Bize biraz Aslınur Akdeniz Brehmer’i anlatabilir misiniz?
Çok sevdiğim bir dostum “Hepimiz gıpta ettiğimiz ve hayran olduğumuz kişilerden ve şeylerden müteşekkiliz” der. Aslınur’u anlatmak demek aslında Aslınur’un kime ve neye hayran olduğunu anlatmak demek hissiyatımca. Çünkü müstakil ve diğer varlıklardan ayrı bir ben olduğuna inanmıyorum. Hatta zannımca ben diye algıladığım şeyin bile aslında hakiki aslımın kıyısından köşesinden geçemeyeceğinin de farkına varmaya başladım. Bu yüzden “aslım” dediğim şeyi hele ki zaman içinde biriktirdiğim ve kazandığım etiketler, kimlikler ve statüler üzerinden tanımlamak ona haksızlık etmek gibi geliyor. Yani aslında aslımı anlatacağım diye onu perdelemiş olabiliyorum. Bu yüzden ortaya koyduğum bu iş, kendime dair anlatacağım kimliklerin ürünü değildir, olamaz. Bu eser ortaya çıkmak istemiş ve beni de aracı olarak kendine seçmiştir. Bu yüzden biyografimin ortaya çıkan işe olumlu ya da olumsuz şekilde gölge etmesini istemem. Okuyucu onunla saf bir yerden karşılaşsın.
Yine aynı dostum bir gün “Sakın aslım nur diye bu ismi kendi üzerine alma keza herkesin aslı nur, bu sadece sana ait bir isim değil!” demişti. Madem hepimizin aslı nur ve aynı nefes ruhumuza üflendi, o zaman beni diğer varlıklardan doğam itibari ile farklı kılan hiçbir şey yok. Sadece bu nuru nasıl yaşıyorum, nasıl ifade ediyorum, onu nasıl yeryüzünde temsil ediyorum ve bedenliyorum sorularının cevapları bizi görünürde farklılaştıran şeyler. Kutsal kendini mertebe mertebe ortaya koyuyor ve sende bende onda tecelliler açısından çeşitlilik vücuda geliyor.
Bana bahşedilen nuru bu hayatta yaşama şeklimi cezbolunduğum unsurlar belirliyor. Eğer bir şey beni cezbediyorsa demek ki onun cinsi benim cinsimi çekiyor, Mevlana Hazretlerinin de dediği gibi. Aslınur’u anlatmak için beni cezbeden şeyleri anlatmam lazım size.
Çocukluğumdan beri kutsal ve kadim olana inanılmaz bir düşkünlüğüm var. Kutsal olanla da ilk kez çok küçük yaşlarda, babamın Hakk’a yürümesiyle geriye bıraktığı tasavvuf kitapları ve yazıları üzerinden, okuma yazmayı bilmeden kalbi bir bağ kurmaya başladım. Mahallemizin çoğunluğu yaşlı ve dul kadınlardı. Onlarla akşamları mahallede sokak lambasının altına serdiğimiz halıların üzerinde oturup bir ters bir düz örgü örmekten, akşam simidini sıcağı sıcağına paylaşmaktan, dua meclislerine katılıp nohut taneleriyle tesbihat çekmekten, babamın yazdığı babaannemin bestelediği ilahilerle uykuya dalmaktan, evliya hikâyeleri dinlemekten, mezarlıklara gitmekten zevk alırdım. Kutsal, benim oyun parkımdı. Gün geldi, bana Kutsal’ı en yakından gösteren yakınlarıma duyduğum hayranlıkla şiirler yazmaya başladım. Edebiyat iç âlemimde bu şekilde açığa çıktı. Zaman geçtikçe güzel sözün ve sesin tesirine kapıldım ve yazmaya daha yoğun bir şekilde devam ettim.
İnsanın ilk nefes aldığı yer hamurunu mayalarmış. Ben de gözlerimi karlı bir güne gökte parlayan dolunaya ve Üsküdar’a açtım. Sonra çeşitli sebeplerle döndüğümüz ve atalarımızın ikamet ettiği, İzmir’in küçük bir ilçesinde büyüdüm. Yıllar sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü nasip olunca çember tamamlandı, Üsküdar’da tekrar nefes almaya başladım. Bu kez aldığım nefes hem maddi hem de manevi olarak varlığımı beslemeye başladı. Keza Üsküdar, müptelası olduğum kadim ve kutsalın ana merkezlerinden biriydi. Lisans eğitimimin üçüncü senesinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ile çift ana dal yapmak istedim. Aldığım Batı merkezli modern eğitimi, geleneksel olanla bir araya getirmek ve karşılaştırmalı bir bakış açısıyla öğrendiklerimi yine birlik potasında bütünlemek arzum vardı. Doğu ve Batı benim için birbirine köprülenmesi gereken iki güzel dünya idi. Bu vesileyle Osmanlıca öğrendim. Boğaziçi’nde geçen beş senenin ardından gönlüm, tebdil-i mekânda ferahlık var dedi ve yüksek lisans eğitimi için elimden tuttuğu gibi beni İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Türk İslam Edebiyatının kapısına bıraktı. Bu kapı bana bambaşka âlemlerin anahtarlarını sunacaktı.
“Mesnevî’nin Parlak Cevherleri”, “Cevâhir-i Bevâhir Mesnevî”nin ilk on sekiz beytinin şerhini içeriyor. Böyle bir çalışmayı oluşturma fikri nasıl oluştu?
