Aralık 2020 dergilerine genel bir bakış-4

2020’de çıkmaya başlayan Söğüt dergisi, 6. sayısı ile bu yılı tamamlamış oldu. Önemli konuları kapağına ve sayfalarına taşıdı. Tüm bunların bir vefa örneği olması da ayrı bir güzellik olarak kayıtlara geçti.

6. sayının dosya konusu; Ömer Lütfi Mete. Romanıyla, şiiriyle, senaryosuyla ve daha da önemlisi kişiliğiyle iz bırakarak aramızdan ayrıldı Mete. Söğüt dergisindeki dosya, onu daha yakından tanımak isteyenler için iyi bir fırsat.

Sinan Terzi’nin giriş Söğüt’ten Yazısından…

“Söğüt dergisi 6. Sayısı ve “Ömer Lütfi Mete” dosyasıyla ilk yılını hitama erdirmiş oldu. Bir boşluğu doldurup doldurmadığı, hangi yaraya merhem olduğu, fikrine, ülküsüne ve en başta “Türk edebiyatına” ne denli hizmet edebildiği kıymetli okuyucunun takdirindedir. Ancak biz bir muradın peşinde inat ediyorduk. Ne muradımızda ne inadımızda yanılmadığımızı gördük. “Kendi ağacımızın gölgesinde, kendi türkülerimizi, bize özgü nağmelerle söylemekti” o murat, söyledik. El sazına mahkûm öksüz ozan gibi boynumuz bükük, sırtımız kambur gezmedik. Eli kalem tutan, muradı muradımız, sözü sözümüz, inancı inancımız olanlarla yol yürüdük, yürüyeceğiz de.”

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Ömer Lütfi Mete, yakın dönem tarihimizde düşünceleri ve ortaya koyduğu eserleri -özellikle senaryoları- ile toplumsal hafızamıza önemli katkılar yapmış bir isimdir. 1950-2009 yılları arasında yaşayan Mete’nin idrak ettiği bu süreç, yine yakın dönem düşünce tarihimiz açısından en hareketli ve hararetli dönemdir. Siyasi yaşamımız bakımından ihtilallerin, anarşinin yükseldiği, sosyolojik çalkantıların zirve yaptığı bu dönemde Ömer Lütfi Mete yazdıkları, yaptığı programlar, söylem ve konferansları ile belli bir siyasi, sosyal ve kültürel kitleye hitap etmiş, oldukça geniş bir kitleyi etki altına alan edebi ve sosyal faaliyetler içerisine girmiştir.”

“Ömer Lütfi Mete yazarlığı ve gazeteciliği boyunca toplumu ayrıştıran, onu bir bütün olmaktan çıkaracak meselelerin üzerinden bir ün, para veya makam sahibi olmaya kalkmamış bir aydındır. Ömer Lütfi Mete’nin bu tavrı her zaman ve her koşulda sabittir. Kendisine yakın hissettiği camiada da bu dik ve kararlı tavrını sürdürür. Mete, kendi camiasının yanlışlarını da eleştirebilen, doğruları her zaman ve her yerde söylemekten çekinmeyen bir insandır. Ülkücü camianın içinde nice yazarların rüzgârın estiği yönde eğilmesi, onun dimdik duruşunu daha önemli hale getirmiştir.” Hasan Hüseyin Gök

“Babamı tarif edebilmenin en iyi yolu sanırım onun bende yarattığı tesirleri, zihnimde bıraktığı resimleri anlatabilmek olacak. Babam, ortadan biraz uzunca boylu, Karadeniz’de geçen gençlik yıllarından ötürü oldukça geniş omuzlu, heybetli bir adamdı. Öyle ki bir koluna beni, diğer koluna kardeşimi yahut ablamı takıp ağırlığımızı duymadan açık denizde saatlerce yüzüyor, elli yaşlarında olduğu hâlde ağabeyimin akranlarıyla futbol oynuyor, ona “Ömer Amca” diye seslenmelerine rağmen takımın yıldızı gibi puan topluyordu. Omzuna yaslanmak, ona sarılmak bizde bir hafiflik duygusu uyandırıyor, onun kuvvetine sığınıyorduk. Kocaman, yumuşacık elleriyle bahçede toprak kazıyor, kavurucu güneşten yandığı hâlde gençliğinde çok üşüdüğü için sıcaktan bir an şikâyet etmiyor, yine aynı ellerle bize sahanda yumurta yapıyor, saçlarımızı tarıyor, tırnaklarımızı kesiyor, başımızı okşuyor, yanaklarımızı sıkıyor, sonra saatlerce yazı yazıyordu. Hâsılı o kocaman eller, bütün dünyamızı kaplıyordu. Uzun yüzünde hüzünlü fakat mutlu bir adamın her şeyi gören, duyan, bilen o anlamlı ifadesi vardı. Başka hiç kimsede görmediğim olağanüstü bir gülümsemeyle kalbimde unutulmaz, hoş bir duygu bırakıyor, o gülümseyince derin kahverengi gözleri kısılıyordu. Ne zaman bakışlarını yakalasam dünyayı onun bu ışıklar saçan, güzel bakışlarından izlemek arzusu duyuyordum. Çünkü o her şeyi ince, içten, yoğun bir sevgiyle görüyor, onun bakış açısında hayat bir masal ülkesine dönüyordu. Onu hiçbir dünyevi dert korkutup incitemiyordu.”

“Babam bir yere, bir odaya girince sanki yer genişler, ferahlardı. Yalnızca gözlerindeki küçücük bir anlamla kalplerimizi tamir ediyordu. Bu dünyaya bin kere gelsem yine onun kızı olmak isterdim. Hiçbir günümü onunla geçirdiğim bir âna değişmezdim. Allah’a böyle bir babaya sahip olduğum için ne kadar şükretsem azdır. Umarım hayatta ne görürsem göreyim, ne öğrenirsem öğreneyim hiçbir şey bana ondan öğrendiklerimi unutturmaz. Dilerim Allah’tan, benim, ailemin ve babamı seven herkesin onunla tekrar bir muhabbet hakkı olur.” Fatma Berra Mete

“Ben, Türk Edebiyatı Vakfı ve dergisine 1981 yılının Kasım ayında dâhil olmuştum. O dönemde derginin yazı işleri müdürlüğünü yine genç yaşlarda rahmetli olan Şevki Özpeynirci yapmaktaydı, o da Tercüman gazetesindendi. Ömer Lütfi Mete’nin önce ismiyle dergi sayfalarında tanışmıştım. Orta sayfalarda şiirleri, denemeleri ve hikâyelerini görüyorduk. Bunun yanı sıra her sayınının son sayfalarında yer alan “Sanat Fidanlığı” köşesini de o hazırlıyordu. Sanat Fidanlığı, şiire meraklı gençlerin dergiye gönderdikleri şiirlerinin değerlendirildiği köşeydi. Mete, her birini ciddiyetle okuyup tek tek eksiklerini açıklıyor, dikkat etmeleri gereken hususları işaret ediyor, şiirde dilin imkânlarını ne şekilde kullanabileceklerini anlatıyordu. Üslubu teşvik ediciydi, zira gençlere verilen emeği, memleketin geleceğine yatırım olarak görüyordu. Çok beğendiği mısraları, heyecanla üzerinde dura dura bizlerle de paylaşırdı.” Belkıs İbrahimhakkıoğlu

