Unutmadım, aklımda. İlk kez seninle o vakitler tanışmıştık. Ne uzak olmalıydın halbuki. Dememiş miydi Ziya Osman: “Tabutçu, ölçünü büyük tut, büyük!” Haklıydı isteğinde. Sen onu dinlemezdin. Çocuk yaşta öğrettin.
İnsanın oluşumunda akranlarının ailesi kadar derin izleri vardır. En yakın arkadaşlarını ekseri akranlarından seçer. Kendisini akranlarına göre tanımlar. Bazen de doğrudan akranları tarafından tanımlanır. Akranların taktığı bir lakap ömür boyu taşıyacağı bir isme evrilebilir. Ve hayatı akranlarıyla birlikte başına gelenlerle öğrenir. Düşünün arkadaşlığınız ne kadar eskiyse aranızdaki bağ da o kadar kuvvetlidir. Rahminde hayat bularak, ilk tanıştığımız kişi olan annemizle olan bağın kuvvetinden kıyas biçin. Eğer bir akranınızın başına bir şey geldiyse bu sizin kişiliğinizde de derin bir iz bırakacaktır. Ölüm dahil.
Ortaokul yıllarımızdı. Hatırladığım her şeyi kulaktan kulağa duydum muhtemelen. Ne kadarı doğru ne kadarını ben çocuk zihnimle kurdum bilemem. Aynı okulda okuduğumuz, aynı lojmanda oturduğumuz, aynı servisi paylaştığımız Sinan, okula gelmemeye başladı. Sinan için “lösemi olmuş” dediler. Babası vücudundaki morluklardan şüphelenip kan değerlerine bakmış, tanısını babası koymuş dediler. Babası, hematoloji profesörü Ekrem Amca. Şehir onu kanser doktoru olarak tanıyordu. Bir doktorun düşüncesinden bile korktuğu şeyi yaşamış, kendi oğluna kan kanseri tanısı koymuştu. Sonrasında birkaç yıl nadiren gördüm Sinan’ı. Arada toparladığı dönemlerde okula geldi. Babasıyla yeni bir tedaviyi denemek için Amerika’ya gitti. Ekrem Amca her şeyini verdi, oğlunu alamadı. O zaman tanıştık. “Sinan ölmüş” dedi birisi. Kimin dediğiyle ilgili hiçbir fikrim yok. Yaşıtım, arkadaşım Sinan nasıl ölebilirdi? Ruhumda onulmaz bir yara açtı ve gitti.