Yüksek lisans için yapmak istediğim çalışma tasavvuf ve kadın konusuydu. Belirttiğim gibi, kendimize dair kimliklerimiz, bu kimliklerin yarattığı doğrularımız ve doğrularla gelen yargılarımız var peşine düştüğümüz. Lakin bunun da yanı sıra parçası olduğumuz bütünün o anki ihtiyaçları doğrultusunda ân be ân bize sunulan kutsal vazifeler de var. Bazen kendimize biçtiğimiz misyonlarla öyle körleşiyoruz ki ânın bize sunduğu bu vazifelerin ve hizmetlerin farkına varamıyoruz. Nasıl varacağız bu kadar doluyken her şeyle? Harıl harıl, çalışacak metin ararken fakültemize yeni bir hoca geldi. Hâlihazırda beraber çalışacak olduğum bölüm başkanımız yoğunluktan ve aslında sonradan fark edeceğimiz ilahi sebepler ve planlar dolayısıyla danışmanlığımı yeni gelen hocaya devretti. Bünyamin Ayçiçeği. Yaptığımız daha ilk sohbette hocam bana şu soruyu sordu: “Elimde daha önce detaylı çalışılmamış bir metin var. Sarı Abdullah Efendi’nin Mesnevi şerhi. İlk on sekiz beyitini almak ister misin?” O ana dek ne Sarı Abdullah Efendi’yi ne de “Cevahir-i Bevahir-i Mesnevi”yi duymuşum. Fakat ilk on sekiz beyit ifadesi beni hemen cezbetti çünkü Boğaziçi’nden mezun olurken yazdığım tez[i] de ilk on sekiz beyit üzerineydi. Hiç düşünmeden ve ne ile karşılaşacağımı bile bilmeden benden “Evet!” cevabı çıkıverdi. Çünkü o anda bu davetin ilahi el tarafından hocam vesilesi ile sunulduğunu hissetmiş ve olmak isteyenin hizmetine adeta bir deli cesareti ile girmiştim.
Kitabın hazırlanış sürecinde ne gibi ön çalışmalar yapıldı? Bu süreç nasıl gelişme gösterdi? Çalışmalarınız sırasında sizi en çok zorlayan konu ne oldu?
Öncelikle “Cevahir-i Bevahir-i Mesnevi”ye ve diğer benzer tasavvufi eserlere bir kitap gözü ile bakmadığımı ve bu bakış açısının beraberinde çeşitli problemler getirdiğini belirtmeliyim. Kutsalın alanında açığa çıkmış bu tür ilhamlara sadece kitap demek onları oldukça sınırlandırmak olur. Bir dini-tasavvufi eser olan “Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî” ile yola çıkmak bu yüzden planlanmış ve adımları belirlenmiş entelektüel bir eylemin de ötesinde metnin sahip olduğu kutsal alana dâhil olma pratiğiydi ve hatta tabir-i caizse seyr-ü süluktu benim için. Bu yüzden “Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî”deki mana ile yola çıkmak benim için doyurucu bir akademik performans sergilemenin de ötesinde kutsal bir alana dâhil olduğumun farkındalığını da beraberinde getirdi. Tasavvuf eserleri yabancı gözlerin şahitlik edebileceği entelektüel performans alanlarından ziyade, gerçek taliplilerine yüzlerindeki duvağı kaldıran gelinlere benzerler. Nazlıdırlar, seçicidirler ve dahası edeple muamele görmeyi isterler. Yoksa kişi bu gelinlerin yüzünü gördüğünü zannetse de aslında gördüğü şey kendi yüzünün aksidir. Kendi yazar, kendi söyler, sözün tesiri hakikat taliplilerine ulaşmaz. Çalışma satıhta kalır.
O yüzden bu eser bana geldiğinde yaptığım ilk iş Sarı Abdullah Efendi’nin kabr-i şerifini ziyaret edip kendisinden bu yolculuk için müsaade istemek oldu. Önce epey nazlandı, sonunda çabalarımızı görüp yerini buldurdu. Kendileri de keza bu şerhi yapmadan önce Hz. Mevlana’dan rüya yolu ile izin istiyor. Bu latif edep ve adabı çağımızda hatırlamak ve uygulamak için neler gerekli? Modern kültürün emarelerinden biri özellikle akademide çalışırken oldukça insan merkezli bir bakış açısıyla hareket edilmesi. Kitap ve metin olarak gördüğümüz şeyleri nesneleştirerek onları adeta bir laboratuvara sokuyor, delik deşik ediyor, kendi zanlarımızla ve bize sistem tarafından kodlanan parametrelerle analiz ediyor ve manayı köhne ve paslı bir hançerle içlerinden çekip almaya uğraşıyoruz. İçlerindeki manayı, içimizde dinmek bilmeyen boşluğu doldurmak için tüketiyoruz. Hikmete ve ilme olan açlığımızı bu şekilde telafi etmeye uğraşıyoruz. Karşımızdaki şeyin aslında kendine has bir varlığı olduğunu aklımızdan bile geçirmiyoruz. O eserin ortaya çıkmasında katkıda bulunan bir arka planı, ait olduğu bir sistemi, ortaya koyan kişinin hikâyesi, halleri, bir derdi var. Bunların müsaadesine ihtiyaç var o alana girmek istiyorsanız. Araştırmacının, bu eseri ortaya koyan kişinin derdine bile sorması gerekiyor: “Sen benimle yola çıkmaya razı mısın?” diye. Yoksa tabir-i caizse yapılan şey haneye tacize benziyor maazallah. Hele ki dini-tasavvufi eserlerle çalışmalarda naçizane edep ve adabın gözetilmesini bu sebeple çok önemsiyorum.
