapıyor, boyacıya: ‘şurayı da...’ diyor, bahçıvana ‘şuraları da...’
Arkasından edeple yaklaşıp: ‘Efendim...’ dedim. Dönüverdi. Çok heybetli bir zat idi. Zaten hastalıklı bir şişmanlığı olup boyu da uzun olunca çok heybetli görünüyordu:
‘Ben hastayım. Bana dua edin’ dedim. Bana şöyle bir baktıktan sonra:
‘Sen çorba içtin?’ dedi. Yani sen çorba içtin mi?
Canım sıkılmıştı. Ben hastayım, dua et diyorum, o bana çorba içip içmediğimi soruyor.
‘Hayır’ dedim.
‘Git çorba iç’ dedi ve işine döndü.
Saçmalık karşısında canım sıkılmıştı ama içimden: ‘Velidir. Bir bildiği vardır. Madem sordun dediğini yapmalısın’ dedim. Benden en zor şeyi istemişti. Açtım. Bunu benden istemeseydi iki gün daha aç kalabilirdim. Yeter ki benden bunu istemesindi. O hor gördüğüm halkı, köylüyü itekleyip kendime yer açarak, ayakta, tahta kaşıkla onlarla birlikte kaşık sallayacaktım. Ben Üstad, Ağabey… Beni bu halde eski tanıdıklardan biri görse…
İş bu dedim ve kalabalığı yararak eğilip o çorbadan bir kaç kaşık aldım.
Murat Kapkıner anlatmaya devam edecek inşallah
MuratKapkıner'in Müstesna güzellerinin
birinci yazısını okumak için buraya,
ikinci yazısını okumak için buraya
altıncı yazısı için buraya tıklayınız.