25 yıldır siyasi tutsak olarak cezaevinde bulunan ve geçen yıl Ekin Yayınları'ndan Etibe’ye Mektuplar adlı kitabı yayınlanan şair Atavi Osman Erdemir’le mektup üzerinden kısa bir röportaj gerçekleştirdim.

İlk kitabınız Etibe’ye Mektuplar hayırlı olsun. Kitabın adındaki isim, özel bir isim mi? Hikâyesini merak ettim.

Etibe, hiç doğmamış beş yaşındaki kızım…

Afgan cihadı döneminde Afganistan’da bir köy işgalcilerin savaş uçakları tarafından bombalanmıştı. Neredeyse bütün evler yıkılmış ve birçok kişi ölmüştü. Yıkılan evlerin altında ve sokak aralarında parçalanmış Müslümanların bedenleri vardı, bunların çoğunu çocuklar ve kadınlar oluşturuyordu. Çok az insan bu saldırıdan yaralı kurtulmuştu. Manzara gerçekten korkunçtu. Bir evin yıkıntılarının önünde üstü başı toz içinde, uzun siyah saçları toza bulanmış, neredeyse saçlarının siyahlığı tozdan görünmeyen bir kız çocuğu duruyordu. Bedeni de tıpkı kalbi gibi tir tir titriyordu, kan lekeleri sanki tüm vücudunu kaplamış gibi duran çiçekli kırmızı bir elbise giymişti. Siyah gözleri boşluğa bakar gibi etrafa bakıyor ve lisan-ı hal ile yardım istiyordu. Onu öyle görünce yüreğim koptu…

Sanki dünyanın tüm çocukları o küçük kızın gözlerinden bana bakıyordu. Beş-altı yaşlarındaydı. Adının Etibe olduğunu öğrendim. Artık tüm kız çocukları benim için Etibe’ydi ve onlar benim hiç doğmamış kızlarımdı.

O günden sonra yazdığım şiirlerimin çoğu Etibeler için oldu. Tutsak olduğum bu ortamda onlara mektup-şiir yazmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Çoğu zaman mektupları ben onlara yazıyordum, bazen de onlar rüyalarımda bana yazıyorlardı hiç gönderemedikleri mektuplarını…

Umarım ruz-i mahşerde Etibelerin gözlerine bakacak yüzümüz olur ve umarım bu mektuplar onlar hakkında ve onların hakkı adına beraatim olur. Rabbim tüm Etibeleri korusun ve bizleri bağışlasın.

Şiir sizin için ne anlam ifade ediyor? Şiir anlayışınızdan bahseder misiniz kısaca?

Şiir, insanın içinde bulunduğu ruh halinin kâğıda resmedilmiş şeklidir. Bu resimden dışarıya yansıyan duygular en güçlü ifade biçimlerinden biridir. Fakat bu resim âşığı değil maşuğu anlatır. Onun içindir ki şiirin manası şairde gizlenir, bu hal her okuyucunun kendinden bir şey bulduğu ifade şeklidir.

Şiir aynı zamanda acıya isyanın kılıcıdır, hakka ve adalete çağıran bir kalemdir. Eğer şair yaşamıyla hakkı müdafaa ediyorsa işte o zaman şiir, şairin elindeki kılıcı-kalemi olur. Aksi halde şiir şairin kazması durumunda kalır.

İ. Tenekeci şiiri, nasıl daha iyi bir insan olabilirimin cevabı olarak gördüğünü söyler. Bu doğrudur lakin, iyiliğe nereden baktığınız ve yüklediğiniz anlam çok önemlidir. Eğer “Birr” noktasından bakarsanız şiirin sizi götüreceği yer iyilik dergâhıdır. Aksi halde şiirin sizi götüreceği yer şaşkınlık vadisidir.

25 yıldır cezaevindesiniz. Bir şair olmakla, cezaevinde bulunan bir şair olmak arasındaki farklar nelerdir?