Yani yaptığım ilk ön çalışma edeple gelen lütufla gider düsturunca hareket etmeye çaba göstererek sahih bir niyetle talipli kapısından geçmeye çalışmak oldu. Bu süreç benim için nasıl bir seyr-ü süluktu? Her anlamda bir eve dönüş yolculuğuydu. Elimizde dört yüzyıl önce açığa çıkmış bir manayı içeren şerh var. Bu şerh, kendi evinden uzağa düşmüş. Ait olduğu çağın hâlihazırdaki arka planı ve sahip olduğu toplumsal, kültürel ve dini dinamikleri, içinde bulunduğumuz bu çağın üyeleri tarafından dilbilim, anlam ve bilgi seviyelerinde anlaşılamıyor. Eserin tekrar anlaşılır hale gelmesi ve güncellenmesi de yine çağın koşullarına göre eve yerleştirilmesi yani “çevrilmesi” anlamına geliyor benim için.
Çeviri sadece bir dilden başka bir dile aktarım yapmak değil. Zamanlar arası, kültürler arası ve anlamlar arası uyarlama ve güncelleme şeklinde de gerçekleşiyor. Dört yüz küsur yıl önce ortaya konulmuş bu eserle ilk kez karşılaştığımda, yaşadığım yabancılık hissini unutamam. Eserin karşısında donup kalmış ve “Ben nasıl böyle bir işe kalkışabildim?” demiştim. Böylece eserle ve eserde sürgün ve gurbet yolculuğum başladı. Yani dört yüz yıl önceki evimden uzağa düşmüş olduğumu fark ettim. Bakınız bu eser, üzerinde yaşadığımız toprak parçasında ilham olunmuş. Fakat geçen zaman ve yaşanan dönüşümlerle birlikte yapı, anlam ve bilgi boyutlarında kendisinden sonra gelecek nesillerden uzağa düşmüş ve bu nesiller aynı şekilde kendisinden önce gelmiş bu esere yabancılaşmışlar. Eser, gelecekteki okuyucusundan sürgün edilmiş. Bu yüzden eserin okuru olarak ben de metinle karşılaştığımda aşina olduğum alanın, evim dediğim sistemlerin ve anlayışın dışına çıkmak durumunda kaldım. Çağlar ötesine doğru bilinmez bir yolculuk yaparken buldum kendimi. Bu öyle kolay bir durum değildi çünkü kadim eserlerle tekrar iletişime geçme çabası hem şu anda içinde bulunduğum ve aşina olduğum post-modern evimden bir kopuş hem de benden önce gelen nesillerin ve parçası olduğum fakat koptuğum/kaybettiğim/unuttuğum kültüre doğru bir eve dönüş çabasıydı.
Şayet 17. ve 21. yüzyıl arasında üzerinde bulunduğumuz toprak parçası içerisinde siyasi, sosyal, kültürel ve dini olmak üzere birçok radikal değişim ve dönüşüm yaşanmış. Bir imparatorluğun içerisinde ve ona ait olan geleneğin himayesinde ele alınan 17. yüzyıl metnini, cumhuriyetle, modernizmle ve postmodernizmle birlikte dönüşmekte olan bir toplumda okumak neredeyse imkânsız hale gelmiş. Olanları eleştirmek, eskiyi yeniden yeğ tutmak ya da yeniyi eskinin önüne koymak için söylemiyorum bunları. Sadece bu süreçte birçok alanda hem yapıcı hem de yıkıcı olarak yorumlanabilecek hafıza kayıpları yaşanmış. Bu kayıpların ilki dilbilimsel alanda. Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış bu metni okumak için günümüz bireylerinin genellikle üniversitelerde ya da kendi özel çabalarıyla ders almaları ve bu dili hafızalarına yeniden kazandırmaları gerekiyor. Dilbilimsel olarak yaşanan bu evden uzaktalık hali, benim için de kadim metnin dilini günümüz Türkçesine çevirmesini zorunlu hale getirdi. Bazı kelimelerle belki günlerce bakıştığımı, sözlüklerde arayıp taramama rağmen bulamadığımı ve bunun getirdiği hasretle karışık acı hissini hala hatırlıyorum. Bu sebeple “Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî”yi incelerken yaptığımız ilk şey metni transkripsiyon alfabesine aktarmak oldu. Günümüz bireyleri böylece metni orijinal dilinden olmasa da uyarlanmış bir dilden okuma şansına sahip oldular. Bu, çalışmamızın ilk safhasıydı.
