Türkiye, son on iki yılda hızlı ve karmaşık bir süreç yaşadı. Ülkede seksen küsur yıllık birikimin sonucu olan çeşitli sorunlar, bu on iki yılda görece de olsa, belli bir çözüme kavuşturulmuş oldu.
Öte yandan kültürel alan, söz konusu cari sorunların giderilmesi noktasında, ekonomik ve kalkınma hamlelerine benzer ve istenilen atılımı gerçekleştirmedi.
Şimdi, "Yeni Türkiye" söylemi, arzu edilen fakat çeşitli nedenler gerçekleşemeyen bu sorunların giderilmesi için kendini bir imkan olarak sunuyor.
Biz de bu konu üzerine düşünüp taşınan insanlara "Yeni Türkiye'nin Kültür Politikaları" üzerine ne düşündüklerini, bu süreçle ilgili beklentilerinin neler olduğunu sorduk. Soruşturmamızın bugünkü konuğu Cihan Aktaş.
Türkiye'nin yeni bir dönemecin arefesinde olduğuna dair yaygın bir söylem var. Kültür alanında da hakikaten “Yeni Türkiye” beklentisi içinde olabilecek emareler görebiliyor musunuz?
“Yeni Türkiye” hükümetin önerdiği bir kavram, bir perspektif. Bunun kültürel imkânları “yeni olan aslında ne kadar yeni?” sorusu ile birlikte düşünülmeli. Ayrıca yeni olan eskiyi ne şekilde görüyor, hangi açılardan arkasında bırakmayı istiyor kültür ve sanat alanlarında, henüz belirsiz. Kültür sanat alanları uzun vadeli çalışmalar ve birikimlerle yapılanıyor, oysa kültürün hükümet politikalarında tuttuğu yer tartışmaya açık. Kültür adamlarına verilen destek değil sözünü ettiğim, izlenen politikaların kültürel meselelerin bilincinde olunduğunu ne kadar yansıttığı ve bu alandaki temel meseleleri ne ölçüde hesaba kattığı. Bu açıdan bakılacak olursa kültür her zaman olduğu gibi bir yerlerde başının çaresine bakıyor olmalı.
Eski ve yeni olguları bu açıdan yeterince tanımlanabildi mi, emin değilim. Yeni olarak savunulan eskinin çözüldüğü varsayımına dayanır. Yeni ancak harabeye el konularak gelebilir. (Badiou, Yüzyıl, sf. 53)
Siyasetteki tanımlar kültürel alan için geçerli olmayabilir. Kültürel verimliliğin bir öncesi, hazırlık dönemi oluyor. Sözünü ettiğiniz söylemin sahiciliği kültürel meseleleri tali, kültürel alanda çalışanları ise işsiz romantikler olarak gören bir siyasetin sorgulanması ihtiyacını yansıttığı nispette açıklık kazanabilir. Türkiye toplumu çok hareketli, dinamik, zengin sorulara ve zor tecrübelere sahip. Siyasette somut olarak ağırlığını duyuran toplumsal profilin kültür alanına yansıması kaçınılmaz. Sait Faik’ten bu yana değişen bir şey yok, yazarlık bir meslek, bir uğraşı, kayda değer bir iş olarak görülmüyor. Bu bakış açısına rağmen edebiyat alanında kat ettiğimiz mesafeyi çok önemli buluyorum. Dergiler genellikle süreklilik gösteremiyorsa bile düzenlenmeye başlanan dergi fuarları bu alanda mevcut çalışmaları yabana atamayacağımızı ortaya koydu. Önemli soru elbette içerik. Sahici anlamda yeni, şimdiki zamanın taleplerinin farkında ve sarsıcı sorular ortaya konulabiliyor mu? Yeni olmayı istemek için haklı sebeplerimizi hangi ihtiyaçlarla ilgili görüyoruz? Ve koptuğumuzu düşündüğümüz iflas etmiş laisist ulusçu paradigmanın ne kadar dışındayız?
