Şair Mehmet Şamil ile, Okur Kitaplığı’ndan çıkan Posta Kodu AŞK isimli eserini ve şiirlerini referans alarak 40 mektubun öznesine ve şairliğinin mektupları üzerindeki etkisine dair konuştuk.
“Yağmurda şemsiyesi yoktur hiçbir şairin…’’ cümlenizden hareketle şunu diyebilir miyiz? Şairlerin, marjinal yaşamlarıyla toplum kargaşası içerisinde kolektif bir karakter özelliği taşıyamadıkları için bireysel özellikleri ön plandadır. Şairin karakterinin böyle şekillenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şairi toplumla bütünleşememiş birey olarak tanımlamamız her şair için ne kadar doğru olur bilemiyorum. Kolektif karakter esasında şairin karakteridir. Öyle olmasa şairin ilk tepki veren olmasını nasıl tanımlayabiliriz. Bu marjinal yaşantı masalının içinde olanların temsil paresi olduğumuz çevrede değersizlik katsayısı ile çarpıldığını bilmemiz gerek. Evet, şair kendi iç dinamiklerinde dengeyi arayandır ama dışavurum bağlamında sivil toplum kuruluşu gibi çalışandır şair dediğimiz. Öncü olmak, yaydan çıkan ilk okun şair olması bir olumsuzluk olarak algılanacaksa şairin kendine görev yüklemiş olması, bürünmesi gereken karaktere ters hareket ettiğini ortaya çıkartır ki bu durum kendi kalesine gol atmasıyla eşdeğerdir. Ben şairin, kendisine verilmiş yetenekle imtihan edildiğini düşünüyorum. Bohem dünyası denilen başıboş sanatsal hayatın parçası olmadım. Dünya görüşümüzün beslendiği şiir damarındaki şairlerin de bu kapıyı aslında hiç açmadıklarını düşünüyorum. Aksini söylemek en yakın dönemiyle Necip Fazıl’a, Sezai Karakoç’a, İsmet Özel’e hakaret olur.
“Evirip çevirip suskunluğu bağırtma!’’ Suskunluk evrilip avaza dönüştüğü noktada birçok karmaşık sesler yığını ortaya çıkar fakat bu şairin avazı ise güzide sloganlara dönüşür. Suskunluğunuzun avaza dönüşmesi mi size bu kitabı yazdırdı? Neler söylemek istersiniz?
Yazdıklarınızla baş başa bırakıldığınız zaman, susuşlar, kurduğunuz düşlerin yarım kalışını süsler. Aşkın öyle bir zamanına denk gelirsiniz ki susuşlar sevinçlerinizi dağıtıverir. Muhatabınızı konuşturabilmek yolu yarılamaktır bir bakıma. Bir bakıma da kısa yoldan aşkı terk ediştir bu. Velhâsıl suskunluğumun avaza dönüşmesi değil, sükût etmeyi kendine arkadaş edinmiş olanın suskunluk haykırışıdır bana beni yazdıran.
“Ne zaman bir rüya görsem kapıda bekliyorsun sanıyorum.’’ Bu bekleyiş ve şizofrenik tavırlarla sevgiliyi beklemek veya her gelenin o olduğunu düşünmek belki de tuhaf bir eylemdir fakat bu eylemler şair için meşru olsa gerek?
Rüyadan haberi olmayanın rüyanın ne olduğunu sorması gerekirken bunu “şizofrenik tavır” olarak algılaması ağrıma gitti. Hâl böyle olunca aşk dediğimiz şey de tuhaf kaçıyor. En iyi cevap “Aşk ol da gör” olsa gerek.
Kırk mektup ve hepsi de sevgiliye yazılmış mektuplar. Sevgilinin kırkı çıktı sanırım? Ona olan borcunuzu kırk mektupta yas tutarak mı ödediniz?
