Kafayı toplama, bir maksada odaklanma, bir işte dirayet gösterebilme, bir hikâyeyi hitama erdirebilme konusunda oldukça zorlanıyoruz. Dünya yarım kalma yurdu elbette kararı yok kabul ancak hiç mi doğru düzgün cümle kuramayacak, özneyi, yüklemi yerli yerine koyamayacağız? Hangi işe başlasak dikkatimizi dağıtacak bir ses yakalıyor kulağımızdan ya da bir görüntü çengelini atıyor gözümüze. Bir tasallut altındayız şüphesiz. Her şeyin üstümüze geldiği değil; üstümüze boca edildiği bir zaman içindeyiz.
Dikiş tutturmak, bir baltaya sap olmak, bir işin hakkından gelmek, bir taşın altına elini koymak, suya sabuna dokunmak mümkünse bir yaralı parmağa… Neyse neyse, bunların hiçbiri kârımız değil bizim. Çünkü katılaşan bir yoğunluk ve açıklaması olmayan bir meşguliyet içindeyiz. Bir şeyleri anlamak, güzel işleri kotarmak için niyetimiz olsa paramız, paramız olsa vaktimiz, vaktimiz olsa gönlümüz olmuyor güya. “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya” diye şiirine başlayan Gülten Akın’ı da hatırlayalım burada.
Ama kabahatin çoğu bizde değil mi diyeceksiniz yoksa? Açılan o kadar çok pencere var ki üst üste, çare yok kapatsak yekten, simge durumuna küçültsek bile arka planda çalışmaya devam ediyor ıvır zıvır işlemler mi diyeceksiniz? Haklısınız. Meşguliyet çağı dense yerindedir bu zamanlara. Geçmişte kalmış bugünleri, hatırlatmasa sosyal medyadaki hesaplarımız, nereden nereye gelmişiz diye dönüp bakmayacağız bile.
Üç sene, beş sene önce bir şeylere kızıp yazdığımız, okurken niye yazmışım ki bunu diye kendimize ufaktan kızdığımız sasuk ve sarkık cümleler; ya aslında şimdi daha güzelim/yakışıklıyım diye avuturken kendimizi içten içe ince bir hüznü getirip kalbimize iliştiren fotoğraflar çıkmasa karşımıza hiç aklımıza gelmeyecek uçup giden günler, haftalar, yıllar. Az mı gitmişiz, uz mu gitmişiz hiç farkında değiliz. Dere tepe düz mü gitmişiz umurumuzda değil. Gide gide gittiğimiz bir arpa boyu yol imiş, hiç önemli değil.
Derenin tepenin, gecenin gündüzün, inişin çıkışın birbirine karıştığı dünyamızda aldığımız mesafeyi fark etmek gerçekten çok zor, varsa bir menzilimiz ona ne kadar yakın, ne kadar uzağız onu anlamak da. Kontrastı düşük, grinin bilmem kaç tonu ile filtrelenmiş bir hayatın içindeyiz. Kendini bu grilikte seçebilene aşk olsun.
Trendlerin belirlediği istikamet, çoğu zaman nereye varacağı kestirilemez yaydan çıkmış ok gibidir. Cinsiyetler, fikirler, her çeşit tercihler açısından gri olana davet ediliyoruz son trendde. Cinsiyet konusunda ileri eşitlikçi- daha iyi tabir bulamadım- fikirler konusunda ultra eklektik- yine bulamadım- bir yaşam alanına çağrılıyoruz. Bu çağrıya uymazsak dahi buna saygıya zorlanıyoruz. Belirgin bir çizgi çekmek istesek araya ayrımcılık ile suçlanıyoruz. Hâlbuki insan zamanı ayırt edici tercihleriyle imleyen bir varlık. Biricikliğimizi, akan zaman içinde attığımız çentiklerle hissedebiliriz. Bu konuda dirayet göstermeyi göze alanlar şahsiyetlerini güçlendirirken trendin esiri olanlar ise kendi renklerini kaybedip grileşiyor son tahlilde.
Kakafoniye dönüşen çoğulculuk, ilkeleri bir kenara koymayı teklif eden riyakâr uzlaşı söylemi, gayretle tıkız kardeşlik şarkıları her dönem kendine çeşitli korolar kuruyor. Koşa koşa bu koroda yerini almak isteyenler sahneye çıktıklarında başlangıçta sevimli görüntü vermelerine rağmen daha ilk şarkıda karar sesini bulamayınca pazar karışıyor. Renkleri veya sesleri birbirine ancak bir usul ile kararsanız bir ahenk doğar.
Seslerin gürültüye, renklerin curcunaya dönüşmemesi her bir insanın sesini ve rengini bulmasına bağlı. Bu gri kirlilikte bunu başarmak ne kadar mümkün bilmiyorum, söz nasıl buralara geldi onu da size açıklayamam. En iyisi ben, Yahya Kemal’in şu mısralarından ilham umarak huzurdan ayrılayım:
“Ya Rab ne müsavatı ne hürriyeti ver
Hatta ne o yoldan gelecek şöhreti ver
Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim
Ya Rab bana bir ses yaratan kudreti ver”
Harika, yüreğinize sağlık.