“Bildiğini, inandığını söylemekten asla geri durmamış, dervişane ömrünü insana ve güzel olan ne varsa ona adamıştır. Onu tanıdıkça insan kendine “Bir insan hem bunca hakikati konuşup hem de nasıl kimseyi incitmez?” diye sormadan edemiyor. Zihninin tatmin olduğu tüm gerçekleri cömertçe sunarken, muhatap olduğu her kalbi ilahî birer lütuf bilmiş ve incitmekten sakınmıştır. Onun mücadele ettiği şey insan değil çirkin eylemlerdir. Çünkü onun için ‘mutlak düşman’ yoktur; bugün yanlış bir tavrından ötürü kalbimize soğuk gelen birisi sonraki bir zamanda içten bir eylemiyle içimizi sıcacık edebilir. Kardeşliğin ve insanca yaşamanın sırrı da selim kalp sahibi kişileri hakikate ulaştıranda bu bilinçtir.” Fatma Aksu

“Bu dünyadan bir Ömer Lütfi Mete geçti. Bu yazıya başlarken direkt bir ilhamla parmaklarım benden bağımsız bu cümleyi yazdı adeta: Bu dünyadan bir Ömer Lütfi Mete geçti. Bu cümlenin bendeki derinliğini sizlere aktarabilecek miyim emin değilim ama en azından deneyeceğim. Ömer Ağabey ile bir ağabey-kardeş ilişkimiz vardı. Nasıl tanıştığımız konuları ile okuyucuyu gereksiz yere meşgul etmek istemediğim için bir kardeşi olarak onun bende bıraktığı izi yazmak istiyorum.

Ömer Ağabey her şeyden önce, bana göre bir şair-filozof idi. Üstelik, Muhammed İkbal, Nietzsche, Mevlâna, Goethe, Ömer Hayyam gibi mistik bir şair-filozof idi. Ömer Ağabey’in görüşleri bu saydığım düşünürlere yakın da olabilir taban tabana zıt da olabilir ama burada görüşlerden çok ilk olarak Ömer Ağabey’in mistik şair-filozof yanına dikkat çekmek istiyorum. Ömer Ağabey’in sınırlı sayıda yazdığı şiirlere bakarak, onun şair yanını abarttığımı düşünenler olabilir ama ben Ömer Ağabey’in yazdığı şiirleri değil, onun mistik bir şair-filozof tarafına önem veriyorum çünkü onun fikir akımlarına ve problemlere ve hayata bakışında yaklaşımı mistik, şairane ve filozofça idi. Bana çok daha ilgi çekici gelen yanı ise, Ömer Ağabey’in yaşama bakışının da mistik, şairane ve filozofça olmasaydı çünkü o adeta yaşayan her şeyi bir şiir gibi görüyordu.” Mete Aksoy

“Ömer Lütfi Mete’yi daha ziyade fenomen bir izleyici kitlesi oluşturmuş olan senaryoları ile tanısak da kendisi aynı zamanda bir roman yazarıdır. Üzerinde konuşmaya niyet ettiğimiz Asker ile Cemre romanını, 59 yaşında vefat eden yazarın ölümünden üç yıl önce, 2006 yılında yayınlamış olduğunu düşünürsek, bir olgunluk çağı eseri kabul edebiliriz. Bu roman, yazarın bir anlamda toplumumuzda kalıplaşmaya, hatta kabuklaşmaya müsait olan dinî kıstaslar üzerine bir manifestosu olarak da okunabilir. Çoğu yerde mistik özellikleri ağır bassa da günümüzde çokça okunan, o içi boşaltılmış cümlelerle hümanizmin altını çizen bir mistik yaklaşımdan ziyade, tasavvuf algısını sorgulayan bir eser. Üstelik kitapta din bezirgâncılığına soyunmuş olanlara göndermeler yaptığını, onları ifşa etmek adına romanının orasına burasına zaman zaman mimler koyduğunu da görüyoruz.” Funda Özsoy E.

“Ömer Lütfi Mete’nin romanlarında dindar kişilik ve din algısı önemli bir yer tutar. Yazarın senaryolarında olduğu gibi (Kurtlar Vadisi’nde Ömer Baba, Ekmek Teknesi’nde Nusret Baba, Deli Yürek’te Kuşçu karakterleri) romanlarında da toplumsal değerleri ön plana çıkaran, doğru ve ahlaklı bir yaşantı tavsiyesinde bulunan öncü karakterler görülür. Yazarın dindar bir aileden gelmesi, çocuk yaşlarda dinî eğitimler alması bu karakterlerin oluşmasında etkendir. Mete’nin, liseye devam ederken Kur’an kursunda hocalık yapacak, Cuma günleri okuduğu lisenin yanındaki camide vaaz ve hutbe verecek derecede dinine hâkim bir Müslüman olması, romanlarında dindar kişilikler oluşturma ve dinî meseleleri derinlemesine irdelemesindeki en büyük etkendir.” Yunus Emre Yaylacı

“Bir mütefekkirin hayatı boyunca seslendirdiği düşünceleri canlı tutabilmenin, nesillere doğru bir minvalde aktarmanın; bu düşünceleri yeni zamanların şartlarınca tecdide tabi tutabilmenin en sahih yollarından bir tanesi, söz konusu mütefekkirin afaki/yatay hayat çizgilerini tespit etmekten ziyade, enfüsî/dikey âlemine sirayet etmek ve anlamaktır. İnsanın yaşam izinin takip edildiği nabız sayısı her ne kadar bileğe tek bir dokunuşla sayılabilse de ruhi cevelanın nabız sayısını tespit edebilmek için dokunulacak olan bilek değil, yürek olacaktır. “Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez” cümlesinin altını çizercesine yazdığı her bir dizede, yarattığı her roman, sinema ya da dizi karakterinde bu görünmez yolu kalplerimize çatan Ömer Lütfi Mete’nin çattığı yolun izini sürebilmek için, onun edebî eserleri de kâfi gelebilir; lâkin kendisinin, Aşksız, Zevksiz ve Allah’sız Müslümanlık – Gerileme Sürecinde İslâm’ı Yaşama Sorunu adlı eserinin arka planında yatan tasavvufi-teorik arka plana işaret etmek edebî eserlerini de anlamayı kolaylaştıracaktır. Tasavvufi ve teorik kelimeleri her ne kadar bilgi felsefesi açısından farklı kaynaklara dayansalar da; tasavvufu yazıya mal eden her çalışma, tasavvufu bir manada teorileştirmiş olur. Bu çerçevede, ilgili eserin teorik arka planına iki tasavvufi kavram ile işaret edildikten sonra Ömer Lütfi Mete’nin eserinin bu iki kavrama dayanan noktaları modern döneme işaret edilerek düşünülecektir.” Mehmet Bilal Yamak