Teknoloji alanında gelişmelerle bütünleşen bir kültür endüstrisi bizleri kültürlü olmak adına kıskacına alan bir tüketicilik ağına çekiyor. Pérouse, Duvar dergisinin 11. sayısında, AKP iktidarının moderniteyi ele alış biçiminin temeli tüketime dayanan fakat bununla sınırlı olmayan bir anlayışa dayandığına dikkat çekiyordu. Ona göre, tüketim yanında yenilik ve güvenlik günümüzde bize sunulan modernitenin üç ana özelliği. Modernite araç ve ürünlerini hızla değiştiriyor, biz ise aynı hızla yeni duruma uyarlanamıyoruz. Piyasa kapitalizmi (ve seküler Kalvincilik) karşısında nasıl bir üretim ve tüketim bilinci ortaya koyabiliyoruz acaba? Zorunlu eğitime özgü zorunluluk ve ezbercilik gibi kötü alışkanlıkların hangilerini mazide bıraktık?
Sinema alanında bir hareketlilik var, ama belirttiğim gibi bu da daha önce yapılmış çalışmalardan kaynaklanıyor. Kültürün yapıcı bir anlam kazanabilmesi için önce kültürelliğe seçkin bir sınıfın ajandasındaki listelerden bağımsız bir şekilde oluşma imkanları hazırlamak gerekiyor. Beri taraftan rövanşist bir tutumla AK Parti iktidarlarından önce hakim olan iktidarların kültürel politikalarının tam tersini değil de aslında bu ülkenin, toplumumuzun ihtiyaç ve taleplerini, hakikatlerini hesaba katarak oluşturulmuş kuşatıcı kültürel politikalara ilişkin somut göstergelerden söz edebilir miyiz?
Dolayısıyla “Yeni Türkiye”nin kültür ve sanat konularında ne açıdan yeni olduğuna dair yorumda bulunmak için henüz erken. Medyayı kültür politikalarının bir aynası olarak düşündüğümüz takdirde, “Yeni Türkiye” söylemini dillendiren gazetelerin kültür sanat sayfalarına verdiği önem ve çeşitli kanallarda kültür sanat faaliyetlerinin tuttuğu yer açıklayıcı olabilir. Elbette sözünü ettiğim sadece kültür sanat starlarını görme düzeyi değil, bütün olarak Türkiye toplumunun kültürel çabalarının hangi düzeyde görüldüğü ve yorumlandığı.
Bahsi geçen yeni bir Türkiye'nin kültürel anlamdaki ayırıcı vasıfları neler olmalıdır?
Eleştirel düşünceye açıklık çok önemli elbette, eleştirel düşüncenin her alanda güçlendirilmesi, yüreklendirilmesi gerekiyor; kültür sanat alanlarına dahil olmayı zorlaştıran fiziki ve görünmez engellerin ortadan kaldırılması da öyle. Taklide ve tekrarlara değil, “başka türlü”nün önünü açan çalışmalara ihtiyacımız var. Hükümet kültür sanat alanında yeni bir perspektiften söz ediyorsa, yalın ve sade olanı değerli kılan, böylelikle kişisel yorumları cesaretlendiren yaklaşımların siyasette de tezahürü fark edilebilmeli.
Kültürün yalıtılmış ayrıcalıklı bir alan olarak tasavvur edilmesi de söz konusu olamaz tabii. Şatafat ve görkemi ululayan her cümle kadar her inşa da bu açıdan modernizmin yeni muhafazakâr yorumu olmakla kalır. 1923’ten bu yana çatışmacı siyasetin kültürel alana yansıması sürekli bir göz ardı ve imha anlamına geliyor. Eğitim sistemimiz yorucu ve oyalayıcı, karmaşık ve kültürü var etmenin inceliklerine vakıf kılma konusunda yetersiz. Biz aslında her şeyden önce kendimize ait zenginlikleri öğrenme konusunda bir hayli ihmalkârız. Bir yazımda ilkokulun ilk sınıflarına masal dersi koymayı teklif etmiştim. Teorik okumalar yerine deneysel yanı ağır basan bir eğitim sistemi üzerine düşünmekte daha fazla gecikilmemeli.
Kitap okumayı cazip kılacak ortamlar oluşturulmalı. Teknoloji kullanımındaki uçurumun geniş kitleleri yarı cahil durumuna düşürmesine karşı önlemler alınmalı. Yalıtım yerine kaynaşmayı esas alan mimari elbette belirleyici önemi haiz. Turgut Cansever’in görüşüne dönebiliriz. Ne demişti: Tiyatrocularla, romancılarla, sinemacılarla savaşmak üzere mimarların yetiştirilmesine ihtiyaç vardır.
Cansever’in bu cümlesinin, Faulkner gibi okuyucusunu metne dahil eden romancıları istisna saydığını hatırlamak gerekiyor. Düşünür mimarımızı rahatsız eden, izleyicisini pasif kılan sanattır kuşkusuz.