İkinci safha ise metnin anlam ve bilgi seviyelerinde kurtarılması süreciydi. Metni oluşturan sesler topluluğunu ve kelimeleri okumak, onu anlayabilmek için yeterli değildir. Araştırmacının kendinden önce gelen dört asırlık sürecin getirdiği hafıza kaybını onarabilmesi ve yeniden yapılandırabilmesi için transkripsiyonunu yaptığı kelimelerin işaret ettiği anlam ve bilgi seviyelerini de kurtarması/hatırlaması gerekiyor. Özellikle dini-tasavvufi bir metin olan “Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî”de kullanılan kelimeler ve kelime grupları belli bir tasavvufi arka plan ve bağlam içerisinde anlam kazanıyor. Bu noktada süreç içerisinde hissettiğim gurbet hissi daha da şiddetlendi ve neyin evden uzakta olduğunu fark ettiğinde içine düştüğü acı tecrübesi beni de içine aldı. Bu kelimeleri anlamlandırabilmek ve kurtarabilmek benim için zorlu bir süreçti. İlk olarak dört yüzyıl öncesinin sosyal yapısının, bu yapının içinde var olan tasavvufi sistemin ve bu sistemi oluşturan inançların, fikirlerin ve duygu dünyasının yanında sistematik pratiklerin de keşfedilebilmesi gerekti. Bu yüzden zamanlar arası bir yolculuğa çıktım ve içine düştüğüm acıyı yaratıcı bir şekilde dönüştürerek eseri yeniden gün yüzüne çıkarmaya çabaladım. Sadece sözlükler ve tarihi kaynaklar üzerinden yapılacak literatür araştırmasının kaybedilen bu hafızanın telafisi için yeterli olmadığını açık ve net bir şekilde tecrübe ettim.
Tezin yazım sürecinde hangi kaynaklardan ve kimlerden yararlandınız? Bu kaynaklara ve kişilere ulaşmak kolay oldu mu?
Bu süreçte yararlandığım ilk kaynak tabi ki tasavvuf alanında bana ilham veren arifler ve onların kadim mirası oldu. Onlardan okumakta olduğum her bir eser, makamlarına yaptığım ziyaretler, bana aslımı hatırlatan her şey… Hatırlama yolculuğunda salih dostların rolü öyle büyük ki! İnsana en iyi kaynak yine bir insanın aynası. Fakat insan formunda olanlardan bahsetmiyorum, gerçekten bu formun da ötesinde “insan” hakikatini idrak edip o zevki yaşayanlardan bahsediyorum. Sarı Abdullah Efendi’den de daima himmet istedim. Zorlandığım bir yer olduğunda ona sordum, içime ilham etmesini istedim. Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez düsturunca onlar her daim taliplileriyle istişareye açık. Sizinle, kendilerini sevenler üzerinden konuşuyorlar yoksa gaipten ses gelmesini beklemek abes. Gerçekten yanlış yapmaktan korktuğum yerler oldu, bu yanlışın manevi sorumluluğunu da hatırladıkça tedirgin oldum. Yine de yapılan hatalar vardır, insan kusurlu varlık, iyi ki de öyle. Bunun için de Allah’a sığınıyorum ve beni hatalarım sayesinde tevazua yönelttiği için hamd ediyorum.
Her şeye rağmen çalışma yine de devam etti ve neticeye ulaştı. Bu mutlaka eserin asıl sahibi Sarı Abdullah Efendi sayesindedir, uyanmak istemiş ve uyanmıştır, aslında nasıl uyandığı da ikinci plandadır. Tez danışmanım Bünyamin Ayçiçeği olmasaydı bu eserin günümüze gözlerini açması imkânsızdı. Hocamın kendisi de Sarı Abdullah Efendi’yi çalışmış, bu alanda faydalı eserler vermiş ve vermektedir. Bana daima hem hocam hem de bir abi gibi kaynaklık etti, rehberlik etti, destek oldu. Metnin orijinalini kim bilir kaç kez baştan sona okuduk. Hiç bitmeyen sabrı ve tevazuu ile bu zorlu yolculuk kolaylaştı. Hakkını gerçekten ödeyemem. Keza Arapça ve Farsça kısımlarda destek olan dostlarım oldu. Bu işler tek bir bireyin yapacağı ya da yapması gereken işler değil. Dayanışma içinde, bir halkaya oturur gibi herkesin kendi yeteneğini ve nurundan gelen maharetleri işin içine katması, daha kolektif ve eşit bir pozisyondan gelen bir birlikte üretim hali olması gerekiyor. Fakat akademideki ego savaşlarından dolayı genellikle insanlar bir araya gelmek istemiyorlar çünkü yine modernizmin getirdiği rekabet, puanlama, kıyas ve daha nice dinamikler üzerine kurulu sistem. Şükür ki bende tam tersi bir durum zuhur etti ve çok desteklendim.
İlim ve teori boyutunda eseri anlayabilmek için Mahmud Erol Kılıç ve Ekrem Demirli hocalarımızın kıymetli eserlerinden çok istifade ettim. Nitekim Sarı Abdullah Efendi varlığın yaradılışını ve daha nice konuların metafiziğini öyle sistematik bir şekilde farklı disiplinlerden istifade ederek ele alıyor ki hakkıyla anlayabilmek bu alanlarda da bilgi sahibi olmayı gerekli kılıyor.
Bu eser üzerine yaptığınız çalışmalar süresince karşılaştığınız en ilginç bilgi neydi? Araştırmalarınız sırasında bu güne kadar gün yüzüne çıkmamış bilgilere ulaştığınız oldu mu?