“Ömer Lütfi Mete’yle ilk senaryo teşebbüsümüzde ben üç film çekmiş vaziyetteydim. 80’li yılların hemen başında tanışmıştım. Çağrı Ajans’ta. Sonrasında benim dört yıllık Tercüman gazetesinde foto muhabirliğim sırasında oldukça yakın bir ilişkimiz oldu. Ben her fırsatta hemen istihbarat servisinin karşısındaki Almanya servisinde soluğu alıyordum, rahmetli İlhan Ezik’in muhalefetine rağmen. Ben henüz ilk kısa filmimi çekmiş, uzun film hayalleriyle onu işgal ediyordum. 1986 yılında Varlık Film’in kurulmasıyla beraber Lokman Kondakçı’yla beraber çalışmak için gazeteden ayrıldım. 1989 yılına kadar görüşmelerimiz azaldı. 89 yılının kış aylarında onun daha önce TRT’ye sunduğu ama kabul edilmeyen yanılmıyorsam 6 bölümlük bir dizi senaryosu üzerine onun Ankara’da Belde gazetesinin yayın yönetmenliği sırasında çalışmaya başladık. Dizinin başlığı yanılmıyorsam galiba Fırtına idi veya sonradan bu ismi koyduk. 6 bölümlük senaryonun benim o zamanki tecrübemle tespit ettiğim bazı teknik sorunları vardı. Ama özelde hikayesi çok özel ve bu topraklara aitti. Senaryonun süreleri birbirini tutmuyordu. Bir bölüm 40 sahife bir diğeri 70 sahife gibi bir durumdu. Gündüz gazetede çalıştığı için geceleri onun daracık evinde çalışabiliyorduk. Senaryoyu 8 bölüme çıkarıp bölüm sahifelerini eşitledik. Birde daha önce kabul edilmediğinden karakter isimlerini ve tabii ki ana başlığı değiştirdik. İnanılmaz tanıdık, bu coğrafyanın herkes tarafından bilinebilecek sıcacık karakterleri beni hemen kavramıştı. Bir futbolcunun doğu Karadeniz’de parlayıp İstanbul’a gelişi ve orada dikiş tutturamayıp bir Anadolu kulübüne kiralanması üzerine bir hikâye barındırıyordu. Her birini mahallemizde, köyümüzde, kasabamızda tanıdığımız her biri insan olan, çelişkilerini başkalarıyla değil de kendiyle yaşayan sahici insanlar. Ben sadece sahne geçişleri ve genel akışta fikrimi beyan ettim. Asla tutucu değildi. Değişen bir şey olmadı daha önce reddedildiği için reddine diye bir kâğıt sahibi olduk.” İsmail Güneş

Ömer Lütfi Mete Üzerine Söyleşi

Söğüt’te Ömer Lütfi Mete üzerine İsa Kocakaplan ve Lütfi Şehsuvaroğlu ile yapılan iki söyleşi yer alıyor.

İsa Kocakaplan söyleşisinde sorular Tuğçe Meç’ten.

“Ömer Lütfi Mete, Tercüman’da geceleri çalıştığı için gündüzleri vakfa sık sık uğrardı. Derginin gidişinden, sanat fidanlığına gelen mektuplardan konuşurduk. Elinde bond çantası vakfa gelir. Çantayı sehpanın üzerine koyar ve kapağını açardı. Çanta kitaplarla dolu olurdu. Ancak bir yeşil elma, bu dolulukta kendine mutlaka yer bulurdu. Ömer Lütfi, bond çanta ve yeşil elma ayrılmaz bir üçlüydü. O elmayı ısırarak yiyişi hâlâ gözümün önündedir.”

“2001 yılı Mart ayında Türk Edebiyatı’na genel yayın yönetmeni olunca ilk işim yine Ömer Lütfi Mete’yi aramak oldu. “Sanat Fidanlığı”nı tekrar hazırlamasını istedim. Sinema ve senaryo işlerine iyice girmişti. Çok yoğun çalışıyordu. O kadar işinin arasında isteğimizi kabul etti. Mart-Nisan sayılarını “Ahmet Kabaklı Özel Sayısı” olarak birleşik çıkarmıştık. Mayıs 2001 tarihli 331. sayıdan itibaren yeğeni Selma Hacıosmanoğlu ile birlikte sayfayı “Kalemlik” ismi altında hazırlamaya başladılar. Ben 2005 Eylülünde dergiden ayrılana kadar da bu devam etti.”

“Entelektüelin tanımı bellidir. Kendi aleyhine de olsa her ortamda doğru bildiğini söyleyebilen insan entelektüeldir. Ömer Lütfi; Namık Kemal, Akif, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp ve benzeri aydınların kaynağından su içmişti. Dini, milleti ve ülkesi daima birinci sırada idi. Doğru sözlü, gani gönüllü, istikamet sahibi gerçek bir aydındı. Dedim ya iyi ki bugünkü aydınların durumunu görmedi. Kahrından ölürdü. Haysiyetli bir aydın örneği olarak elbette gösterilebilir. Ama örnek alacak olur mu acaba?”

Lütfi Şehsuvaroğlu söyleşisinde sorular Cengizhan Orakçı’dan

“Gülce kitabı, şiirlerinin hamuruydu. Elbette genç yaşta kaybettik sayılır. Hayat meşgalesi ve senaryolar, aktif gazetecilik pür edebiyatta derinleşmesinde mani olan şeylerdi. Fakat içine kapandığında, kendini dinlediğinde şiir vazgeçilmeziydi. Hayat mı eser mi denince o daha çok hayatı, edebiyatı hayat içinde anlamlandırmayı seçti. Senaryolarında da zaten şiirsel anlatımlar ağırlıkta değil midir? O meşhur şiiri zaten Kurtlar Vadisi gibi vurdulu kırdılı bir oyunda kahramanını ıssızlığa çekerek iç sesle söylettiği bir şiirdir.”

“Ömer Lütfi Mete tam bir Karadenizli. Sonra o tam bir ülkücü. Yani sıkı bir Müslüman ve sıkı bir Türkçü. Öte yandan tarih ve onun yüklediği mesuliyet duygusu var. Fakat dünyanın da nereye gittiğinin farkında ve acelesi var. Hani Bahaeddin Karakoç gibi, “acelem var ya” diyor. “Türk aydınını onun gibi mi olmalıdır?” sorusuna kolay cevap yok aslında. İsteyen olsun. Nasıl olacaksa? Şüphesiz her kuşak kendi hikâyesini yazacaktır ve şüphesiz ona göre kendi hikâyesi, çağı daha çok önem arz edecektir.”

“Çizme filmine benim de içinde olduğum jüri, ödül vermişti. Türkiye Yazarlar Birliği Sinema Ödülü almıştı bu film. Belde gazetesinde Ömer Amcasının kucağında oturan oğlum Eren, İsmail Güneş’in gönderdiği kaseti videoda belki onlarca kez izlemiştir. Ömer Lütfi Mete, İsmail ile çok özel ve güzel filmler yaptılar. Kurtlar Vadisi’nden bahsetmiştim. Konsept olarak hep ihtiyacını duyduğu derin devlete işaret ediyor o dizi. Ama sonradan çok sapmalar oldu. O kadar çok sapmalar oldu ki at izi it izine karıştı. Zaman zaman şu, zaman zaman da bu güce prim veren bir yaklaşımı oldu dizinin. Ömer Lütfi’nin bunda payı olduğunu düşünmüyorum.”