“Bir şehrin oturmuş dokusu konusunda karar vermesi gerekenler kimlerdir?” sorusunun cevabı çok önemli. Kenter veya lümpen değil, aktif, sorumluluk üstlenen, çevresiyle ilgili şehirli olma gibi bir kaygı ne kadar yer tutuyor kültürel politikalarda acaba?
Romantik ideallerden söz etmiyor, hayattan yükselen eleştiriyi dikkate almanın önemini hatırlamaya çalışıyorum. Kardeşlik vurgusunu ve buna dönük oluşturulmuş bir araya getiren faaliyetleri, birbirini öğrenmeyi, birbirinden öğrenmeyi, önyargıları koyultan yüksek duvarların yıkılmasını önemli buluyorum. Bütün bu dilek ve tasavvurlar ise elbette namus ve ahlak, haya ve haysiyet gibi değerlerin sadece kadın üzerinden konuşulmadığı, kadın ve erkeği eşit ölçüde sorumlu tutan, tüketime değil neşeli üretkenliğe dönük bir aile yapısının ne kadar önemli olduğu üzerine düşünmeye sevk etmeli.
Sizce geçmiş dönemlerde kültürel alanın karşılaştığı en bariz/büyük/önemli sorunlar nelerdi? Kültür politikalarında ne tür hatalar/yanlışlar yapılmıştır?
Yakın geçmiş için konuşacak olursak, AK Parti hükümetlerinin bir kültür politikası var mıydı, bilmiyorum. Cumhuriyet’ten sonra en az seksen yıl süren laisist kültür politikalarında ise kültürün önündeki en büyük engel galiba kültürelliğin aşırı yüceltilmesiydi. Şu sanattır, o değildir şeklindeki tasnifle, ortaya çıkan becerileri en başından mahkûm eden bir daralma. İşte, “sağcı” aydın olmaz, arabesk sanat değildir vs. gibi yargılar hâkimdi kültür sanat politikalarına ki bunun alaturka musikiyi yasaklama şeklinde bir arka planı da var. Dini semboller yasaklanırken modernlik ve çağdaşlık adına dayatılan sembollerin yüzeyselliği kültür sanat eserlerinin sentetik ifadeler kazanması anlamına geliyordu. Sahih sanatın ve kültürün ne anlama geldiğini bilen sanatçıların kültür ve sanatın anlamını daraltan bu politikalara itaat etmesi beklenemezdi. Turgut Cansever’in yolunun zaman zaman Akkaya evlerinin mimarı Nail Çakırhan’la ve ressam Ömer Uluç’la buluşmuş olması bu açıdan bana çarpıcı geliyor. Devletin katı Batılılaşma politikası tarafından araçsallaştırılan bir sanatın hakikatle ilişkisinin baştan koptuğu yolundaki argümanlarıyla DGSA’ya muhalif bir grup sanatçının arasında yer alıyordu Ömer Uluç, meslek hayatının başlarında bile. Nuri İyem ve Erol Akyavaş, bu isimlerin bulunduğu dalgada etkili olan iki sanatçı.
Ayrıştırma ve dışlamaya dayanan, ayrıştırdığının zevk ve eğilimlerini gericilikle damgalayan siyaset yüzünden kaynaşmış bir toplum olamıyorduk. Tersine önyargıları çoğaltan somut ve soyut duvarlarla yalıtılıyordu toplum birbirinden. Masao Maruyama’nın sözünü ettiği anlamların içini boşaltan, düşüncenin kaybını güçlendiren olgulardan biri, “dil kayması”. Kültür, seçkinlere özgü zevk ve eğilimlerle, steril bir vatandaş idealiyle tarif ediliyordu. Kaldı ki tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla -Mahmut Erol Kılıç’ın altını çizdiği gibi- duygusal eğitimi mümkün kılan, zevkle ve muaşeretle, adapla ve edeple ilgili bir pratik sunan önemli bir kaynaktan mahrum kalmıştık.
Marx, kültürü “dünyayı anlama çabası”, buna karşılık medeniyeti “onu değiştirme eğilimi” olarak tarif etmişti. Bu açıdan bence geçmişin en belirgin hatası kültürü donuk bir paket olarak kabul edip o şekilde sınırlar öne sürerek tanım ve tarifler dayatma politikaları olmuştur. Kim Orhan Gencebay’ı, yüksek kültür adına yasaklı olduğu yıllara karşılık kültür dışı sayabilir ki? Kültürel faaliyetlerden yararlanmanın vizeler ve kostümler gerektiren sınırlılığı ayrıca tuhaf.
