Tarifini yapmanın, kendisini yaşamaktan daha zor olduğu bir şeydir “aşk”. Üstelik tarifi, kişiden kişiye değişen, anlaşılması güç bir mahiyettedir. Yeryüzünde misafir olmuş her âdemin, onun hakkında söyleyecekleri de birbirinden farklı olmuştur hep. Esasında aşkı dile dolamaya çok da lüzum yoktur. Zira aşk, kâl diliyle değil hâl diliyle anlaşılır; aşkın özü böyle kavranır.
Lakin bizim gibi henüz o mertebeye ulaşamamış insanlar, gidip büyüklerine aşk hakkında sorular sorar. Sanırım her dönemde bu tür kâl ehli çoğunluğu oluşturmuş ki eskilerden beri aşk üzerinde birçok tartışmalar yapılagelmiş: Aşkın varlığı, nasıllığı, sebepleri, gerekliliği, vs. Aşkın dedikodusunu yapanlardan işittik ki: “İlahî aşka ulaşmak için önce mecazî aşkı yaşamak gerekir!” Peki, ama bu nasıl olur? Bir beşere âşık olmayan olduğu yerde saysın, Yaratanına gönül bağlamaktan mahrum mu kalsın? Dayanamayıp bu meselenin peşine düştük ve mezkûr dedikodunun aslı-astarı olup olmadığını soruşturduk.
Mustafa Demirci: “Böyle bir şart yok”
Böyle bir şart yok. İlla beşerî aşkı yaşamak gerekmez.
Ama temiz bir beşerî aşk yaşanırsa, oradan ilahî aşka geçiş kolay olur.
Esan Gül: “Aşk bir sıçrama tahtası değil”
Öncelikle, “ilahî aşk” kavramı her ne kadar insanlara -özellikle Müslümanlara- hoş gelse de, kavram olarak yanlıştır. Çünkü aşk insanlar arasında olan bir durumdur. Allah ile kul arasında aşk değil, sevgi olur. Özellikle mutasavvıflar bunun üzerinde çok durur ama sembolik anlamda bu da yanlış bir yönelimdir. Çünkü aşkta asıl olan, âşık olduğunuz kişide durmaktır. Eğer âşık olduğunuzda sabit kalmazsanız bu aşk olmaz. Yani insanlara âşık olarak Allah’a aşkı bulamazsınız. Çünkü başka bir aşka yönelirseniz bu ihanet olur. Aşk bir sıçrama tahtası olarak kullanılamaz. Başka bir alana yönelim olarak kullanılamaz.
Müştehir Karakaya: “Her şeyde aşk var”
Evet, bu aşk konusu geniş açılımlı olduğunda, her şey bunun içine girer. Aşk bize göre hayatın mayasıdır. Her şeyde aşk var. İnsanın yeme-içmesinde de aşk var, birine duyduğu arzu ve istekte de. Ağaçların yaprak vermesinde de aşk var, yağmurun yağmasında da. Kuşların ötüşünde aşk yoksa kuş eksik kalır. Bunda bir safsata yoktur. İlahî aşk sadece bir mertebedir. Yaratılana duyulmayan aşk olmasa, yaratana nasıl bu aşkı duyumsarsın? Çiçeği sevemezsen, böceği sevemezsen, güneşi, ayı, çocuğu, kadını sevemezsen bu ne menem bir aşktır?