Dağlar Dağımdır Benim

Dağın sadece bir dağ olmadığını; şiire, türküye kendini kaptırınca daha iyi anlıyor insan. Yollar aşar dağın üstünden, şehirler kalır dağın ardında, hasretler büyüyor dağ dağ insanın içinde. Mehmet Ali Kalkan, Dağlar Dağındır Benim diyerek kurmuş cümlelerini. Şiirler yoldaşımız oluyor dağları aşarken.

Bizim gönül coğrafyamızda ne çok dağlarımız var. Tanrı Dağları’ndan Allahuekber’e, Toroslar’a... Dağlar bizim için önemliydi. Dağlar göğe en yakın yerlerdi. Kağanımız gökten indiği kabul edilen bir “kut”a sahipti. Atalarımız dağlarla konuşurlardı, dua ederler, kargışta bulunurlardı. Dede Korkut’ta “Kara dağın yükseği oğul!”du. “Kara dağların yıkılmasın”dı.

Dağlar dağımdır benim,
Gam ortağımdır benim,
Söyletme çok ağlarım,
Dertli çağımdır benim”

Kekik kokulu sevdalarımız olurdu bizim. Başı dumanlı, göğsü çimenli dağlara söylerdik; “Yol verin yârim gele / Dinsiz imansız dağlar.”

“Pir Sultan Abdal’ın ; “Bu yıl bu dağların karı erimez/ Eser bad-ı saba yel bozuk bozuk” demesi nedendir bilinmez. Bildiğim bazen dağımıza kar yağdığıdır, el ederiz uzaktaki yakınınıza;

Erisin dağların karı / Geçti ömrümün baharı,
Ecel kapımı çalmadan / Durma gel ömrümün varı.
 Biz söyleriz, gelip gelmemek onun meselesidir zaten.
Dağlar hakikatin şehadet parmaklarıdır göğe uzanan.

Büyüklenenlere göre çok büyük ama en büyüğe karşı eriyen, un ufak olan bir yapıdır.”

Ali Günvar’ın Şiiri

Severek okuduğum şairlerdendir Ali Günvar. Geniş bir şiir yelpazesi var Günvar’ın. Onun şiirini okurken zihninizdeki sınırları ortadan kaldırıyorsunuz. Dünya şiirinin sesi var onun şiirinde.

Can Habip Türker, Ali Günvar şiiri üzerine yazmış Söğüt’te.  Önemli tespitler var yazıda. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Mitoloji bu tanışmanın, belki de, en heyecanlı ve en arkaik yüzünü temsil ettiği için, cumhuriyetin şairleri kendi yeteneklerince bunu şiirlerinde işlemeye çalıştı. Kimi bunu şiirine arkaizm katmak olarak anladı ve yüzeye temastan öte bir şey yapamadı. Rönesans ve Batı mitolojisini pozitivist Aydınlanmacılığa götüren yollardan biri olarak görenler Batı kabuğunda görünmekle yetindi. Bu mitolojilerle bir Türkiyelinin gözünden gerçek bir ilişki geliştiremediler. Kimi ise “temellük etme”- nin farkında olduğunu hissettirmeye, o bilinçle yazmaya çalıştı. Sabahattin Eyüboğlu’nun bu konuya, “taklit”ten öte bir anlayışla, geleneğe bir “hayat aşılama” şeklinde yaklaşmaya çalışılmasını salık vermesi çok önemlidir. Mitolojiler tüm insanlığın ortak malı olduğu için, medeniyet cephelerine göre ayrımcılık yapmak yerine o mitolojilerle yerel ilişki kurabilmek önemlidir; zaten temellük ya da mal etme dediğimiz şey budur, Bunu başaramayan sanatçı ya da şairler farklı kültürlerin mitolojileriyle taklitten öte bir ilişki geliştiremezler. Sanırım, Ali Günvar belli bir ölçüde bu gelenek farkındalığının bilinci içinde ve bir Türkiyelinin gözüyle mitoloji ilgisi geliştirmeye çalışan bir isim olmuştur.”

“Günvar şiiri siyasayla derin bağları olan bir şiirdir. Özellikle Çarpık Hüzünler Kantatı, Anthropomorphus ve Nisyan & Rapsodi’deki kimi bölümler sorumuzun işaret ettiği yargıyı Günvar şiiri için genel geçer kılmayı imkânsızlaştırmaktadır. Günvar’ın şiiri, bir bakıma, Yunan, Latin mitoloji göndergeleri vasıtasıyla modern Türkiye’yi okumaya odaklı da bir şiir. Günvar, aşağıda verilen örnek dizelerde görülebileceği gibi, sadece geçmişin metinlerine değil; içinde bulunduğumuz siyasal-toplumsal “metin”e de hitap etmektedir.”

“İlk bakışta Günvar şiiri Batı şiirinin yörüngesinden çıkamamış, Türk şiirinin gövdesine dâhil olamamış, bireysel olarak özgün, ama “gelenek” içinde özgünleşememiş bir şiir olduğu izlenimini vermektedir. Yaygın olduğunu düşündüğüm bu izlenimin pek çok kişinin Günvar şiirine ısınamamasına neden olduğu kanısındayım. Öncelikle şunu kabul etmek gerekiyor; Günvar şiiri derin bir entelektüel araştırmadan doğan ve personası aristokrat olan bir şiir. Ancak yoğun Batı dekorasyonu onun şiirinin sentez karakterli yapısının hemen fark edilmesini engellemektedir. Bu dekorasyonunun perdesi aralanırsa Günvar şiirinin hem de daha baştan, yani Çarpık Hüzünler Kantatı’ndan itibaren temelde bir Doğu-Batı sentezini hedeflediği anlaşılır. Bu sentez daha çok divan şiirinin ses estetiğinden ve kimi yerlerde sembol dünyasından yararlanma, modern Türk şiirinin havzasının genel etkilerini taşıma, Türkiye’nin gündem ve tarihine ait meselelerin, kültürel öğelerin yer alması şeklindedir.”

Yumurtadan Çıkan Mankurtlar

Mankurt teriminin Cengiz Aytmatov ile özdeşleşen bir hâl aldığı aşikârdır. Onun romanlarıyla zihinlerdeki mankurt terimi somutlaşmış oldu. Sevim Çoban, Aytmatov romanlarına atıflar yaparak kaleme almış yazısını.

Ağırlığınızı, ayaklarınızı hissettiren yer ile hafifliğinizi, ruhunuzu hissettiren gök arasında ellerinizle tutabildiğiniz bir şeye mâlik olmak, bir kitabın iki kapağına iki ayrı kanada sahip olmaktı. Dilerseniz arasına yerleşir bulunduğunuz yerden uçar giderdiniz. En çok, havalanmak istemezseniz bir köşede hatırlanacağı günü beklerdi o ama kolunu kanadını kırmaz dahası öldürmezdiniz onu. İnsana bu yakışırdı çünkü.

Bu kitabı görünce hâlâ içim sızlar. Üniversite öğrencilerinin kaldığı bir yurtta, çöpten buldum onu ve daha nicelerini. Bir kitaba hele de ona bu lâyık görülmüştü. Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’i ismini bir kez daha yaşamıştı. Hiç mi bir Aytmatov cümlesi tesir etmemişti atana?”