Kendi ideolojisine tâbi olmayanı görmemek ya da paryalaştırmaya çalışmak bir yığın slogana indirgenen Kemalist paradigmanın çökmesi sonucunu verdi. Kuşkusuz bu tecrübeyi çözümlemeden sahici anlamda “yeni” bir evreyi adımlayamayız.
Kavramsal kargaşanın giderilmesi de çok önemli. Sözgelimi yıllardır bir anlamın hakiki adından söz etmemek üzere ortalıkta dolaşan “muhafazakâr sanat” tanımına duyulan ihtiyaç sürecek mi bakalım? Sıklıkla altını çizdiğim bir husus, İslamcılığın kültür ve sanat alanındaki birikiminin son on yılda siyasete aktarılması nedeniyle bu alanda yaşanan yoksullaşma. Roman ve sinema enerjisi siyasete aktarıldığında geriye kalan zaten şiir ve öykü alanında yerleşiklik kazanmış başarı.
Kültür politikalarının oluşturulması sırasında bu alanın aktörleri arasındaki ilişkiler özlenen seviyede midir? Daha iyi bir ortam oluşması için önerileriniz nelerdir?
Ben yüz yüze söyleşi ortamlarını çok önemli buluyorum. İslami kesimlerin geçmişte kendilerini baskı altına alan ve gariplik hissiyatına yol açan şartları tersine çevirmenin ötesine geçen bir yaklaşımı benimsemesine ihtiyacımız var. Kültürel alanın aktörleri sadece bir konferans salonunda konuşan birkaç kişiyle sınırlı sayılmamalı. Ailede, mahallede, cami avlusunda, kaldırımda, pazar tezgâhlarında, parklarda neler olup bitiyor? Sorgulamayan, derine inmeyen, ekranda ne görüyorsa inanan seyirciler nasıl yetişiyor? Niye bu denli çabuk inanıyor, etki altında kalıyor, yönlendiriliyor insanlar?
Kültür ve sanat faaliyetleri kendi içinde donuklaşmamak için halkın beğenisinin imtihanına açık olmalı. Kültürlü olmak, insanlığın ezeli meseleleriyle ilgili olmaktır her şeyden önce, gidip tiyatroda hakkında hiçbir fikre sahip olmadığın Sofokles izlemek değil. Bağımsız tiyatrolarınızı kurun, halka kendinizi beğendirin. Süleyman Demirel’in “çağdaş Türkiye”si 9. Senfoni’yi dinliyor olmalıydı ama Itri’yi, Dede Efendi’yi bilmemesi kusur sayılmazdı. Arjantin, Güney Amerika ülkeleri arasında en kültürlü ülke olarak biliniyor. Ancak Arjantin aynı zamanda faili meçhul cinayetleri çözmeyi ciddiye alan bir ülke. Önceki gün Devlet Tiyatroları eski genel müdürünün mevcut kültür sanat politikalarına dair eleştirilerini içeren bir haber okudum. Halkın öncelenen kültürel faaliyetlere katılımındaki hevessizliği bir kültürel seviye düşüklüğü olarak yorumlamak bir hayli konformist bir duruş gerektiriyor. Klee’nin “sanatta eksik olan halktır” şeklindeki cümlesi o açıdan bana çok anlamlı geliyor.
Hayatı anlama çabasını içeren her faaliyet kültüreldir. Ancak hayatı anlama çabası içinde, empati yeteneğine sahip okuyucu Sofokles’in Antigone’sindeki temayı kavrayıp, Antigone’nin ailenin yasası icabı devletin insan hakları ihlallerini sorgulamaktan geri durmayacağını düşünür. Kültürel faaliyeti nefes alan bir olgu olarak görüyorum, duvara asılı bir tabloyu izlemekle tarif edemiyorum. Orada önemli olan hayret bakışının korunuyor olması. Güncel sanat zaten klasik sanat ifadelerindeki sıradan insanı hesaba katmayan yüceltmeyi sorgulama gereği duyuyor. Bu açıdan bakıldığında kentsel dönüşüm geçirirken göstergelerini şaşıran bir semtte yaşlı bir kadını caddeden karşı karşıya geçirmek de kayda layık bir sanat faaliyetidir. Üretim ve tüketimin ahlâkı üzerine düşündüren kültür ve sanat performanslarını niye meydanlarda, metro girişlerinde görmüyoruz?