Ben 21 yaşında cezaevine girdim lakin dışarıda şiir yazmanın ve şair olmanın nasıl bir şey olduğunu pek hatırlamıyorum. Ben dışarıdaki şairleri (şahsen tanıdıklarım olmakla birlikte) sadece yazdıkları şiirlerden tanıyorum. Dışarıdaki şairlerin ruh halleri nasıldır pek bilmiyorum. Ben okuduğum kitaplardan ve şairin yaşantısından hareketle, şairlerin ruh hallerini kabaca iki aralıkta görüyorum; ilki kendi kendini acıya sürükleyenler, ikincisi şartların kendilerini acıya sürükledikleri.

Kendini acıya sürükleyenler daha çok melankoli dünyasında yaşayanlardır ve bunlar genelde benmerkezcidir. Bu hal hayattan kopmayı ve savrulmayı kolaylaştırır.

Şartların acıya sürüklediği kişiler zamandan ve hayattan kopuk değillerdir. Onlar içine düştükleri gayya kuyusundan Yusuf olarak yeniden doğmanın mümkünatına inanarak yaşarlar.

İnanmadığı ve yaşamadığı şeyler hakkında yazılan şiirleri Allah yermiştir. Şiiri şiir için değil bir dava için yazmış olmanın gerekliliğine inanırım. Nasıl ki dışarıda olan şairler davalarındaki ızdırabı-acıyı şiirlerine yansıtıyorsa, cezaevinde bulunanlar da davasının ızdırabını tüm benliğinde hissederek şiirlerine yansıtırlar ve onlar yazdıklarına hayatlarını şahit tutarlar. Acının insanı olgunlaştırması ve sabrını perçinlemesi de böyledir. Bazı şeyler yaşanmadan anlaşılmaz ve hissedilmeden yazılmaz. İçinde bulunduğun an en sahici andır. Ve o anda yazılanlar gerçektir. Ben yazılan şiirden çok yazan insanın hayatına bakmayı daha doğru buluyorum.

“Bu yağmurlar bizi hiç umursamıyor” diyorsunuz, “Taş duvarlar bitişiyor puslu akşamlarına”. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bir öğrenciyken girdiğiniz cezaevinden bir şair olarak çıkacaksınız Allah nasip ederse. Dışarıdaki hayata dair en çok nelerin özlemini duyuyorsunuz?

Ömrünün çoğunu tutsak olarak geçirmiş birinin her halde en çok özlemini duyduğu şey özgürlüktür. Birçok şeye alışabilirsiniz ancak tutsaklığa alışamazsınız, 25 senede birçok şeyi unutabilirsiniz ama özgürlüğü unutamazsınız.

Doğrusunu söylemek gerekirse ben dışarıda yaşamanın nasıl bir şey olduğunu inanın pek hatırlamıyorum. Ama beni özgür kılan ve her daim özgür kılacak bir inancım ve ruhum var.

Kimileri özgür bir ortamda, yani dışarıda yaşarlar ama ruhları tutsaktır. Bizlerin ise, bedenlerimiz tutsak ama ruhumuz hep özgür olmuştur. Dışarıdaki hayatta özlediğim şeyler elbette vardır.

Mesela Üsküdar’da Kız Kulesi’nin karşısında oturup çay içmeyi özledim, Kuşkonmaz Camii’nde namaz kılıp ruhumu dinlendirmeyi özledim, başımı annemin dizlerine koymayı özledim, ata binmeyi özledim, Çamlıca’dan gün batımını seyretmeyi özledim, iftar davetlerini özledim, on adımdan sonra önüne duvar çıkmadan uzun uzun yürümeyi özledim, kafanı yukarı doğru kaldırmadan geniş gökyüzüne bakmayı özledim, toprağı özledim sevgili dostum, ayaklarımın toprağa basmasını, toprağın kokusunu özledim…

Atavi Osman Erdemir, Etibe'ye Mektuplar, Ekin Yayınları

Röportaj: Mehmet Ali Başaran