Kırk çokluğu ifade eder. Geleneğe yaslanıyor bu rakam. Sevgiliye evet ama sevgili üstü yazılmış mektuplardır. Dahası sevgiliye sevgili üstü dille yazılmış mektupların okuyucu ile paylaşılabilir yanıdır kırk mektup. Bir damlacık aşk için testiyi kırmadığımız doğru değil. Bu doğru olmayınca sevgilinin de kırkı çıkmıyor maalesef. Aşka borcum yoktu, yine de yasını tuttum; çok sıcaktı…
Mektup yazmak geleneğe dönüş olarak algılandığı için modern insan bu eylemden şiddetle kaçınmakta. Telefon, e-mail gibi daha hızlı iletişim araçlarına rağmen niçin böyle nostalji yaşıyorsunuz?
İlk olarak gelenek ile modern tanımlamaları, ânı yaşayanlar için izâfîdir. Yüzyıl öncesinin insanı da kendine “modern” diyordu. Şimdi gelenekte çırpınıyor sizin tanımınıza göre. Gelenek ve modernden kastedilenin ne’liği sorgulanmaya muhtaç. Bu, cevabını bulamadığı sürece Posta Kodu AŞK kitabımdaki mektup türünün geleneğe olduğu kadar moderne yaslanmakta olduğunun farkına varılamayacak. Şiir ile mektubun harmanlanması ve mektup türüne yeni bir soluk getirmeye çalışmamız hâliyle nostalji değildir. Posta Kodu AŞK’taki üslûp, fark edenler için geçmiş özlemi değil, gelecek kaygısı taşır.
Posta Kodu Aşk’ta geleneğin derin izlerine rastlamak mümkün. Modern dünyaya alışamadığınız çıkarılabilir mi bu tezden?
Hayır çıkartılamaz. Çünkü modern dünyaya alıştım. Alışmak da denmez aslında. İçinde doğdum. Evet, kitabımdaki en derin iz “aşk”tır. Daha derin bir iz bulmanız ise neredeyse imkânsızdır. Modern dünyaya alıştığımız içindir ki geleneğin en derin izi aşka sığınıyorum.
“Akşamları kapıma gelen kırlangıçlar gibi dokunmalıyım satırlarına.’’ Bir bekleyişin heyecanının bitmemiş olduğunu ele veriyor bu cümleniz. Özel olmayacaksa eğer beklediğiniz mektubun tarihini ve öznesini sorsam?
Aşkta zaman ve mekân kavramı yoktur. Bu nedenle Posta Kodu AŞK’ta zaman ve bir cümle hâriç mekân bulamayız. Sizin de okuduğunuz üzre bir mektupta “tarih düşmeyi sevmiyorum mektupların sonuna” demiştim. Bütün mektuplarımda özne “sen” kavramında gizlenmişken; mekânsızda ve tarihsizlikte kendilerine yer edinmişlerken ben nasıl olur da tarihi ve öznesi belli bir mektubun bekleyişi içinde olabilirim. Bizim bekleyişimiz okuyucuya kırkbirinci mektubu yazdırabilmektir.
Bilinçaltımızdaki şair inancı, onu toplumun sorularına karşı kısa yargılar içeren cevaplar vermesi için dürtüyor ve bu da anlaşılmazlığı, ötekileşmeyi beraberinde getiriyor. Şair yalnızdır, şair kendi yaşamının ölümüdür. Neden şair, şair olmaktan arınamaz?
Şairler yalnız olabilirler. Ancak bu, onların tek başına olduklarını göstermez. Şairin şair olmaktan arınmasına gerek yoktur. İstese de bunu başaramayacaktır çünkü. Başarsa da şair olmadığı ortaya çıkar. Kendini inkâra yeltenmenin olumlu yanı neden olsun? Şaire verilen meziyet artı bir değer değil, bir sorumluluktur. Bu sorumluluğa göre hareket etmek zorundadır. Şairin arınması gerekir ama bu arınma kendini temize çekmekten öteye ne olabilir. “Ötekileşme”yi ben çıkarmadım ama madem ki var, artık savunucusuyum. Çünkü siyah, karalığını beyazın aklığı olmadan asla bilemeyecektir. Her şey zıddı ile kaim olduğuna göre ötekileşmeyi ötekileştirmek yozlaşmanın savunuculuğunda sonu görmektir.