Mesela ruh ve bedeni açıklarken hayvani ruh kısmında tıp ilmine geçmesi ve felç ve hayvani ölümün nasıl gerçekleştiğini damarlar, buhar, kan dolaşımı gibi ayrıntıları vererek açıklaması. Keza bunun gibi daha nice disiplinler arası açıklamalar getiriyor Mesnevi’yi şerh ederken. Böylesine birikimli bir zat, devletteki görevinden alınınca uzlete çekiliyor ve otuzlu yaşlarında bu şerhi yazmaya başlıyor. Dikkati çeken nokta, daha iyi hayat şartları için kendisine imkân sunacak Arap ülkelerine gidebilecekken, olduğu yerde kalmayı ve uzlete çekilerek Mesnevi’yi şerh etmeye başlaması.
Ayrıca şerh tam bir tasavvuf sözlüğü niteliği taşıyor. Sarı Abdullah Efendi her bir beyite çok yakından bakıp, kavramlarını yerine oturtarak ilerlediği için tasavvufa dair tüm arka planı şerhinde bulmak mümkün. Şimdi İstanbul Üniversitesi’nde Türk İslam Edebiyatında doktora yapan uzman arkadaşlar diğer ciltleri de çalışıyorlar. Eser bütünüyle basıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacak.
Bir de Sarı Abdullah Efendi’yi diğer şerhlerden farklı kılan yönü, şerhin en başından beri Hz. Mevlana’nın ruhaniyeti ile iletişimde olması. Ondan aldığı izinle ve ilhamla başlıyor ve şerh ederken de Hz. Mevlana’dan gönlüne gelen ilhamları aktarıyor. Bunun yanı sıra Melami meşrebinden dolayı çok samimi ve dostane bir dili var; yer yer cezbeye geliyor ve bu hallerini de olduğu gibi yazıya aktarıyor. Bu da şerhe tesir kazandırıyor.
“Mesnevî’nin Parlak Cevherleri”ni kaleme almanızdaki amaç neydi?
Tezi yazdıktan ve sunduktan sonra “Şimdi ne olacak?” diye sordum kendime. Eser gerçekten uyandı mı? Bu eser madem günümüzde tekrar can bulmak istedi, sadece tez konusu olarak ele alınması yeterli midir? Cevabım hayır oldu. Nice güzel tasavvufi eserler var üniversitelerde çalışılan fakat halkın arasına karışamıyor, topluma ve kültüre entegre olamıyor. Tozlu raflardan iniyor, sadeleştiriliyor ve bu kez sırtındaki cildi yenilenmiş olarak tekrar raflara kalkıyor. Bu çalışmaların erişilebilir ve sürdürülebilir kılınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Bunun için de fildişi kulelerde hapsedilmemesi, halka ulaşması, halkın da ona ulaşabilmesi lazım. Samimi karşılaşma alanları tasarlanmalı. Bu niyetle orijinal metnin, transkripsiyonunun ve çeviri metnin olduğu bir kitap fikri doğdu. Amaç, esere talipli olan okurların hem eserin orijinalini görmesi, hem orijinalinin sesine aşina olması hem de çeviri metin kısmıyla olabildiğince sadeleşmiş ve güncellenmiş haliyle manaya ulaşabilmesi. Bu şekilde eserin gerçek taliplilerine, değerini anlayıp ondan istifade edebileceklere ulaştırılması nihai amacım. Özellikle kadim geleneğin mirasını keşfetmek isteyen genç nesillere. Bu konuda okuma halkaları düzenlemek istiyorum.
Bu metinler sadece kendi devirleri ve toplumsal koşulları çerçevesinde mi değerlendirilmeli? Yoksa günümüz koşullarında da değerlendirildiğinde yaşanan aksaklıklara da çözüm sunmakta mıdır?
Kökleri ilahi hakikate bağlı olan sahih İslam tasavvufu eserleri, sadece zihinsel bir sürecin ürünü değildir. Yazan kişiye de ait değildir. Kendileri de zaten böyle bir dava içerisinde değillerdir. Bu eserleri doğuran arifler giriş, gelişme sonuç kaygılarıyla masaya oturup bu eserleri belli bir plan çerçevesinde belli bir hedefe ulaşmak için yazmamışlardır. Kalbe gelen feyizlere ve ilhamlara varidat ismi verilir tasavvufta. Sarı Abdullah Efendi de bundan bahseder. Hz. Mevlana’dan aktardığı bölümlerde, dedi ya da söyledi ifadelerinden ziyade “esrarı ayan eyledi” der. Yani vecd halinde iken ilhamla ve coşkuyla müelliften açığa çıkanların edebi bir aktarımıyla vücut bulur bu tür eserler. Gayb âleminden gelen esrarlar, söz makamına iner çünkü vecdle gelen zevk sonucunda devinime gelen müellifin içindeki mana denizi coşunca dudaklarından inciler dökülmeye başlar. Sarı Abdullah Efendi bu eserlerin doğasını böyle açıklar. Hal böyle olunca açığa çıkan bu manalar kişiye bağlı değildir, zamanla ve mekânla sınırlandırılamaz, yani son kullanma tarihleri yoktur çünkü kaynağı ezeli ve ebedi olan gayb âlemidir. Bu âlem var olduğu sürece, bu eserler de tesirini ve içlerindeki bilgeliği zaman ve mekân ötesinde koruyacaktır.
