Hukuk literatüründe insan hakları, soy ve cinsiyet ayrımı olmaksızın, insanın doğuştan sahip olduğu kabul edilen ve devlet karşısında korunması gereken haklar olarak tanımlanmaktadır. Uygar düzen insan haklarını tanımlarken, sanıyorum son yıllarda çok daha acı şekilde tecrübe ettiğimiz mülteci gerçeğini hesap edememiş. Daha doğru ifadeyle görmezden gelmiştir. Özellikle 2011 yılında, Suriye’de çıkan iç savaşla birlikte tüm dünyayı etkileyecek büyük bir mülteci krizi ortaya çıkmış, Batı’nın sözde hak kavramları yaşanan acılara maalesef çare olamamıştır.

Verilere bakıldığında 2015 yılından bu yana, iki milyon civarında mültecinin Avrupa’ya vardığı görülmektedir. 2014 ve 2015 yıllarında gelen mültecilerin çoğunluğu erkek iken, 2016 başından bu yana kadın ve çocuk mülteci sayısında büyük bir artış görülmektedir. Mültecilerin statülerini düzenleyen 1957 Cenevre Sözleşmesi, cinsiyete dayalı bir koruma içermemesine rağmen, çağımızın mülteci krizinde cinsiyete dayalı korumanın gerekliliği çok daha fazla hissedilmektedir. Zira halihazırda bir insan için kutsiyeti bulunan ata toprağını can, mal, namus gibi saiklerle terk etmek zorunda kalan kadınlar, hem madden hem de manen daha büyük yaraları yüreklerinde taşımaktadırlar.

Mültecilerin, menşei ülkelerine dönmeye zorlanmaya karşı korunmaya; şiddetin her türlüsüne karşı güvenliğe; kendilerine yeterli sosyal, ekonomik ve yasal haklar tanıyan hukuki statüye; gıda, barınak, giyecek ve tıbbi bakım gibi temel ihtiyaçlara erişmeye ihtiyaçları vardır. Mülteci kadınların ise; bunların yanında daha farklı özel koruma ihtiyaçları da bulunmaktadır. Kadın dendiği zaman maalesef akla gelen tehlikelerden biri istismardır. Bu tehdit lüks semtlerde, güvenli sanılan mekânlarda bile kadınları kuşatmıştır. Hal böyleyken modern zaman dünyası icbarî sebeplerle yollara duçar olmuş; evlat, eş, kardeş ve babasını kaybetmiş; elinde kendisini koruyabilecek herhangi bir gücü olmayan mülteci statüsündeki kadının acı imtihanı olarak istismarın odağı haline getirmekte geri kalmamaktadır.

Derme çatma kamplar güvenli değil

Mülteci kadınlar kaçışları öncesi ve esnasında sığındıkları ülkede fiziksel, psikolojik, cinsel saldırı ve istismara; silahlı çatışmaya; zorla askere alınmaya, cinsel sömürüye ve fahişeliğe zorlanmaya ve hakları olan bir birey olarak tanınmamaya maruz kalmaktadır. Aşikâr olan bu durumlar sebebi ile kadınların kullanılmaya, cinsel veya fiziksel istismara, sömürüye, mal ve hizmetlerin dağıtımında ayrımcılığa karşı korunmaları gerekmektedir.

Birleşik Krallık merkezli uluslararası sivil toplum kuruluşu, Mülteci Hakları Data Projesi (RRDP)’nin Ocak ayında yayınlamış olduğu çalışma raporunda; mülteci kadınların, güvenli barınak arayışı sebebiyle, geçmiş olduğu Avrupa’da oluşan derme çatma, insanî standartlardan uzak mülteci kamplarında, tecavüze varan şiddet korkusuyla yüz yüze yaşamak zorunda kaldığını tüm dünyaya duyurmaktadır. Çalışma kapsamında kendileri ile görüşülen kadınların büyük bir kısmı, kendilerini güvende hissetmediklerini belirterek, kendilerini güvende hissedebilecekleri, kilitli kapısı bulunan bir barınaktan bile mahrum durumda olduklarını ifade etmişlerdir.

Kamplarda yaşayan bir mülteci kadının ifadeleri ise; yaşanılan trajediyi gözler önüne sermektedir. Mülteci kadın, “Yılanlardan, sıçanlardan ve vahşi domuzlardan korkuyorum’’ ifadesini kullanmaktadır. Cümlenin en yürek yakıcı kısmı ise, “insanlardan korkuyorum” kısmıdır. Ne kadar acı ki; muhtaç olana yardım etmesi gereken, kendi evinde ana, baba kardeş olan insandan korkuyor mülteci kadın. Güvenlik problemlerine ek olarak bir diğer konu ise; mülteci kadının sağlık alanında yaşadığı problemlerdir.

Kamplarda yaşayan kadınların dörtte üçünden fazlası, ruhsal ve fiziksel sağlık problemleri yaşamakta ve bu kadınların tamamına yakını depresyon içerisinde bulunmaktadır. En basit sağlık desteğinden bile mahrum bir şekilde yaşamlarını idame ettirmeye çalışmakta olan mülteci kadınlar, önlenebilir hastalıklar sebebi ile acı çekmektedir. Hamilelik durumlarında ve özel günlerinde ihtiyaç duydukları tıbbi ve kişisel temizlik malzemelerinden mahrum bulunmaktadırlar. Fıtratı sebebiyle yaşadıklarından daha çok etkilenen mülteci kadın, erkeğe oranla daha fazla desteğe ihtiyaç duymaktadır.

