29 Ekim / Nerede Lokman Hekim?

Şu resmi bayramları hiç sevmezdim lisede. 23 Nisan çocuk bayramları çocukluğumun, 19 Mayıs gençlik bayramları gençliğimin en berbat günleri olurdu. Yakıcı güneş ve kapkara beton çatık kaşlar altında yürü babam yürü... Cumhuriyet bayramlarıysa sözde demokrasinin övüldüğü fakat fiilen diktatörlüğün yaşandığı, öğretmen despotizminin tavan yaptığı zamanlardı.

Törenin en çok nesini seversiniz?

Bütün törenlerin tek sevdiğim yanı dağılma anları olurdu! Okumaktan nefret eden kimi öğretmenler, her hafta bir roman bitiren biz öğrencileri, sadece yanımızdakiyle konuşmak gibi basit, insani bir sebepten tartaklarlardı. Tüm öğrencilerin askeri tören kıtaları gibi sessiz ve robot olmasını isterlerdi.

Okul Törenleri

Atatürk'ü Cüneyt Arkın'a benzetmek çok yanlış

12 Eylül darbesi gölgesinde büyümek şöyle bir şeydi: kart bir yalakanın yazdığı metinler, gençlerin dilinden, sanki gençler yazmış gibi okunurdu. Acaba "Gençliğin Ata'ya Cevabı" metnini hangi yaşlı adam yazmıştı, araştırmak lâzım... "Atatürk yurdumuzu düşmanlardan kurtardı." cümlesi zaten atasözü gibi klişeleşmişti. Ramazan diye kara bir arkadaşımız vardı. Saf mı saf, iri yarı bir çocuktu. Biz ona Rambo derdik. Tarih öğretmeni(hoca dersek kızardı.), tahtaya çıkardığında Atatürk'ü sevip sevmediğini sormuştu ona.

Tek kişilik ordu: RamboBazı beyaz hocalar için tüm esmerler (çoğunlukla her kara suratlıyı Arap ya da Kürt diye tanımlarlardı.) bir tehdit unsuruydu adeta. Elbette aklın yolu birdi ve attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmeyecekse çalıyı dolaşman her şeyden iyiydi: Rambo hiç düşünmeden Atatürk'ü çok sevdiğini söylemişti öğretmene. Demek o kadar da saf değildi. Gene de öğretmen ikna olmamış, işi yokuşa sürmek için bu sevgiye bir gerekçe bulmasını istemişti Rambo'dan. Çünkü, demişti Rambo, Atatürk yurdumuzu düşmanlardan kurtardı öğretmenim. Hımmm, demişti öğretmen, peki nasıl kurtardı, tek başına mıydı? Evet öğretmenim, dedi Rambo, tek başına! "Atatürk Cüneyt Arkın mı ulan?" diyerek kükreyen hocanın Rambo'nun suratına öfkeyle peş peşe birkaç tokat vurduğunu hatırlıyorum.

Kendini beğenmişKöylüler var ya köylüler...

Nedense bayan hocalarımızın bir kısmı subay eşleriydi. Bu uzun tırnakları ojeli olan bol boyalı hocalar, hemen hemen her sınıfa girişlerinde sınıfın pis pis koktuğunu söylerlerdi. Bizim hangi kokudan rahatsız olduğumuzu sorsalar elbette o hocalarımızın parfüm kokularını söyleyecektik ama kim dinlerdi ki bizi? Köyden gelen arkadaşlarımıza "ter kokuyorsun!" diye çıkışırlar, törenlerde de Orada Bir Köy Var Uzakta gibi hamasi köy şiirleri okuturlardı şehir çocuklarına. Köylü milletin efendisidir, deyip köylüleri aşağılamaları gündelik işleri arasındaydı bu hocalarımızın. Derslerde kuruldukları kürsüden lutfedip tahtaya kalkmazlar, kırk dakikanın bir an önce bitmesi için ya kollarımızı uyuşturan uzun metinler yazdırırlar, ya da sınıfın en bakımlı öğrencisini kaldırıp karatahtaya bir şeyler yazdırarak zaman öldürürlerdi.

Tören kahramanları bunlar!

Bir gün ucu ders saatine de sarkan cuma namazından sonra telaşla derse yetişmeye çalışırken takkeyi başımda unutmuştum. Kapıyı tıklatıp sınıfa girdiğimde asker eşi olan bayan hocalardan biri sınıftaydı ve beni görünce kıyameti kopardı! Önce neye uğradığımı şaşırdım çünkü takkenin başımda olduğunu anlamam uzun sürdü. Türkiye'deki halkların dindar geleneğiyle hiçbir alakası olmayan bu bayan hocalar, törenlerde asena kesilirlerdi! Bu vatan kolay kazanılmamıştı ve kadınların kirletilip katledildiği zamanlardan geçilmişti, tamam. Ama bir kez "vatan" deyince peş peşe üç kez "kan, kan, kan!" diye haykırmak vardı, işte buna dayanamazdık. Şunu çok konuşmuşuzdur sınıf arkadaşlarımızla: Subay eşleri olan bu bayan hocaların Kurtuluş Savaşı'yla doğrudan ilgileri neydi?

Bu vatanı Atatürkçüler mi kazandırmıştı bize? Hemşehrimiz Sütçü İmam Atatürkçü müydü mesela? Çanakkale Savaşı'nda her milletten asker yok muydu? Said Nursi'nin dediği gibi bütün kahramanlıklar Osmanlı bakiyesi bir ümmet içerisindeki diğer milletleri küstürme pahasına tek bir millete mal edilmişti. O millet de dönüştürülmüştü. Gerçek Türklükle Cumhuriyet'in ikame ettiği Türklük arasında benzerlik bile yoktu. Sağcısını-solcusunu kendisine benzetecek olan bir Kemalizm projesi hayata geçirilmişti. Dahası her on yılda bir Kemalizm dediğimiz resmî öğreti darbelerle takviye edilmişti. Resim becerim olsaydı şunu yapacaktım: Ojeli tırnaklarıyla dekolte bir İzmirli kadın cepheye top mermisi taşırken...

Selamun aleyküm demeyin, günaydın deyin!

Sadece sınıfa girerken selam verdiği için bir hocamızın sürgün cezası aldığını çok iyi hatırlıyorum. Hepimiz orta halli geleneksel ailelerin çocuklarıydık. Selamun aleyküm gerilik, günaydın ve tünaydın ciddi ciddi çağdaşlık göstergesi olarak sunuldu bize okulda. Aba altından sopa gösterildi hepimize: Selam dediğin Türkçe olurdu. Cuma günü derslerin bir kısmından feragat ederek gittiğimiz camilerde Cumhuriyet'in faziletleri anlatılırken çıkıp gitsek mi diye birbirimize bakınırdık. 

Recep İvedik: Günaydın

Ülkenin işgal edileceği paranoyası camiden okula hep işlenir, bu sebepten ulu önderlere, silah arkadaşlarına, silahlı kuvvetlere dualar edilirdi. Bilirdik ki Türkiye işgal edilse doğal olarak halk daha bir dindarlaşacak, halk dindarlaştıkça çağdaş hocalarımız işgal kuvvetlerine yakınlaşacak, kim bilir işgal komutanlarının balolarında ecnebi subaylarıyla dans edecekler... Mavi Marmara baskınında İsrail'i tutan, adı özgürlük anlamına geldiği halde bütün özgürlüklere düşman olan gazete bizi haklı çıkarmadı mıydı?

 

 

Ömer Faruk Kaptan törenlere harcanan paralara acıyarak giden günleri yazdı.
[email protected]