Tasavvuf ilmi bana göre gerçek insan olma sanatının yollarını gösterir. Bu ilim özellikle kriz zamanlarında imdada yetişir. 13. yüzyıl Anadolu’sundaki siyasi ve toplumsal krizlere yine Anadolu’daki tasavvuf kültürünün merhem olması bu yüzdendir. İnsanın doğasının çağlara göre değiştiğine inanmıyorum. Sadece bu doğaya ne kadar yakın ya da uzak olduğumuz, yaşadığımız çağın niteliklerini belirliyor. İçinde bulunduğumuz dönemde, insan olma yolculuğumuzda iki temel problemle karşı karşıya olduğumuzu gözlemliyorum: Kaybolmuştuk ve yabancılaşma. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı ve bu savaşın getirdiği travmalar insanların mutlak değerlerle olan bağlarını zayıflatmıştır. Modern olan bu yüzden çalkantıyı, yönsüzlüğü, değer yitimini ve nostaljiye ve dehşete boyanmış bir zamanı içerir. Nietzsche’nin dediği gibi “Tanrı ölmüştür.”Modern koşulların şekillendirdiği eylemler genellikle bu kaybolmuşluk duygusunu pekiştirir. Kaybedilmiş olan “Tanrı”nın arkasından hayatında ve içinde büyük bir boşluk duygusu ile kalan modern insanın edimleri özünde, kayıp zamanlarında tutulamamış bir yasın acısıyla boyalıdır. Çağımız, parçalanan ve kimliği silinen mezar taşlarının ve yıkıntıların arasında dolaşan kayıp ruhlarla dolu. Bu ruhlar verdikleri varoluşsal kayıplarla hem kendi hakikatlerine hem üzerinde bulundukları toprağın hakikatine, hem de parçası oldukları toplumun hakikatine yabancılaşmıştır.
Bu yüzden hakikatler yerine kurgulara yüzlerini dönmüşlerdir. Hikâye anlatıcılığının yerini romana bırakmasının sebeplerinden biri de bence budur. Bu kriz ortamında tasavvuf ilminden daha iyi bir çözüm yolu göremiyorum açıkçası çünkü bu yol eve dönüş yoludur, asıl vatana doğru seyr etmektir. Zikir yani hatırlama yoludur. Kaybettiklerimizi hatırlayarak yabancılaştıklarımızla ve unuttuğumuz parçalarımızla tekrar bağ kurmanın yollarını insana insanca insan üzerinden sevgi ve barış merkezinde gösterir. Dolayısıyla İslam tasavvufu eserlerinin, çağımız insanının yaşadığı sorunlara çözüm sunan birer kılavuz olduklarına inancım tam. Yeter ki insan hatırlamaya niyet etsin. Mesnevî’nin ilk on sekiz beyiti de asıl vatana dönüş yolculuğunun dinamiklerini ve modern insanın içinde bulunduğu hali ney üzerinden detaylıca anlatır aslında. Bu yüzden neyin hikâyesi hiç olmadığı kadar güncel bir hikâyedir.
Mesnevî’deki ilk 18 beyti evden uzaktalık konusu bağlamında çeşitli boyutlarıyla ele alan “Cevâhir-i Bevâhir Mesnevî” gibi bir şerh metni ile günümüz insanı tekrar nasıl bir ilişki kurabilir? Bu çalışma sayesinde ve göze görünmeyen hakikatlere vakıf olmak nasıl mümkün olur?
Sarı Abdullah Efendi şerhine şu sözlerle başlar: “Ey Hüsameddin! Çokça yapılan talep kanatları ile himmetin en yüksek zirvesine uçmanız ve Muhammedî hakikatlerin merdivenlerinin yüce derecelerinde dolaşmanız gerekir ki bizim gizli anlayışımız sizin ahenginizle titresin; böylece kutsal kelimeleri ve kalbe gelen gaybi feyiz ve ilhamları anlatmaya başlayalım.”
Bu manaları anlamak için talibin öncelikle bu yolda çokça talepte bulunduğundan ve Muhammedi hakikatin yüce derecelerinde, taleplerinin kanatlarıyla dolaşabileceğinden bahsedilmektedir. Yani okur bu eserle bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk seyr-ü süluğu temsil etmektedir. Manevi yolculuğuna çıkan talip, kendisine rehberlik edecek ve ihtiyacı olan manaları açacak rehber yani bizim örneğimizde Mesnevî aracılığıyla Hz. Mevlana’yı, Sarı Abdullah Efendi’nin şerhi aracılığıyla da Mesnevî’yi anlayabilir. Yani bu beyitlerin entelektüel bir çabadan ziyade alternatif bir yol olan “içe doğuş̧” ile anlaşılabileceği Sarı Abdullah Efendi’nin bahsettiği gizli anlayışın belli bir ahenk ile titremesi ifadesinde yerini bulur.
Yukarıda geçen ihtizaz kelimesi titreşim ve şevkle harekete geçmek anlamına geliyor. Kutsal kelimelerin ve gaybi sırların açılması için okurun öncelikle bu mana kapısında edeple niyetini koyup eserden ve müelliften kendince izin alması ve sonrasında bu işe talipli olduğunun idrakine varması gerekiyor. Bu şekilde Hz. Mevlana’nın ve Mesnevî’nin ruhuyla ahenk içinde titreşebiliyor frekansı. Ve bu titreşim beraberinde devinimi yani cezbeyi ve cezbe ile gelen sema halini getiriyor çünkü bunlar daha önce de belirttiğimiz gibi gaybi âlemden gelen kutsal kelimeler ve göze görünmeyen hakikatler. Kutsalın ve göze görünmeyenin alanına dâhil olmak ancak bu alanların titreşimine edeple ve daimi taleple uyum sağlamakla mümkün.