Dini ayrımcılığa maruz kalıyorlar

İnsanı fiziksel olarak hayatta tutan gıda ve barınma gereksinimleri iken; ruhunu ayakta tutan, eğitim ve kültürdür. Hayatını olumsuz şartlar altında sürdüren mülteci kadının, yaşamsal gereksinimlerinden bile mahrum olduğu bir ortamda, eğitim ve kültür alanındaki pozisyonu içler acısı haldedir. Uzun yıllardır kamplarda yaşam mücadelesi veren bu kadınlar, en az gıda ve barınma kadar insan hakkı olan, eğitim haklarından mahrum bir şekilde bu günlerini yitirmiş olduğu gibi, her hangi bir gelecek inşa etmesi mümkün olmayacak şekilde yaşamını sürdürmekte, geleceklerini de yitirmektedirler.

Yaşanan kriz ortada iken, kuruluş amaçları eğitimden sağlığa gıdadan barınmaya kadar mülteci sorunlarının çözümü olan uluslararası sivil toplum kuruluşları, yardım oyunu oynamaktan öteye geçememişlerdir. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarının sorunların çözümüne yönelik eylemleri gerçekleştirmesi gerekirken, sorunların tespitinden başka bir işlevleri bulunmadığı görülmektedir. Uluslararası bu sivil toplum kuruluşlarının yaptıkları, Hollywood yıldızları ile mültecilerin fotoğraflarının çekilip, drama yapmaktan öteye geçemezken, mülteci topluluklar ve özelde mülteci kadınlar lokal ya da uluslararası misyoner grupların insafına terk edilerek, istismara maruz bırakılmaktadırlar.

Uluslararası sivil toplum kuruluşlarının olaya ne kadar çıkarcı baktığı ortadadır. Yaşamak için dinlerini değiştirmeleri gerektiği söylenen mülteciler, inançları ile yaşam hakları arasında tercih yapmaya zorlanmaktadırlar. İnsanî hakların en önemlilerinden biri olan ibadet hakkından bile mahrum bırakılan mültecilerin yaşadığı büyük bir drama dönüşmüştür. Müslüman mülteci kadınların dini inançları gereği kamusal ortamlarda başlarını kapatmalarından daha normal bir şey yoktur. Ancak bu kamp ortamından kişisel alan imkânından uzak olan bu kadınlar, aylarca başlarını açamamaktan ıstırap içerisinde olduklarını belirtmekte ve kendilerine ulaşan gönüllü insanlardan başlarını az bir süre için dahi olsa açıp, dinlenebilecekleri bir ortam talep etmektedirler. Kişiye kendi saç rengini unutturan bu anlayış, en temel insanî hakları bile mülteci kadınlara sunmaktan beri durup, bu insanları medenî(!) ve modern şehirlerinden uzak tutmayı kendilerine bir görev olarak addetmektedir. Tüm bu acılar yaşanırken sessiz kalan uluslararası sivil toplum kuruluşlarının, eşcinsel mültecilerin özel evlere alınması konusunda ise olabildiğince bağırmaları, samimiyetlerini gözler önüne serme noktasında çok manidardır.

STK’lar sadece göz boyuyorlar

Göç yolunda hayatını kaybedenlerin büyük bir çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluştururken feminist dernekler, kadın hakları savunucuları ve sözde insan hakları dernekleri vicdanlarının karanlığında sessizce beklemeyi tercih etmektedir. Karşılığında kültür asimilasyonu, din ve cinsel eğilim değişikliği gibi bir takım kendilerini memnun edecek tavizler elde etmeden, mülteciye el uzatmayan bir anlayışa sahip olan bu zihniyet, insanlık için Ortaçağ zihniyetine rahmet okutur bir haldedir. İnsanın, insan olmaktan dolayı sahip olduğu değerler, uluslararası bu sivil toplum kuruluşları tarafından hiçe sayılmaktadır.

Uluslararası sivil toplum kuruluşlarının çözüme dair üç maymunu oynayan sağır, dilsiz ve görmezden gelen bu tavrını kesintisiz sürdüren Avrupa hükümetlerinin konuya ilişkin yaklaşımları ise demokrasileri kadar komedi ve tutarsızlık doludur. Sadece kendini üstün gören bir anlayış ile kendilerinden başkasına yaşama hakkı tanımayan demokrasileri dünyanın her tarafında kan, gözyaşı ve ıstırap götürerek insanları evlerinden ve yaşam alanlarında kopartmakta, insanları mülteci pozisyonuna sürükledikten sonra yapabildikleri kuru ve anlamsız üzüntü beyanlarının ötesine geçememektedir. Zira mültecilik olgusu Batı’nın kendi anlayışlarının mermi mermi, bomba bomba meydana getirdiği bir durumdan başka bir şey değildir.

Bu anlayışın ürünü olan sivil toplum kuruluşları da, kendilerinden beklenenden fazlasını vermekten aciz bir şekilde lüks otellerin balo salonlarında toplanmaktadır. Bu kuruluşların yapabildikleri, insanlıktan göremediği şefkat kucağını, Akdeniz’in serin sularında bulan Aylan bebeklerin ve mülteci kadınların iyi makinalarla çekilmiş pozlarından oluşan ve duygusal müzikle bezenmiş hallerine hayıflanmaktan öte geçememektedir.

Mazlumun zalimden hakkını alacağı yeni dünya düzeninin kurulması ve mülteci kadının gözyaşının dinmesi umuduyla…

Av. Burcu Körükçü, "Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşlarının Muhacir Kadınları Yok Sayması", Bilimevi Kadın dergisi, Yıl: 2017, Sayı: 1 (Temmuz-Ağustos-Eylül).