Muhit Kitap’tan geçtiğimiz Şubat ayı çıkan Baltan Taşa Değecek, Abdullah Harmancı’nın yedinci öykü kitabı. Kitap bittiğinde Sartre’nin “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” sözü akla gelir. Nitekim Harmancı’nın engin gözlem gücüyle kaleme aldığı kurgular yanı başımızdan, mahallemizden, yöremizdendir. Kitabı oluşturan 11 öykü de kendi içinde sıcak, samimi, duru bir dile sahiptir. İlk öyküden son öyküye kadar yazarın diğer kitaplarından da alışık olduğumuz merak öğesi bizi sarmalayıverir. Düşmeyen dinamizm kimi öykülerde (Gecenin Sesleri, Bambu Sandalye) artarak devam eder. Bu da bir çırpıda okunan eserin sihiridir. Orijinal kurgularla büyülenen okur için öykülerin sonunun şaşırtıcı olması soğuk duş etkisi yaratır. Ve bir sonraki öyküye heyecanla geçilir.
Kitabın ilk öyküsü Yenilginin Süreksiz Keşfinde, “… amcamın kim bilir hayalinin hangi detayına ilişkin kuracağı cümlesi için araladığı dudaklarının öylece açık kaldığı olurdu.” sözleri hayalin renk atımını, yenilginin tanımını, yarım kalan her şeyin özetini sunar ve bir yengedir baltanın taşa değme ihtimalini hatırlatan. Duyguların sağaltılmasına vesile olan yazar, düşünce duraklarında okuyucuyu dinlendirir.
Nisan Rüzgârı öyküsünde bir hayalin büyüyüp güzelleşmesine, güzelleşip güzelleşip gerçekleşmesine fakat hayali yaşamanın içe sinmeyen yanlarına tanık oluruz. Pes etmeyip yeniden hayal kurmalara, yeniden güzelleşen gerçeklere ve sonunda yine baltanın taşa değmesine kahraman kadar bizler de içerleriz. “Ben nasıl bir günah işlemiş olmalıyım ki…” diye kendi kendine sorular soran Kamil, Harmancı’nın Behçet Bey Neden Gülümsedi kitabındaki Yol Arkadaşı öyküsünü hatırlatır. Öykünün kahramanı Ömer tam tersi cümlelerle “… hangi melek geçerken kalbime dokundu ise hangi duaya denk geldim ise bilemem.” şaşkınlığını dile getirir ve kutsal topraklar hayalini gerçekleştirir. Aynı hayalin iki versiyonunu, iki farklı öyküde farklı kurgularla işlemiş olması şüphesiz yazarın ustalığının sonucudur.
Kurgusu orijinal öykülerden biri, Kazancakis Susmalı öyküsüdür. Genetik mirasın yer yer insanı nasıl yorduğuna, bu yorgunluğun ona kendisini zaman zaman unutturduğuna şâhit oluruz. İçinde atalarının kanını kaynaştıracak bütün koşullar gerçekleştiğinde aslında insan annesidir, babasının babası, küçük dayısı, halasıdır. Her ne kadar ayak diretip inkâr etse de umulmadık anda kaynaşan kan sızıverir saklamaya çalıştığı huylarından.
“Acaba bir şeyi sevmek değil de gerektiğinden fazla sevmek miydi sorun?” cümlesi Rüzgârda Bolero öyküsünün imgesi niteliğindedir. 55 yaşındaki şairin doğum gününe denk gelen şiir şöleninde yaşadıkları, kalbinden tek cümle ile vurulması son zamanlarda sorguya çektiği kendiyle bir kere daha yüzleşmesine sebep olur. Zoraki sarışın diye bahsedilen şair hanım, alır eline baltayı kahramanın 9 şiir kitabının üzerine, 30 yıl önce yaptığı ilk söyleşisinin üzerine, hakkındaki yazılardan kitap yapmak isteyen dergilerin üzerine hiç acımadan, hiç düşünmeden indiriverir. Birini yaşanmışlığından vururken bile zoraki sarışının farkında olmaması kahramanın da bizlerin de kanını dondurur. Ve bu öykü, yazarın Seni Ne İhtiyarlattı kitabındaki Ötegeçe öyküsündeki “işkenceyi uzatan umudu” tümüyle yitirdiği için şiiri bırakmak isteyen 60 yaşındaki Selim Bey’i çağrıştırır. Edebiyata adanan onca yılın nezdinde geride bırakılan yaşamın sorgulanması, öykülerdeki ortak temadır. Ötegeçe öyküsünde de “Ne bir mümin. Ne bir şair. Ne bir han. Ne bir sevgili. Ne bir ev. Ne bir araba. Ne bir komşu. Şiir değil belki ama şiire ya da hayata bakış biçimi onun bu yoksunluğunun, yoksulluğunun sebebiydi.” ifadeleri Abdullah Harmancı’nın hemen hemen her kitabında ya bir şairin ya da bir yazarın hayatının yongası yaptığı yazmak eylemini ve dahi yaşamak gerçeğini gözler önüne serer.