Alak Suresinin ilk ayeti “Yaradan Rabbinin adıyla oku.” Okumak ilk seviyede Mushaf’tan yani belli bir kitaptan okumak olarak algılanıyor. Daha derin bir seviyeden bakacak olursak sufilerin sık sık kullandığı bir tabir var: “Kitabı yüzünden okumak” Yani önce kendini, sonra etrafındaki hadisatı ve olan biteni bir kitap gibi okumak. Bu açıdan her bir okuma eylemi aslında kendi içinde bir yaratım çünkü insan okudukça etrafını anlamlandırıyor ve şeylerin hakikatine vakıf oluyor. Tasavvufi eserleri ve Sarı Abdullah Efendi’nin şerhini okumak da bu açıdan bir anlamlandırma seyridir ve hakikate doğru seferdir. Şerhin harflerinde ve Mushaf’ta gizli olan bilginin ve özellikle tasavvufi bağlamda çokça bahsedilen sırrın açığa çıkma eğilimi ve hevesidir. Buna göre okumak, Mushaf’ta yazılanları kendimizde yeniden yaratımlamak süreci için kullanılan bir etkileşim yöntemi ve aracıdır. Bunun sebeplerinden birisi metnin canlılığının ve kendi başına organik bir yapısının olması. Bu yüzden metin ölümsüz. Metnin canlılığını sürdüren şey ise okuyucunun onunla etkileşime geçerek ona üflediği nefes çünkü bir eser ne kadar içsel olarak canlılığını kaybetmese de okunmadığı sürece var olamaz. Okumak bir yaratım ve nefes verme hali.
Post modern çağa ait bir araştırmacı, 17. yüzyılda yazılmış tasavvufi bir metin ile nasıl bir iletişim kurabilir?
Kadim eserlere dönen araştırmacının, alıştığı evinden bir kopuş yaşadığını ve kendisinden önce gelen nesillere ve koptuğu/kaybettiği/unuttuğu kültüre doğru bir eve dönüş yolculuğuna çıktığı söyledik. Gurbete düşen ve Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bu eser de bu çeviri yoluyla bir nevi evine başka bir surette dönmekte ve kaybedilen hafıza günümüz şartlarına göre yeniden inşa edilerek uyarlanmaktadır.
Araştırmacı için metinle sadece sözlükler ve tarihi kaynaklar üzerinden yapılacak literatür araştırması yoluyla iletişime geçmek mümkün değil. Araştırmacının dört asırlık sürecin getirdiği hafıza kaybını onarabilmek ve geride kalanlardan yeni bir anlam inşa edebilmek için kaynak metindeki anlam ve bilgi seviyelerini de kurtarması/hatırlaması gerekiyor. Dini-tasavvufi bir metin olan “Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî”nin belli başlı bir tasavvufi arka plan ve bağlam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında bu geleneğin bağlamıyla ilişkisini de yapılandırmak durumunda. Bu yüzden araştırmacının bu eser ile ilişki kurabilmesi için ilk olarak dört yüzyıl öncesinin sosyal yapısını, bu yapının içinde var olan tasavvufi sistemi ve bu sistemi oluşturan inançları, fikirleri ve duygu dünyasını da keşfetmesi gerekiyor. Bu da araştırmacının hissettiği gurbet hissini şiddetleniyor.
Dolayısıyla araştırmacının yaşadığı acıyı yaratıcı bir şekilde dönüştürme kapasitesine sahip olması lazım yoksa bu acı kendisini yıkıma uğratabilir, umutsuzluğa sürükleyebilir. Mesnevî’de acı ve feryat içinde inleyen neyin aslında 21. yüzyıl araştırmacısının kendisi olduğunu da söylemek mümkün o halde.
Neyle birlikte araştırmacı da bu gurbet yolculuğunda, kaybettiklerinin arkasından ağıt yakmalıdır. Ağıt yakmak eylemi yabancılaşan bir dünyada alışılagelmiş değer sistemlerinin yıkıldığının idraki ile gelir. Kişi kaybetmediğinin ardından ağıt yakmaz. Ağıt yoluyla yürütülen bu yeniden yapılandırma süreciyle eserle bağlantıya geçilebilir.
Bu ağıt ile araştırmacının yaptığı şey, geçmişi yeniden düzenlemek ve şimdiki anda yıkıntılar arasında tuttuğu yasla elindekileri yapılandırarak evinde olma duygusuna kendini daha da açmaktır. Bu yüzden eser aracılığıyla şimdiki zamanda geçmişin kalıntıları arasında dolaşmayı deneyimler. Bu yolculukta geçmişin hüznü ve geleceğin belirsizliği arasında hissettiği acı ile kaybedilenleri ya da yıkıntıları bütünüyle geri talep etmenin imkânsızlığını keşfeder. Hiçbir şey olduğu gibi geri gelmeyecektir. Fakat bunun da yanında yıkılan yapının kalıntılarının arasında, yaktığı ağıtın gücü ve sunduğu yaratıcı imkânlarla derin bir kazı çalışması yürütebilir. Bu çalışma süresince kaybedilen nesnelerle karşılaşır ve tarihin unuttuğu söylemleri bütünleştirmeye çalışır. Bulduğu parçalar, geçmişi olduğu haliyle şimdiki zamana getirmese de bu kazı sonucunda yakılan ağıtla bir araya getirerek uzaklaştığımız eve bir nebze de geri dönebilmiş olmanın umudunu da içinde taşır.