“Elveda Gülsarı’ya hiç mi gözleri dolmamış, içinde aşina olduğu onca şeye bir gün kaçınılmaz yılkılık hissedeceğini sezmemişti? Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek’le hiç mi içi kavrulmamış, engin hayat dolu bir derya ortasında sıkışıp kalmayı, hem ölümü hem de susuzluğu hissetmemişti? Cemile ve Danyar’a uzaktan kalın parmaklıklı yargılar ve içinden şeffaf perdeler arasından hiç mi bakmamıştı? Duyuşen ve Altınay’ın tepede diktiği kavak ağaçlarının hışır hışır yaprak seslerini kulaklarında hiç mi duymamıştı? Sultan Murat’ın o karanlık gecede hayata çelme takmasını ve yolunun aydınlanmasını derinden istememiş miydi hiç? Ben hâlâ okurken Orta Asya bozkırının rüzgârını, uğultusunu, boranını, baharını, yazını, kışını hissederim. Sanki tipi yüzüme hoyratça çarpar. Ellerim birden elli altmış yaş yaşlanır, o kadid ellerle elimdeki küreğe sarılır kar kürerim.”

Yakasında Sarı Bir Çiçek Yunus’un

Cansu Coşkun’un “Bizim Yunus’un Sarı Çiçeği İle Bir Dem Tefekkür” isimli yazısını okuyunca kendiliğinden döküldü dilimden bu söz: “Yakasında Sarı Bir Çiçek Yunus’un”. Ne kadar özdeşlemiş Yunus ile sarı çiçek. İkisi de sevginin dili, ikisi de gönle şifa…

“Bozkırda gördüğüm kavi bir iştiyak ile salınan bu çiçek, hilkatin hüsn-ü mutlak dairesi içinde temaşa edişinin en muhkem örneğiydi. Kadim zamandan agâh olduğum şifahi bir huzurun içindeydim.

Bir döngü, daire, devir… Hepsinin taşıdığı mahiyetin sırrı yegâne tecellideydi. Beni meftun eden bu sarı çiçeğin, bir erenin don değiştirip yeryüzünde “ete kemiğe bürünüşünü” temsil ediyor olmasının ruhuma küşâyiş getiren bir cezbesi vardı.

Ben bu cezbenin eşiğinde dururken savtsız bir hicap içinde, işlediğim cürmlerin süflî inkırazından, serâbi bir istiğrak içine temessül ediyordum.

Bizim Yunus’umuz seyr âleminde cemâdatı seyretmiş, nebâtat dünyasını dolaşmış; benzi sarı, âşık sarı çiçeği bulmuştur. Şifakar elini, âşıklığın istidadı bilip sarı göynek gibi üzerine geçiren bu çiçeğin üzerine sürmüştür. Zira o, sarı çiçeği suret gözü ile değil, hilkatin şedit varlığına duyduğu iştiyak ile görmüştür.”

Polemik Devam Ediyor

Söğüt’ün 5. sayısında başlayan Süleyman Çobanoğlu-Mehmet Aycı polemiği devam ediyor. Aycı’nın bu sayıda yer alan yazısından bir bölümü buraya alıyorum. Devamı Söğüt’ün 6. sayısında.

“Yazımızdaki her paragraf, her yargı, Çobanoğlu’nun ilki dört yazısına ve bu yazılarındaki yargılarına gönderme idi. Yamalı bohça sırtlayıp yükümüzü Çobanoğlu’nun kapısına yıkmadık yani. Önceki sayılardaki yazılarına sinen “ergen öfkesi” “Zorunlu Bir Yazı”da daha bir katmerlenerek, köpürerek devam ediyor. O bahse de ayrıca değineceğiz. Neye itiraz ediyorduk: 1- Yazıdaki öfkeli dili çıkarımlarının değerine gölge düşürüyor. 2- Şiirde kınanan “etrak”i sahiden Türk anlıyor. 3- Yazılarına sinen bir “Osmanlı” düşmanlığı var. 4- Karacaoğlan ve Nasrettin Hoca başta olmak üzere “büyüklerimiz” bahsinde indirgemeci bir tutum içine giriyor. 5- Türk şiirine bütüncül bakmıyor, şiiri şiirle kavga ettiriyor. 6- Türkçe neredeyse yüz yıldır Arapçadan kelime almadığı halde aktüel bir Arapça tehdidini anlamsız yere canlı tutuyor. Öfke kısmını geçelim, bu tartışmalar yeni değil ve defalarca yapıldı. Hem yeni değil hem de Çobanoğlu’nun çıkarımlarıyla itirazlarının örtüşen bir tarafı yok. Yeniden kırılma noktalarına, yeniden nasıl ilginç olurum da buradan ekmek çıkara oynuyor.”

“Karacaoğlan’ın, Yunus Emre’nin hangi şiirini hangi niyetle söylediğini bilmiyoruz. Merak da etmiyoruz. Bu durum günümüz şairleri ve yazarları için de geçerli. Çobanoğlu’nun Söğüt’teki yazıları hangi niyetle yazdığını söylemesinin bağlayıcılığı yok. Bağlayıcı olan metin çünkü. Yazardan çıktıktan sonra, yani yayımlandıktan sonra metin kendi niyetini ortaya koyuyor. Çobanoğlu’nun halis niyet beyanı Söğüt’teki metinlerinin çapaklı ve itiraz gerektiren yanlarını gidermeye yaramıyor. Metnin metin hüviyeti kazanması Çobanoğlu’nun çekmecesindeyken olan bir şey değil. Her ne kadar bizim metnimiz yayın yönetmeninin çekmecesindeyken, henüz metin hüviyeti kazanmadan Çobanoğlu’na ulaştırılmışsa da bu istisnai bir şey.”

Söğüt’ten Hikâyeler

Feyza Ay- Kuklalar Temaşa Eder

“Geç kalıyordum. Hızlı adımlarla, başka bir güvercin macerasına atılmadan kendi yoluma devam ettim. Özel olarak sipariş ettirdiğim taş plak bugün geliyordu. Fransa’da yaşadığım zamanlarda plaktaki tek bir çiziği affetmezdim fakat bu şartlarda hangisinde en az çizik varsa onu alıyordum. Başka çarem yoktu. Galata’da sık sık gittiğim küçük bir dükkân var. Buranın kendi ismi Dükkân, yoksa ben kibrimden aşağılıyor değilim. Küçük olduğunu söyledim, içeri girer girmez fark ederdiniz yine de görünüşünün aksine zamana uzanan sonsuz bir genişlikteydi. Hayatın hangi dönemine gitmek isterseniz gidebilirdiniz. Daha önce de geldiğim için etrafa göz gezdirmekle oyalanmadan doğruca kendi 45’liğime koşmak istedim. Ama güler yüzlü, renkli gömlekli bey selamımızdan sonra işin peşini bırakmadı, benimle sohbet etmeyi pek sever. Kendisi gizli cevherleri bulmak konusunda uzman o yüzden ilgisini asla yadırgamadım. Ben ona Village Suisse’den, Marché Saint Ouen’dan bahsederdim o bana değerli eşyaların yüzlerce hatıralarından birini seçer anlatırdı. Yaşım ondan oldukça büyük olmasına rağmen ondaki hikâyeler bendekilerden çoktu. Hayatımı sorgulamaktan nefret ederim, o yüzden bu gerçekle yüzleşmek beni yıpratıyor. İçinde bulunduğum müşkül durumda imdadıma canım taş plağın hışırtısı yetişti. Yankılanan sesin kuyruğuna tüm sorgularımı, düş kırıklıklarımı, kinimi bağlayıp evrene gönderdim. Kötü enerjimi attığıma göre yoga saatimde fazladan bir kahve içebilecektim. Plağımı kibarca koltuğumun altına sıkıştırdım ve çakralarıma dolan olanca neşemle şapka reveransımı yapıp evin yolunu tuttum. Bu şehri seviyordum. Her zorluğa rağmen bir taş plak bir Louvre gezisine bedeldi. Aman Asaf Bey, mübalağa ettiğinizi kabul edelim. Pek âlâ, haklısınız fakat eve dönüyorsanız istediğiniz kadar mübalağa edebilirdiniz.”