Son Adım öyküsünde geçen “Dünya… der, bana verecek bir avuç ışığın yok muydu dünya, der” cümlesi öykü bitince hatta kitap bitince dahi kulaklarda çınlar. Yok muydu?, der, der, der… Sabahattin’in askerlik dönüşü her şeyin yola gireceğini umut edip de eli böğründe, sorular dilinde, hesaplaşma içindeki çaresizliğini, kayboluşunu, umutsuzluğunu okuruz. “Sızlamak değil de acımaktır bu. Acımak değil de yanmaktır. Yanmak değil de kavrulmaktır. Kavrulmak, kanamak, kararmaktır.” Bütün öykülerin de bir parça yansımasıdır bu ifadeler.
“Dilinin ucunda bir jiletle dolaşan, ağızlarını her açtıklarında kalbinizde bir kan oluğu açan insanlar… Dostlar… Arkadaşlar…” Arkadaş Ağacı öyküsünün en etkileyici, en yaralayıcı, en düşündürücü cümlesidir. Yazar; gerçekleri, göremediklerimizi, bildim sandıklarımızı bir kere daha boy aynasında sunar. Kahramanın kızıyla diyaloğu, kurgunun içine okuru çekerken öykünün heyecanı hiç dinmez. Kahraman otuz sene boyunca en yakını bildikleriyle arasına duvar örerken kendi yanlışlarını da görmezden gelemez. İğneyi de çuvaldızı da herkese batırır. Ve bu adaletli yaklaşım yaptığı hataların telafisi için basamak oluşturur. “Eksik olan, âlemi eksik görür. Kâmil olan, âlemi kâmil görür.” Kahramanın iç muhasebesine yön veren cümlelerdir.
Yalnız insanın bunalımını, yenilmiş insanın hüsranını, reddedilmiş insanın kırıklığını ve hepsinin sonunda intiharın eşiğine sürükleyen sebepleri tabancasına doldurup alnına dayayan Samuru’nun öyküsü, derinlikli anlatımla kuşatır okuru. Uzun bir yolculuğa çıkmadan önceki son isteği; çok içten olduğu için kabul olan Samuru, bu vesileyle Samara’nın da ona olan ilgisini öğrenir. Bu ilgi, Samuru’yu hayatta tutar. Bütün dünyanın onu nasıl gördüğünü bilmek dahi ister. Öyküde geçen şu cümleler yıllar sonra da yazarın adı anılınca hatırlanacağa benzer: “Beni en çok ne şaşırtır bilir misin? Beni en çok hazinenin kapağını kaldırıp da içine bakmaya tenezzül etmeyenler şaşırtır.”
Kitabın son öyküsü Kayısı Ağacı’nda beklemenin güzelliğini, ideal yaşamın ip uçlarını, olması gereken ile olan arasındaki farkı, olandaki hayrı ustalıklı bir dille anlatan Harmancı, otobiyografik ögelerden yararlandığını, çevreye olan duyarlılığını gözler önüne serer. Yine bir kutsal topraklara varma hayali öykünün temasını süsler. Özlemenin güzelliğine, sabrın iman ile harmanına Bahaddin Amca’nın penceresinden bir kere daha bakarız. “O kadar çok bekleyince artık beklemeyi de unutuyordu insan. Önce neyi beklediğini unutuyor, ardından beklediğini de unutuyordu.”
Kırmızı ayakkabılı İbrahim ile spor ayakkabısı kararmış İbrahim aynı balonun, aynı rüzgârın, aynı çocukluğun peşinden koşarlar. Okurun yüreğini ağza getiren Kırmızı Balon öyküsü kitabın en kısa öyküsü olmasına rağmen dinamiği en yüksek, en derin, en çok sevindiğimiz, en çok ürperdiğimiz öyküdür. Adamın baltası taşa gelmeden, gelmeye yakın, gelivermek üzereyken kararan kalbi ritmini bulur. Adam kalbini hatırlar, kalbinin yerini, merhametini bulur, yitirdiğini. İbrahim’i bilir, İbrahimler’i…
2021’in en gözde öykü kitaplarından biri olan Baltan Taşa Değecek, yazarın tabiriyle içiyle didişenlerin, dişlerini sıkanların, der gibi yapıp da kelimeleri sessizce kendi karın boşluğuna gömenlerin ki insanı en çok kendi acıtır bilir bunu dünya, kendiyle derdi olanların, kendi kulağını kendi çekenlerin, hayatında en az bir kez baltası taşa değenlerin ya da bu ihtimali rozet gibi yakasında taşıyanların öyküsüdür. Okuyup anlayanı çok, yolu uzun ve açık olsun.
Fatma Nur Uysal Pınar