Şiir, bana göre, psikolojik bir travma sonucu veya çıldırmışlığın ürünüdür. Bir şairin seküler bir hayat sürmesi neredeyse hiç rastlanmayan bir durumdur. Bu minvalde şairleri rehabilite etmeye çalışmak gerekiyor mu?
Buna katılmak mümkün değil. Psikolojik travma… çıldırmışlığın ürünü… Oldu olacak şairleri akıl hastanesine yatıralım. Şiire ve şaire karşı doğru bir bakış açısı değil bu. Ya da ben bu tanıma girmeyi reddediyorum. Çıldırmışlığın ürünü anlamsızlıktır. Şairin Ayşe teyzeden, Mehmet amcadan farkı, hasta ruhuyla dolaşıyor olması değildir. Bu kadar basit değildir şiire tanım koymak. Şairin Günah Defteri kitabını önermeliyim burada. Hiç rastlanılmayan durum da sanırım birkaç kişiyle alakalı sadece. Seküler hayat süren şaire rastlanılmıyor diyorsunuz. Sekülerizm dediğiniz şey bireysel katılımı ön plana çıkartır. Ne gariptir ki şairlerin kolektif karakter özelliği taşımadığını öne sürüp neden bireysel yaşadığını sorgulayan da sizsiniz. Önce şairin nasıl yaşadığını doğru algılamamız ve kendimizle çelişmememiz gerekiyor. Bu bağlamda şairlere deli gömleği giydirmeye çalışan rehabiliteyi ti’ye alma hakkını kullanan şairlerin her mısrasına imza atmayı görev biliyorum.
Deneme ile şiir arasındaki farklar nelerdir? En çok hangisi sanatçının kişilik özelliklerini yansıtır?
Şiir kadim kültürün öğesidir. “Denemenin boyu kaç?” diyesi geliyor insanın. Kişilik özelliğini yansıtan ya da yansıtmak isteyen sanatçının kendisidir. Edebî türün bunda inan bir suçu yok.
Şiir bir doğum gibi sancılarla mı gelir? O sancılara rağmen yazamadığımız anlar olabilir mi?
Bir şeyin şiir olup olmadığına karar verme ânıdır şiirin yazılış süreci. Bakın “yazmak” diyoruz. Söylemden, söylenilenin kayda alınmasından çıktı şiir. Sekülerizm dediğimizdir bizi bu noktaya getiren. Hâliyle retoriğe uygunluk aranıyor. Günümüzde her şair kendi şiir kurallarını biraz da olsa kendi koyuyor. Koymak zorundadır da. O mihenkten geçiriyor sözü. Bütün bu işçiliği doğum sancısı gibi pek çok şeye benzetebilirsiniz. Bu benzetmede de şüphesiz yapılan her ameliyat başarılı geçmez. Masada kalan da olacaktır çoğu zaman.
Bana göre şairler, kayıtsızdır felâketlere karşı. Örneğin; ülkesi işgal altındayken, o bu işgale rağmen meyhanelerde şiirleşip gününü gün eder. Demek istediğim şairin, politik kaygıları neden yoktur?
“Şairler” diyerek kimleri kastettiğinizi bilmek isterdim açıkçası. Şair dediğiniz bu cibilliyeti bozuklarla aynı kefede değerlendirilmemin canımı sıktığını bilmenizi isterim. Şair tasavvurunuzun çocukluk evresine de ayrıca inmemiz gerek. Kesinlikle yolu tıkayan bir şeyler var. Tanımlamaya girenlerle bağ kurmamaya çalışmak, dünya gözüyle yazdığım en iyi şiirimdir. Politik kaygı dediğiniz şey, bir partinin üyesi olmaksa her şair kendi başına bir partidir. Kendi poetikasını ve politikasını oluşturması ya da bağını kurması gerekir. Bizim meyimiz aşk şarabıdır. Meyhaneyi de aşkın cezbesi biliriz. Gayrısını görecek gözümüzün olmamasını da erdem… Kimliğini oluşturamamış olandan şair mi olurmuş! Muhatabına ulaşamamış bir sorudur ne yazık ki bana sorulan.
Söyleşi için teşekkür ederim.
Rica ederim.
Salih Ağbalık sordu