Ayşenur Ünal – Merdiven Boşluğu

“Yorgun argın işten dönmüştü. Çıkmazdaki evine doğru yürürken çocukların oyunlarını seyretti. Çıkmaz olduğu için herhalde mahalleliler çocuklarını buraya oynamaya göndermekte bir mahzur görmüyorlardı. Kız çocukları sıra sıra dizilmiş “Bezirganbaşı”nı oynuyorlardı. Kendisi de çok oynamıştı küçükken. “Dur bakayım, nasıldı sözleri” dedi, hatırladı birden; “Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı. Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin? Arkamdaki yadigâr olsun, yadigâr olsun.” Makamı Hüseynî olduğundan mıydı acaba çok hüzünlü bir melodisi vardı. Ne zaman bu oyunu oynasalar çocukken de boğazına bir şeyler düğümlenirdi. Şimdi seneler sonra duyunca da aynısı oldu. Herhalde Hafız’ın dediği gibi atalarımızdan bize sonsuz bir keder miras kaldı sahiden diye düşündü. Huzur’unda Tanpınar bile bahsetmişti bu oyundan; ne zaman bezirgânbaşı unutulur, o zaman bizden bahsedecek bir şey kalmaz diye. Çoktan unutulmuş olduğunu düşünüyordu ama işte tam da kapısının önünde nasıl olduysa birileri öğrenmiş hâlâ oynuyorlardı. Yersiz ümitleri hayli yersiz bulurdu ama yine de şarkı unutulmamıştı, belki de hâlâ ümit edilebilirdi. Neyse daha fazla oyalanmayıp eve girmeyi, kendini yatağa bir saat olsun atmayı düşündü. Çocukları geçti, apartmanın giriş kapısı açıktı. Zaten ikinci katta olan evine merdivenlerden çıktı. Asansörde nefes alamayacak gibi hissediyordu. Dar yerlerden nefret ederdi. Soluduğu nefesi binlerce kez solumuş ve rüzgârdan uzak kalmış gibi hissederdi ki buna dayanamazdı. Şimdi hatırladı, doğru ya asansör de bozuktu zaten. Cuma tamir olur demişti apartman yöneticisi evlerine gelip. Amaaaan neyse, zaten kullanmıyordu. Kapının önüne geldi. Tam zile basacakken annesiyle kardeşinin söylediklerini hatırladı.”

“Merdivene oturdu. Kendini eylemesi zor olmazdı. Dalıp giderdi zihnindekilere kolayca. Dalardı dalmasına ama şu ayak sesleri iki de bir bu serin ve yankılı sessizliği bölmese ne de kolay olacaktı işi. İşte şimdi asansörün bozulmasına bozulmuştu. Ne demeye bozulmuştu ki sanki. Her ayak sesi yaklaştığında yerinden kalkıyor, eve girmek için olmayan anahtarlarını bulmaya çalışıyor gibi bir numara yapıyordu. Bu poz onu sorulardan azade kılıyordu. Basit bir kafa selamı, kısık bir sesle iyi akşamlar oh şükür, bu da evine doğru merdivenlerin görmediği kısmına geçti.”

Yıldırım Türk – Sen Böyle Değildin

“Aynı mekânda bambaşka hayallerle yaşıyor gibiydik. İçimi ısıtan varlığınla zamanın nasıl aktığını bilmiyordum. O hiç bitmeyen derslerde son noktayı sen koyardın. Kirpikleri oka, boyu serviye benzeyen sevgiliyi kadavra masasına yatırırlardı. Daha iyi anlamak ve inceliklerini göstermek adına gazelleri, kasideleri parçalara bölerlerdi. Dersin sonunda parçalar birleşmezdi bir türlü. Sen bir medeniyet tasavvurundan, kültürel zenginlikten, estetik hayattan, beslenilen kaynaklardan başlayıp ayrılan parçaları ustalıkla birleştirirdin. Aslolanın bütün olduğunu, parçaların onu tamamladığını söyleyerek duygu ve düşüncenin ancak böyle yumruğa dönüşebileceğini belirtirdin. Yoksa edebiyat dokunduğu yerde iz bırakmadıktan sonra ne işe yarardı ki? Hocalarının övgü dolu sözlerini hak etmiş bir öğrencinin ağırlığıyla içten içe gururlanırdın. Senin mutluluğun bana da geçerdi, sevinirdim.”

“Bir faaliyeti ilk defa kendin yapmak, bunu herkese göstermek istiyordun. Senin konumunda olanların önüne geçmek için hemen her şeyi yapmaya hazırdın. Bütün kurumlar anlamsız bir yarışın içindeydi. Birçoğu aynı yolu takip ediyordu. Başkalarından önce ya da farklı yapmak herkesi birbirine benzeyen kişiler hâline getiriyordu. Karanlık bir kuyuya doğru koşuyordun. Sıra dışı olmaya çalışırken sıradanlaşıyordun. Senden önce başlatılan güzel çalışmaları niçin devam ettirmiyordun da birbirinin kopyası işlerin peşine düşüyordun? Gündemde kalabilmek için eften püften işler yapmak içindeki hangi boşluğu doldurmaya yarıyordu?”

“Birkaç yıl sonra gazetelerden Bakanlığa atandığını öğreniyorum. Çeşitli etkinliklerde çekilmiş fotoğraflarının üstüne şehrimiz için büyük bir kayıp gibi başlıklar atılmış. Hiçbir şey hissetmiyorum.”

Söğüt’ten Şiirler

Sabah, saçı ağarmış gafil doğum günleri

gitmek, tozlu raflarda açılmamış şu kitap

tanrım! diyorum bazen üşüyen dualarla

bana okumak öğret, sıkı giysiler doku

yeni döndüm kanayan bir kentin çarşısından

orada çiçekçiler yok sattılar gün boyu

eylülde unutulmuş ağaçlarla çevrili

tükürük caddeleri… kalpazanlar konvoyu

Emirhan Eder

Önce harfler miydi yoksa cümleler mi?

