Söz vaktinde açılırmış ya, rahmetli Ahmed Yüksel Özemre, o cana can katan, leziz tatların durağı  ‘Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı’nı anlatmaya durduğu cânım kitabın önsözüne şöyle bir durup bakıvermiş: “1994 senesi Ramazan’ında, içimde, bu ‘Attâr Dükkânı’ ile ilgili olarak yaşadıklarımdan hâfızamda yer etmiş olanları yazıya geçirmek husûsunda bir heves doğdu… 17 gün ve 17 gece kendimi bu işe öylesine kaptırdım ki zevcem bile günlerce: ‘Hû! Akşam ezânı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!’ diye latife yolu târizde bulunur olduydu.”

Düşündüm de, ömrümün otuz sekiz yılının bakiyesi olarak pek az kitabın lezzetinin dimağımda yer edindiğinin farkına vardım. Dimağımda sesler bırakan, billûrdan Türkçenin latif hamuru ile yoğrulmuş o kitaplardan birini döne döne okudum yakınlarda. Kubbealtı Yayınları’ndan çıkan Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, yirminci yüzyılın ilk yarısından başlayarak seksenli yıllara kadar süren bir yârenlik faslının alabildiğine insicamlı hayatlarıyla örülmüş, bir lokma bir hırka faslının son temsilcileri olarak ömrünü hitama erdirebilmiş delisi ve velisi ile son, en son dükkân belki de.

Hikâyemiz malûmdur ki Üsküdar’da başlar. Üsküdar ki, hükemâsı, üdebası, şuarası ve esnafıyla bir aşk evreninde buluşan dostların ev sahipliğine son yüzyılda tanıklık etmiş ve dost bakışlarıyla beldetün tayyibetün levhasını haklı olarak alnının çatına vurmuş bir özge semttir şehr-i İstanbul’da. Dahası şu, attâr dükkânı deyip de geçene veyl olsun mu bilmem ama, Saim, Ahmed ve Mustafa Düzgünmanların uhrevi sadelikler, badeler sunan hepi topu üç dört metrekarelik dükkânlarından kimler geçmemiş, kimler tarih ve zaman ile halvet olmamıştır ki? Rahmetli Ahmed Yüksel Özemre’nin billûrdan Türkçesi ile pek edebî tadlar devşirdiği bu dükkânın bilirim ki şimdi yerinde yeller esmektedir. Hakimiyet-i Millîye Caddesi’ndeki 104 numaralı attâr dükkânı, bir dergâh hüviyetiyle pek asûde zamanlar yaşamış ve yaşatmıştır vaktin erenlerine. Cümlesinin ruhuna rahmet. Erbabı Özemre, ki hikâye ondan mütevellit, demekte ki, yarım asır öncesinin Üsküdar’ı gürültüsüz, âsûde bir beldedir. Nüfûsu ancak kırkbin civarındadır. Sabahları hemen her mahallede önce bülbüller şakımakta; akabinde de horozlar ötmektedir. Hakimiyet-i Millîye Caddesi’nin kat’ettiği çarşı dahi günün büyük kesiminde sessizdir.

Bu sessiz beldenin ve bu işlek dükkânın müdavimleri

Dükkân sahiplerinden Saim Düzgünman son derece dindar, hilm sahibi ve İstanbul’un son beyefendilerinden. Aziz Mahmud Hüdâyi Camii’nde imamlık görevini ifa eylediği gibi çevresine karşı son derece hayırsever, alçak gönüllü bir şahsiyettir. Dindar dedik, efendim Birinci Cihan Harbi esnasında cümle imam efendiler çeşitli cephelerde bulunduklarından İstanbul’a gönderilen şehitlerin cenaze levazım işlerini fisebilillah kendisi üstlenmiştir. Kardeşi Bekir Düzgünman ise daha bir celalli ve sabırsız bir görünüm arz etmektedir. Öyle ki bu huyunu bilenler, dükkâna varmak için Bekir Efendi’nin yirmi metre ötede bulunan camiye öğle veya ikindi namazına dâhil olmasını gözlerler.

Bu sessiz beldenin ve bu işlek dükkânın müdavimleri acaba kimlerdir dersiniz? Özellikle cumartesi günleri öğleden sonra, cem’olunan mekânda, meşhur san’atkârları, ârifleri, sırlı sofîleri, tasavvuf ehli, saz ve söz üstadları ve meşayihinin âdeta akademiye çevirdikleri agoraya hepsi de ayrı ayrı cansuyu katmışlardır. Sohbet halkasının derinleşmeye yüz tuttuğu otuzlu ve kırklı yıllarda Rufaî şeyhi Sarı Hüsnü Efendi’yi, Sandıkçı Dergâhı’nın son şeyhi Haydar Efendi’yi, Rufaî şeyhi Hayrulah Taceddin Efendi’yi, Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir Baba’yı, Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref Efendi’yi, Özbekler Tekkesi’nin son şeyhi Necmeddin Efendi’yi, Üsküdar İskele Camii baş imamı Nâfiz Efendi’yi, Necmeddin Okyay Hoca ile birlikte kendisi gibi eski tarz ciltte ve ebrûda güzel eserler vermiş olan oğlu Sâcid Okyay’ı, Osmanlının son müezzinbaşısı Hafız Muhiddin Efendi’yi, Öz Söz risalesi müellifi Fehim Tandaç’ı, Melamî Abdullah Bey’i, ressam Hoca Ali Rıza Bey’i, neyzen Niyazi Sayın’ı, Üveysî meşrep bankacı Turgut Çulpan’ı, Abdülbâkî Gölpınarlı’yı, gazeteci-yazar Nezih Uzel ve bir de mezkûr kitabın müellifi ile muhterem pederleri Mehmed Nurullah Özemre’yi zikreder Ahmed Yüksel Özemre.

