Adına “süreli yayın” da dediğimiz dergilerle tanışmamız tarihi kaynaklara göre 1600’lü yıllara dayanır. İngiltere’de 1692 yılında erkeklere yönelik çıkan The Gentleman´s Journal Dergisi haber, tarih, felsefe, müzik gibi başlıklar içerir. Sonrasında birçok resmî ve özel dergilerin çıktığını, bunun her çevre tarafından bir ihtiyaç olarak görüldüğünü söylemek de mümkün. Peki, insanların kitaplarda bulamayıp da dergilerde aramaya koyulduğu şey ne olabilir?

Ayda bir, iki ayda bir, ya da dönemsel olarak çıkan bu dergilerin raf ömrünün uzun olduğunu söyleyemeyiz. Bin bir merak ve heyecanla alınan dergilerin masa üstünde durma kabiliyeti en fazla birkaç aydır. Meraklısı, arşiv delisi olanlar için elbette bu çok yanlış bir cümle. Çünkü onlar, dergiyle işi bittikten sonra, bu öyle kötü bir tabir olan “kullanıp atmak” manasında değil tabii, okunacak şeylerin hakkını verdikten sonra tozlandırmak üzere saklarlar. Derginin kendisine gösterilen bu ihtimam, içinde yuvalanan eserlere ne kadar gösterilebiliyor bir de bunu irdelemek gerekir.

Edebiyatımızın güçlü eserlerinden biri olan Kürk Mantolu Madonna’nın üzerinden sanırım bunu daha rahat açıklayabiliriz. Mâlumunuz üzere, Sabahattin Ali bu hikâyeyi 1941 yılında Hakîkat Gazetesi’nde yayımlamaya başlar. Tam kırk sekiz bölümden sonra, tekrar yazar ve nihayetinde kitap haline getirir. Bir gazetede seri olarak okunan hikâye, eğer iki kapağa kavuşturulmasaydı bugün hâlâ çok satanlar arasında olabilir miydi? Hayır, elbette olamazdı. Yıllar sonra “Aaa, ben o cümleyi hatırlıyorum. Hakîkat Gazetesi’nin Ocak ayındaki bilmem kaçıncı sayısında geçiyordu, dur hemen bulayım.” diye bin dereden su getirecek cinsteki bu cümleyi hiçbirimiz kuramazdık. İki kapakla müşerref olmayan eserlerin sonu görünen o ki biraz hazin oluyor. Yani, Sabahattin Ali’ye bile bunu revâ görebilecek bir düzen günümüz yazar ve şairlerine neler yapmaz…

Sayısını net olarak bilemediğimiz yüzlerce dergi-fanzin bolluğu içindeyiz, bu muazzam. Önceden yâr deyince kalem elden düşerken, şimdi metrekareye kaç dergi düştüğünü hesaplamaya kalksak başarılı olamayız galiba. Bir grup iyi anlaşan, aynı masada çay içen, arada bir eleştiri yapan insanlar bir araya gelip ilk iş dergi çıkarıyor; dergi nur topu gibi okunacaklar listesine adını yazdırıyor. Hepsi birbirinden kıymetli, renkli, bol içerikli bu yayınların birbirlerine bir minibüsçü edâsıyla “arkalara doğru ilerleyelimm!” dediğini duyan bir ben değilimdir muhtemelen. Dergi çıkaranların heyecanlarını biliyoruz da bin bir umut içinde dergiye verilen yazıların, şiirlerin, her türlü ürünün heyecanını neden görmezden geliyoruz peki? Dergicilerin heyecanı, eser sahiplerinin heyecanını döver mi yoksa? Çok sevdiği dergiye ilk eserini gönderen birinin sevincini düşünelim. O dergiyi büfeden alırkenki tatlı telaşını… Sayfaları buruşturduğunu hesaba katmadan çevirmesini ve nihayet yazısını gördüğü o ilk ânı. Birkaç saatlik mutluluktan sonra akla ilk gelecek ilk şey, acaba kaç göze değebilecek bu yazım?

Kaç göz görecek, kaç kişi okuyacak?

Eser sahibi zaten ezbere bildiği yazısını okumanın telaşında değildir. Kaç okura seslenebileceğinin hesabını tutar en çok. Bu kişi gibi binlerce kişi olsa, her biri eserlerini yayımlasa ve bizlerden bunlara şahit olmamızı beklese, hangi birinin bu dileğini yerine getirebiliriz ki? Biliyoruz ki, bu matematik üstü bir hesaptır. Bereketli topraklardan bereketli dergilere evrilen günümüz edebiyat dünyasında, her yazıyı birebir takiplemek şöyle dursun, çoğundan haber alamadan arkalara doğru itiveriyoruz. Bunun sorumlusu kimlerdir diye düşününce zavallı okurların parmakla gösterilmesi haksız bir cevap olacaktır. Her kitlenin kendi gölgesinde çıkan dergilerin tamamına hâkim olmak, o heyecanlı yazıların kapılarını çalmak mümkün olabilse keşke. Gözden kaçan kim bilir nice eser vardır. Ne yalan söyleyeyim, bunların da insanlar gibi kimsesizler mezarlığına defnedildiğini düşünmüyor değilim. Aslında görsek belki bir ünsiyet kurabilirdik. Belki başka eserler yazmasına da vesile olurduk ama göremedik. Göz görmeyince de gönlümüzün a planı: katlanıyor işte. Elden ne gelir, ahval ortada, burası öyle kalabalık ki iğne atsanız bir başka derginin kafasına düşüyor.

Ama belki de o görülemeyen eserler çok çok kıymetlidir. Göz değse kıymetinin telinden tel kopacaktır belki de. Hatta göremediğimiz için eser sahibi müteşekkir olacaktır belki de bize. Bilemeyiz. Bunu söyleyip teselli edilmeyi bekleyen yazarlar, şairler muhakkak vardır. Demek ki okurlar olarak bizler bu muazzam eserlere layık değiliz. Demek ki, bu eserler kıymetli bir maden gibi gizlenecek eski sayılar arasında. Yok yok, eser sahiplerinin içleri rahat olsun. İyi çocuklar olabilseydik o güzelim yazıları da görebilirdik. Bütün suç bizim, yani gariban okurların. N’apalım, bu kez de biz arkalara doğru ilerleyelim o vakit.

Kevser Tekin