Geldi yerleşti raflara yalancı renklerle

Nice okurum yazarım efkârım gitmez

Unutmak en iyisi dersleri un uf ak bil gi

Ezberimde kalan bir tek kuş isimleri

Ne öğrendin diye sorarlarsa eğer

Aklın kıyısında sallanır durur çürük kayık

Sakın binme sakın binme sakın batarsın

Kaderini kim ezber etmiş kazadan önce

Gerçeğin kaybına hoş geldik şaşırma sonra

Yaşamaya dair formüllerde hep bir eksik

Cengizhan Orakçı

ak bulutlar boşandı çimdiğim nehirlerden

senin için kullandım bütün ayraçlarımı

gördüm ki gün aşımı ettiğim tehirlerden

ağzı küfür yumağı bir canavar türemiş

tutundum mahbesime yaktım ihraçlarımı

içtiğim buz gibi su yediğim türlü yemiş

ay çıktı yer kabardı yandı da için için

yelken açtı yıldızlar avuçlarımda pâye

bütün ayraçlarımı kullandım senin için

işledim sayfalara nurunun her tonunu

bindiğim dalı kırmak değil elbette gâye

göçünü göze alan düşünür mü sonunu

Hakan İlhan Kurt

ürkek bir düğme tuttu çözülen sarmaşığı

yeniyetme kuşluk öptü alnımdan, duruldum

ilk kural; yaslanmayıp gösterişli ağaca

suya nöbet yazılmak kestiğim daldan uzun

çürük boyunla nikah kıydırmıştı gökyüzü

ne kadar yıldız varsa başım eğikken saydım

ve henüz kırılmamış bibloya inanarak

beklemekle devrilen meczup bir şakımaydım

M. Tuğrul Çolak

dağ ne borçluysa ovaya

sana onu borçluyum

ne umuyorsa ayalarda yavaş yavaş solan kına

senden umduğum odur

benim seni söylediğim

lavlarını sindiremeyen bir yanardağın

zoraki ve mahcup patlamasıdır

benim hayat bildiğim

yakasından tutulmuş bir çocuğun

sarhoş babasının haykırdıklarıdır

Fatma Aksu

seni vakti kıt olmayan bir hayatı yaşarken bulabilmeyi isterdim

fakat parçalanmış bir mintan gibi duruyor gün batımı üstümde.

kambur balıklar, at sürüleri ve gölgeler geçiyor,

geçiyor üstümden nasırlı öğütler ve gevşek fırtınalar,

cürmümü sayıklamayı emrettiğim oluyor kendime.

zamanın bir döngü ile biçimlenmesi mümkün değil artık;

yeltenemez öbür dünya benim hıncımı dizginlemeye

çünkü öfkemmiş, en olmaz yerini kabartan saçımın

ve bir daha yanmamaya sönen bunca ışık.

çünkü açlığımmış, beni zorlayan yeminlere.

Neslihan Magunacı

uzun zaman oldu bil lafı uzatmıyorum

kan ebesi heyûlâdır zıplayan kanepemde

gençtim geç kaldım işte bu vecheden gençliğim

hüzün tabutunu kaldırmakla geçti uzun sokaklarımdan

hoşluğa bırakılan tüydü şiirin ağırlığı

şerh isteyen sözcükleri tebdîl-i mekân eyledim

tadını alsın diye harflerimi eleklerden geçirdim

boyumdan büyük kelimelerle boyandım ki âh

giyindiğim her cümlenin önünü ilikledim

çeyrek asır devirdim takvimin son yaprağı

uyku mahkûmu zihnin âzâd ettikleriyim

her şey ne kadar can çekişiyor değil mi ama

gıyâbında girdiğim gözlerini sileyim

yazgısı mülhem bir kâğıt sandığından çıkar da

Mehmet Şamil

Memleket İçin Bir Dizi Terapi

Gündem konularını dosya olarak sayfalarına taşıyor Nihayet dergisi. 72. sayının dosya konusu; Memleket İçin Bir Dizi Terapi. Son günlerin oldukça gündemi meşgul eden diziler ve çoğunun da ortak konusu olan psikolojik çıkmazlar üzerine yazılar var dosyada.

Ahmet Murat’ın giriş yazısından;

“Son zamanlarda peş peşe terapinin merkezde olduğu diziler yayınlanmaya başlandı. Bunlardan “Bir Başkadır” dijital bir platformda, “Masumlar Apartmanı” ve “Kırmızı Oda” ise total izleyiciyi hedefleyen kanallarda yayınlanıyor. Dijital-total ayrımı, total için işler yapan bir kadın oyuncunun, dijitali inceden yücelttiği replikleriyle “Bir Başkadır” dizisinde canlı ve nabzı atan bir mesele. Ama dizinin tartışılması ve bir söz patlamasına yol açması, yine onun da dijital izleyicisini tatmin olacağı bir sosyoloji bakışına başvurmasıyla ve dijitalde yayınlanmasıyla mümkün oldu. Biz dijitalden yana bir seçkincilik yapmak yerine, “Bir Başkadır”ın yanına, entelektüellerce daha az tartışılan ve daha çok görmezden gelinen diğer iki diziyi de eklemek istedik.”

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Polisiye öyküler çoğumuz için zihnimizi boşaltmaya yarayan kurmacalardır. Bedbin bir dedektifin küçük detaylardan ve anlamsız konuşmalardan katili yakalaması, bir süreliğine, yaşadığımız hayatlardan bizi uzaklaştırır. Dışarıdaki hayatın daha ciddi sorunları yerine er geç çözülecek bir gizeme odaklanmak merak, macera ve başarının evcil bir tatminini sunar. Edgar Allen Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri (1841) ile resmi tarihi başlatılan polisiye öyküler sarmalandığı toplumsal dünya ile diğer edebi türlere göre daha doğrudan bir ilişki kurmuştur. Söz konusu doğrudanlık türün sanatsal olarak değerlendirilmekten çok tüketim nesnesi olarak görülmesine kapı aralar. Bununla birlikte polisiyenin “olay örgüsünün gerçekçilik veya kahramanlarının psikolojileri lehine tasfiye edilmesiyle karşıtlık oluşturan” kurmaca mantığı gündelik hayatımızda doğallaşıp fark edilmez hale gelen düşünce ve davranış biçimlerini görünür kılar. ScherlockHolmes’un ilk görüşte zanlının gün boyu neler yaptığını şaşırtıcı bir doğrulukla ifade eden zeka gösterileri ya da küçük bir alışkanlıkları nedeniyle suçluların yakayı ele verdiği muhtelif CSI dizileri bir seyir zevki sunar. Öte yandan popüler kültürdeki sayı ve çeşitliliği polisiyenin zihni boşaltmak ve bulmaca çözmekten öte bir işlev yüklendiğini düşündürtüyor. Suçlunun yakalanıp iyilerin kazandığı, kamu vicdanının eninde sonunda rahatlatıldığı klasik olay örgüsü günümüz kimlik pratikleri için bir dil sunuyor. Klasik anlatıların dramatik – trajik öyküsü yerine okuyucu bir gizemin içine çeken polisiye kurgu kendini bulmanın tek kriter olduğu geç modern özne formasyonlarına müşterek bir üslup kazandırıyor. Bugündeki problemlerin geçmişte saklı bir travmanın sonucu olduğu ihtimali biyografik/otobiyografik anlatılarımızdaki tekinsiz detaylara yeni bir büyüteç tutuyor. Türün içsel tarihi ile toplumsal tarihi arasındaki geçişler günümüz “kendilik hikayelerine” hayat veriyor.” Mehmet Emin Balcı