Önermeyi doğru kurmak gerek, tespit şu: Yaratılan yaratanın cinsinden değil. Yani Allah, insanın cinsinden değil; ya da tabiatının cinsinden, cansızın cinsinden değil. Ruh, Rabbimizin bir nefhasıdır. Bu bağlantıyla, önce yaratılmış bir cisme aşk duyarız. Kadını sevmeden, aşkın bu cüzünü tatmadan, yüce Yaratana nasıl bir aşkla bağlanabiliriz ki? Onun yaratıcılığı her şeyi kapsayınca, tabii ki her şey de onun içine girer. Uzun sözün kısası, ben şöyle demişim mısralarımda: “Ahdim lekesiz bir nirvana yolcusunun ayaklarını öpmekti/ Dare gitmek için cübbenin altında bir zünnar gerekti”
Senai Demirci: “Fıtrata aykırı”
İlahî aşkı beşerî aşk üzerinden yaşarız. İnsan, insanı sevmeden Allah'ı sevemez ki. Aksi takdirde bir tür ‘laiklik’ icat etmiş oluruz kendimize. İçeriden bir laiklik! Yaratılanlar ile Yaradan'ı rakip kılarız sanırız birbirine. Allah'ın yarattığını sevmek suç değil; suç, Allah'ın yarattığını severken, Allah'ı unutmak, Allah yerine onları sevmek. Yaratılanı severken Yaradan'dan yüz çevirmek. Leyla'sız Mevla'ya gitmek de, Leyla'yı Mevla'sız sevmek de doğru değildir; fıtrî olmaz.
Selahattin Yusuf: “Hepsi bir aslında”
Ben dünyevî aşkın da, kadın-erkek aşkının da, kadınsız erkeksiz aşkın da bir bütün olarak ilahî aşka dâhil olduğunu düşünüyorum.
Aşkı ‘ilahî’ ve ‘ilahî olmayan’ diye ikiye ayırabileceğimizi de sanmıyorum.
Ahmet Murat Özel: “Hedefini tutturamamış aşka beşerî deriz”
Aşk bir mermidir. Ve silahınızı Allah doldurmuyorsa şeytan doldurur. Aşk mermisi ölümcül değilse (ki âşığın namlusu kendisine bakar) kuru sıkı deriz biz ona, ya da tatbikat mermisi. Ki bu Allah’ın dönüp bakmayacağı bir oyuncaktır. Aşkın beşerîsi yoktur. Acemi, ilkel, hedefini tutturamamış aşka beşerî deriz. Ona hakiki aşk denmesi caiz değildir, böylesi Allah’ı kıskandırır, gayretullaha dokunur. Aşk, ilahî aşktır. Beşerî aşk bazıları için tatbikat mermisi hükmündedir: Onunla atış öğrenir, hakiki sevgiliye yetiştirilir. Bazıları da orada kalır, ebedî bir tatbikat eri olarak: rütbesiz, makamsız, kavruk, dünyalı… Beşerî dediğimiz bir aşkın, şiddeti, celali, ateşi yerindeyse, ilahî olmaya az kalmıştır; mübarek olsun. Ama az bazen çoktur: “Rabbinin katında bir gün, saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac/47)
Mazlum Uyar: “İnsanları sevmeyen biri Allah’ı sevemez”
Sevginin bir boyutu eksik olursa kâmil sevgiye nasıl ulaşılabilir? Sonuçta bir eşe, anne-babaya, çocuğa duyulan sevgi ile Allah’a duyulan sevgi aynı köktendir. Bunu birbirinden ayrı düşünemeyiz. İnsanları sevmeyen biri Allah’ı sevemez. Hem, bir kişiyi sevenlerin hayatlarında daha mutlu olduğunu, işlerinde daha başarılı olduğunu görüyorum. Ancak sevginin bir boyutunu eksik bırakanlar diğer işlerinde ve sevgilerinde de nakıs kalıyorlar.
Sadettin Ökten: “Âşık olmak için âşık olunmaz”
İlahî aşkı yaşamak için mecazî aşk sürecinden geçilir. Ancak herkes bu geçişi gerçekleştiremez. Yalnız Allah’ın diledikleri ilahî aşka geçebilir. Niye böyle? Öyle işte… İlahî hikmetten sual sorulmaz. Şunu da unutmamak gerekir: Âşık olmak için âşık olunmaz. Âşık olunur!
Şeyma Derbeder bir merakla sordu
*Manşetteki söz gizli sufilerden Ahıskalı Yusuf Ziya Efendi'ye aittir.