Müslümanların kültür ve sanat alanında gerek ülke bazında, gerekse de uluslararası alanda etkin ürünler ortaya koyabilmesi için ilk etapta zikredebileceğiniz üç öneri sunabilir misiniz?
1) Eleştirel düşüncenin ders olarak okullarda yer bulmasıyla başlayabiliriz belki, çocuklar ve gençler soru sormaya ve düşüncelerini açıklamaya cesaretlendirilmeli.
2) Şatafat ve gösterişe dayalı etkinliklerden kaçınmak gerekiyor. Sadeleştirme önemli geliyor bana; kültürel alanda faaliyetlerin ne kadarı bir karşılık buluyor ve hangi açılardan yetersiz kalıyor, bu sorular cevaplandırılmalı. Hiçbir şey hiçbir şeyi kurtaramaz söylemle; önemli olan fiiller, uygulamalar. Başbakan Davutoğlu’nun AVM’lerle Ahilik arasında kurduğu bağ nasıl yorumlanabilir? Kültür ve sanat alanındaki yoksullaşmanın yarasını Uzak Doğu ülkelerinin yoksul semtlerinde ucuza mal edilen markalara sahip olmakla yarışarak onaramayız. Ayrıca kültür ve sanat eserinin değerini, bir marka misali gördüğü ilgiyle değil, yanlışları eleştirirken doğruları gösterme başarısında aramamız gerekiyor. Yunus Suresi 81 ve 82. ayetlerde geçen “kelimelerle hakkın hakikileşmesi”, belki de bu açıdan okunabilir.
Ahlâk adına estetiğin ve siyasetin göz ardı edilmesini onaylayamayacağımız gibi kültür endüstrisi adına da hakikatin ve etiğin askıya alınmasını kabullenmemiz beklenemez. Kültür "başka türlü"nün arayışını üstlendiği ölçüde umut uyandırabilir. Bir AVM içinde dolaşan insanlar alışveriş, yemek ve sinemayla birlikte “başka türlü” bakmaya sevk eden sahnelerle karşılaşabilmeli. (Elbette AVM’ler ne ölçüde haklı ve doğru bir inşa ile yayılıyor şehirlerde, o ayrıca konuşulmalı. Asım Öz’ün bir yazısında irdelediği gibi Nuri Pakdil’le fotoğraflar çektirmekte değil, onun devrimcilik ve antikapitalizm üzerine düşüncelerini öğrenmekte, Put Yapımevleri’nde dile getirdiği şehirli/ şehircilik eleştirilerini okuyup tartışmakta yarışalım.) Park ve meydanlarda tiyatro gösterileri, kişisel performanslar, bir tema üzerinden söyleşiler, resim veya müzik etkinlikleri yaygınlaşmalı.
3) Pratiğe dönük, katılımı mümkün kılan, oyunu önemseyen faaliyetler desteklenmeli. Kendini adsız hissetme, bu çağın büyük yarası. Bu adsızlaşmanın kimlik ve kişiliklerin doğrudan ifade yollarının iptaliyle doğrudan ilgisi var kuşkusuz. Orada boşluklu bir alan var. Gençlerimizi sadece seyirci ve dinleyici olmakla sınırlayan engellerle maluluz. İşte şu nedenlerle sen yapamazsın, diyoruz. “Şarkılarını dinliyorsunuz, ama onun kendine has sesini keşfetmesine izin vermeyebilirdiniz” diye yazmıştım bir yerde. Hep uzaktakine hayran oluyor veya merhamet ediyor, yakınımızdakini ise başarısızlığımızın kaynağı olarak damgalıyoruz. Aliya’nın itaat kültürünün gençlerin yeteneklerini ortaya koyma enerjilerini nasıl bastırdığına dair tespitlerini hatırlatıyorum her zaman. Sezai Karakoç’un bu bağlamda sorduğum soruya verdiği cevabı da aktarmalıyım: “Gençler sağlam bir temele sahip olmak için klasikleri okusunlar.”
"Yeni Türkiye'nin Kültür Politikaları" soruşturmamıza katkıda bulunan diğer isimleri şuradan görebilirsiniz: http://www.dunyabizim.com/tag/7767/yeni-turkiyede-kultur-politikalari
Ümit Aksoy konuştu