Rahmetli Özemre’nin yazdıklarına bakacak olursak, devir, dem ve yaş olarak acaib kayıplarımızın olduğu muhakkak. Dedik ya, söz vaktinde açılırmış, bir hatırasını anlatırken şunları söylüyor rahmete uğrayasıca: “Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi yetişme çağlarının en büyük Kur’an tilavet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Camii İmamı Ahmed Nazif Efendi’nin talebelerinden olan babamın tilavetindeki şîveyi, tavrı ve musıkîye vukûfunu çok takdir ederlerdi… İmamların, kıldırdıkları namazın tilavetine göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Saim Efendi Amca’nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan ve bilhassa terâvih namazlarından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirah, neş’e ve letafet bahşeden imamlara, maalesef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.”

Yalnızca Üsküdar’ın değil, bütün Türkiye’nin kültür hayatında müessir olmuş bulunan 75 yıllık bir irfan yuvası

Hani dedik ya, hepi topu üç dört metrekarelik dükkâna 7-8 kişi zor sığdığı halde, bu irfân meclislerindeki sohbet ve muhabbetin lezzeti mekânda bulunan herkesi uhrevî bir âleme ref’ettiğinden, kimse bu sıkışıklıktan müşteki olmamaktadır. Kış mevsiminde ise dükkân, ortadaki masa ile üzerine oturulan sandık arasına yerleştirilen ‘Alattin’ marka borusuz bir gaz sobasıyla ısıtılabildiği kadar ısıtılmaktadır.

Envai çeşit nesnenin sergilendiği cephesi 3 metreyi bulmayan iki katlı kârgir yapılı ve derinliği de 5-6 metreyi ancak karşılayan bu dükkânda dokuz boğaz geçimini temin ettiği gibi, esasında mesele boğaz doyurmak da değildir zahir. Kutulara sırayla dizilmiş çeşitli uzunluk ve kalınlıkta yâsemin ağızlıklar ve zıvanaları, şimşir kaşıklar, çengelli iğneler, topu iğneler, dikiş iğneleri, çuvaldızlar, çeşitli kalınlıkta yassı ve yuvarlak çamaşır lastikleri, sapan lastikleri, topaçlar, rengârenk teneke kumbaralar, açılır-kapanır tahta metreler, duvarcı şakûlleri, yün örmek için iğler, jiletler, tıraş makineleri, sabun ve fırçaları, diş fırçaları, misvâklar, Radyolin marka diş macunları, nazar boncukları, fırdöndüler, gaz lambası gömlekleri, ardıç katranı ibriği, zift ve balmumu blokları, sicim yumakları, tahta kaşıklar, büyük cam nazarlıklar…. Bunların ve sair sayamadıklarımızın yanında, hint yağı, sabunlar, tesbihler, haşarat ilaçları, elbise fırçaları, nane ruhu, kekik yağı, karanfil yağı, acı elma yağı, gül yağı, akbıyık karabiber, toz ve kabuk tarçın, toz ve kök zencefil, kimyon, kırmızı biber, sumak, karanfil, havlican, kişniş, mahlep, sâlep, çörek otu, susam, Hindistan cevizi, anason, dolma fıstığı, kuş üzümü, damla sakızı, rezene, karbonat, limon tuzu, nöbet şekeri, safran gibi pek çok ıtriyatın yanında kimyevi maddeler de bulunmaktadır. Bunlar bahsi diğer…

Dükkânın müdavimlerinden Eşref Ede’yi, Nafiz Uncu Hoca’yı, Ahmed Celâleddin Dede’yi, meczub Mortucu Salih’i, Sükûtî Dede ve Arap Hoca’yı, Takunyacı Kemâl’i, hepsini ama hepsini üç beş satıra sığdırabilmek ne mümkün. Her birinin zahirde ve batında birer meşale olduklarına dair inancımı doğrulayacak pek çok deliller mevcut. Bu delillerin bir bölümünü ucundan kıyısından ortaya seriveren merhum Özemre’nin liyâkat hususunda onlara biçtiği rol elbette tartışılmaz.

Zaman geçti ve modernizm, vahşi tabiatında gizlediği insicamsız, tutarsız alelusûllükleri birer birer önümüze diziverdi. Bütün bu olumsuzluklardan nasibini alan attâr dükkânı da merhum müellifin ifadesiyle, ‘mûtad olduğu üzere, bir kuyumcu dükkânına dönüşürken, şu yâhut bu şekilde doğrudan doğruya veyâ dolaylı olarak, yalnızca Üsküdar’ın değil, bütün Türkiye’nin kültür hayatında müessir olmuş bulunan 75 yıllık bir irfan yuvası da devrini kapamış, tarihe gömülmüş oluyordu.’ Oysa mağlup olarak kapanan ömrümüzde, kapatılan nice irfan yuvası gibi sadece Üsküdar’da bir attâr dükkânı değil, bütün cephesiyle insanlığımızın kapanmasıydı acı olan!..

Reşit Güngör Kalkan yazdı