“Sarı yazma yakışmaz mı güzele/Sarardı gül benzim döndü gazele/Ben gidiyom sen yarini tazele/Al da beni taştan taşa çal güzel” “Sarı Yazma” adlı bir uzun havadır bu… İnsanın benzini bir sarı yazma gibi sarartan… İnsanın gönlünü bir sarı yazma gibi rüzgara veren… İnsanın başını alıp gitmesine sebep… İnsanın yüreğini taştan taşa vurduran…… Ciğer delen, ciğer deldiren; İnsanın ciğerini söken… Ali Ersan çığırır bu uzun havayı bilinen adıyla Çekiç Ali… Bağlama çalışındaki çevikliğinden, kıvraklığından, canlılığından ve atikliğinden dolayı çekiç denmiş kendisine. Mahir bir ustanın çekiçle demire vurup, sert demire sekil vermesi gibi O da mızrabını vurur sazının göğsüne. Sertleşen, katılaşan, nisyanla malul yüreklerimizi şekillendirir. Aslında sinemize sinemize vurur mızrabını… Bamtelimize bamtelimize…
Mehmet Can Doğan Türk Yurdu Dergisi’nde yayınlanan “Türkülerin Muradı: İnceliklerin İnadı” adlı makalesinde şunları yazar: “Muharrem Ertaş’ın hem kendisinin hem de sazının sesinde, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tiz bir bozkır çığlığı ve ritmi duyulurken, diğerlerininkinde çığlığın yumuşatıldığı hissedilir. Çekiç Ali’nin sesi, diğerlerine göre, daha içli, daha yumuşaktır; sevinçte bile kederi gözetir, varlığı seste eritir, dağıtır sanki. Bazı türkülerinde, özellikle oyun türkülerinde, biraz Bayram Aracı’ya benzese de Aracı’daki hayata bakıştan ve ona katılıştan ileri geldiğini düşündüğüm varlığı uçarı bir biçimde sese yükleme çabası yoktur Çekiç Ali’de. Nasıl Aracı, uzun havaları kerhen (isteksizce) söylüyormuş gibi bir duygu vererek kendine özgü bir bakışı, yorumu bulunduğunu hissettirirse Çekiç Ali de söylediği her türküde yaşamanın heyecanını acı bir yorumla seste duyurur; ses sanki varlığı taşıyan tek, biricik alan olur; insan varlığın ancak sesle tanınabileceğini sanır; böyle bir duyguya kapılır.”