Son olarak yeni projelerinizle ilgili konuşmak isteriz. Masanızda neler var?
“Adam masaya/Aklında olup bitenleri koydu/Ne yapmak istiyordu hayatta/İşte onu koydu/.../Masa da masaymış ha, bana mısın demedi bu yüke” diyor ya Edip Cansever, benim masam da şu anda ona benziyor, hem maddi hem de manevi anlamda. Yeni projelerim yine eskilere dair. Kutsal ve kadim olan İslam tasavvufu ve Anadolu bilgeliğinin günümüzde tekrar ruh bulması meselesi çalışmalarımın merkezinde. Bu izlekte öncelikle “Mesnevi’nin Parlak Cevherleri”ni talipli okurlarıyla buluşturmak ve okuma halkaları düzenlemek istiyorum. Bu halkalara katılan herkes birbirine eşit seviyeden, kendi gönüllerine ilham olunduğu şekilde Sarı Abdullah Efendi’nin rehberliğinde neyin hikâyesi ile tanışsın ve kendi yolculuklarına dair ipuçları keşfetsinler istiyorum. Yurtdışında tasavvufa meraklı çok kişi var, yaptığımız çalışmayı duyunca tercümesini sormaya başladılar sık sık. Şimdi eserin İngilizceye tercümesini merakla bekleyen bir grup var. Kadim olanı çağımıza getirmek yetmiyor bana göre onu evrensel düzlemdeki taliplileri ile de diller ve kültürler ötesi bir alanda yine de Muhammedi hakikatin merkezinde buluşturmayı arzu ediyorum. Keza yurtdışındaki Mesnevî çevirileri ve tasavvuf algısı maalesef İslam hakikati merkezli değil, daha çok hümanist bir düzleme sınırlandırılıyor. Bu yüzden çeviri çalışmalarına da yoğunlaşmak niyetindeyim. Aynı zamanda kıymetli bulduğum tasavvuf şiirlerini de İngilizceye aktarıyorum.
Bir yandan başka bir eser üzerinde çalışıyorum. İsmi “Yuva’ya Dönüş” olan bu kitap, Mesnevî’nin ilk 18 beyitini çalıştığım yıllarda gönlüme ilham olanları topladığım bir kitap. Özellikle bu ilk 18 beyitin ve neyin hikâyesinin post-modern insana (ve genç nesile) nasıl rehberlik edebileceğini, nasıl bir yol haritası çizebileceğini, problemlere sunacağı cevapları herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya gayret gösteriyorum. Yani neyin hikâyesini güncelliyorum ve onu daha anlaşılır kılmak için naçizane bazı açılımlar getiriyorum. Bunu da bağlı olduğu ruhaniyeti koruyarak, iddiada bulunmadan ve belli bir dava gütmeden yapmaya çalışıyorum. Ortaya çıkacak olanın bana ait olmamasını diliyorum. Aslımdan çıksın ne çıkacaksa.
İslamiyet’te ve tasavvufta dişil unsur da ilgilendiğim bir başka alan. Dişilik, kadına ait bir vasıf değil sadece. Cinsiyet üzerinden bakmamak lazım. Alıcılık, ilham, yaratım, tesir altına girebilme kabiliyeti gibi ilahi nitelikler bunlar ve herkeste var. Fakat ataerkil kültürün ve modernizmin getirdiği yıkımlardan dolayı bu nitelikler travmatize olmuş. Dini yaşantıdaki sonuçlarına sizin de şahitlik ettiğinize eminim. Dişil alana bağlı olmadan pratik edilen her şey ve özellikle din, ruhu olmayan kurumsallaştırılmış bir yapı haline gelebiliyor. Özellikle genç nesil de kadim kültürden soğuyor, kopuyor ve köklerinden uzaklaşarak alternatif yollar bulmaya çabalarken çok yıpranıyor ve hırpalanıyor. Bu yüzden niyetim, İslamiyet’in hakikatini ve bu hakikate giden pratiklerin birer yol olarak yapılan ibadet, ritüeller, önemli gün ve gecelerle kutlamaların manasına dair kaleme aldığım denemeleri kitaplaştırmak. Bu denemelerin merkezinde Fatıma Anamız ve onun ruhaniyetinden gelen ilhamlar var. Allah talipli olan gönülleri kutsal analarımızdan açığa çıkan şefkat ve rahmetten ayırmasın, kendi içimizdeki bu vasıflarla bağlantıya geçmeyi nasip etsin. Ancak o zaman İslam’ı, Muhammedi ahlakı ve bunlar üzerine kurulu Mesnevî gibi nice tasavvufi eserleri idrak edip kâlin de ötesinde hâl etmek nasip olur.
[i] “Samuel Taylor Coleridge‟s Eolian Harp & Mevlana’s Nay: The Representation of Musical Instruments as Living Entities in Nature Poetry,”, Yayımlanmamış Lisans Tezi, İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013.