“Bir Başkadır, yayımlandığı ilk günden itibaren büyük bir kamusal tartışmaya sebep oldu. Dizinin farklı siyasi ve sosyal gruplara dair kişiler üzerinden geliştirdiği anlatısı farklı siyasi ve sosyal gruplara mensup okuryazarlar tarafından çoğunlukla olumsuz bir tepkisellik içerisinde değerlendirildi. Diziye verilen tepkiler bu açıdan Türkiye’deki siyasi ideolojiler, bunların kültür ürünlerini algılayış biçimleri ve temsil düzleminde kendilerini konumlandırdıkları karşıtlıklar hakkında başlı başına bir araştırma konusu olabilir. Diğer yandan diziyi estetik açıdan düşündüğümüzde şimdiye kadar ki Türk dizilerinden tamamen farklı bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Dizi bir yandan müzikleriyle ve karakteristik çekim açılarıyla Yılmaz Güney filmlerinden Yeşilçam’ın 1980’lerdeki arabesk üslubuna dek Türk sinemesı geleneğine göndermeler yaparken bir yandan da Yeşilçam sonrası dönemde Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerin geliştirdiği minimaliz, melodramatik realist ve mistik farklı modernist üslupları anımsatacak sekanslara sahip. Ayrıca dizinin ana akım televizyon melodramlarının anlatımından ve dini program klişelerine hikaye içerisinde doğrudan alıntıladığı ve bunun ötesinde de kullandığı görsel söylemler de mevcut.

Bir Başkadır farklı söylemleri kendi yapısında eklektik bir biçimde kullanan postmodern bir anlatıya sahip. Dizi bu eklektizmin sağladığı oyuncaklı anlatımıyla sinefil seyirciye belirli bir “zihinsel” haz sağlarken dizinin kurguladığı söylem panoramasındaşişkinliğe yol açma pahasına geniş geniş alıntıladığı melodramatik parçalar daha geniş bir seyirci kitlesinin diziyle “duygusal” ilişki kurmasını mümkün kılıyor. Dizinin bu şekilde katmanlı bir anlatımla farklı seyirci kitlelerine ulaşabilmesi önemli bir miladi ifade ediyor. Geçmişteİkinci Bahar ve Süper Baba gibi dizeler farklı seyirci kitlelerini nostaljik bir hissiyatta bir araya getirebilmişti. Bir Başkadır ise farklı seyircilere farklı seyir tecrübeleri sunuyor. Bazıları diziyi Nuri Bilge Ceylan filmlerine benzeterek severken bazıları ise dizinin Yeşilçam göndermelerinin yarattığı duygusal anlar üzerinden diziyi seviyor. Dizinin bu şekilde hem politik açıdan hem de estetik açıdan farklı okumalara ve seyir tecrübelerine imkân tanıması bir tür farkındalık zemini üzerinde yükseliyor. Bu farkındalık dizinin anlatısının merkezine aldığı terapi olgusu etrafında karakterlerin kendi gölgeleriyle karşılaşmaları şeklinde psikolojik bir bağlama sahipken dizi de kendi üretim şartları ve ilişkilerine dair atıflarla bir tür sosyolojik oto-analize dayanıyor.” Mesut Bostan

Geçmiş zamandı, tutunamadığımız, hiçbir yere sığamadığımız, “tehlikeli oyunlar” içinde dolanıp durduğumuz zamanlar. Bir yandan Atay okuyup deli danalar gibi kaybettiğimiz o anlamı arıyor, bir yandan olayın üzerine düşünüyoruz. Sağ olsun Nurdan Hanım da (Gürbilek) iyi bir Atay okuyucusu olarak meseleyi çeşitli veçheleriyle ele almış önceden biz faniler için, Oğuz Atay’la da içimizde oluşan o hale bir ad veriyor, duygularımıza bir yuva yapıyoruz kırık dökük çalı çırpıyla.

Edebi bir tür olarak romanın bütün imkânlarından faydalanarak, her türlü zeminin altını oyan Atay’dı bu. Yaşadığı dönemde değil de, 80 sonrasındaki kuşak tarafından yani hakikat kaybının tavan yaptığı dönemde anlaşılmasının, alımlanmasının bir nedeni de Atay’ın bu vaktinden önce öten kuş olmasıyla ilgiliydi. 70’lerin siyasal kabiliyete inanan “adanmış” yani hakikatli insanlarıyla Atay’ın derbeder anti-kahramanları arasındaki fark hicivle ironi arasındaki farktan daha az değildi doğrusu.

Söz konusu durum bu bağlamda Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı ve nihayet Bir Başkadır dizilerine geldiğinde “sinematografik” bir versiyonda da devam etmekte. Bu diziler, pandemiden medet umulan “sıkılmışlığımıza” gönderme yapılarak alımlandılar. Lakin hem üreticileri için hem de izleyenleri için bu ruhsal/psikolojik özden başka bir şey yoktur zaten edebi ve sinematografik metinlerde. Elbette aralarında ton farkı, bir kahramanlık ya da tarihsel bir dönemi anlatan ürünle (dizi ya da roman) kırık bir aşkın anlatıldığı daha “bireysel” tonu yüksek metinler arasında bir fark vardır. Ama hem onu besleyen temel unsurlar hem de modern bir üretim taktiği olarak ön plana aldığı değerler söz konusu olduğunda gönderme yapacağı (psikolojik durumlardan) başka bir şey yoktur elimizde.

Terapi dizileri zaten her gün defalarca masaya yatırılan “halimiz”in mutfağında neler olup bittiğini –evet bütün çıplaklığıyla- anlattığı için önemidir. Her günkü deneyim dünyasından elinde bir tek “psikolojisi” kalan ve günde kırk bin defa bozulup tamir olan biz fanilerin, dolaylı değil de doğrudan terapiye alındığı bir andayızdır artık. Herkesin hayatında en az bir kez gittiği (parası var ise tabii) terapi odalarının bir “gerçek” olarak dile gelip ekrana boca edildiği bir an.

Dolayısıyla psikolojinin dili olsa olsa hasta olmuş ya da zaten ta en başında hasta doğmuş ol kişiyi sağaltıp tekrar kendi hasta beni üzerinde tahkim etmesidir olsa olsa. Her defasında acizliğiyle yüz yüze gelen/getirilen kişi, gerçekten ne olduğunu anlamadan kalkar terapi masasından. Üzerine boca edilen anne ve babasıyla ilgili hikayelerin doğruluğu ya da yanlışlığı değildir mesele. Ümit Aksoy

“İnsanlığın geleneksel, modern ve postmodern olarak özetlenebilecek üç kültürel dönemden geçtiği varsayılıyor. Postmodern kültürün bir akış çizgisini ifade etmekten çok modernliğe dönüp bakma ya da onun üzerine düşünmeyi temsil ettiği de söylenebilir. Bu üç dünya birbirinden yalnızca sosyal örgütlenmeler, kurumlar ya da iletişim biçimleri arasından ayrılmaz, birey düzeyinde de farklılaşır. Bir kişi olmanın ne olduğu sosyal olarak inşa edilir ve kişinin içine doğduğu ekonomik düzen, inanç ve akrabalık sistemi ya da ilişkiler ağı gibi farklı etmenlerce biçimlenir. Zamanın değişmesiyle bir kişi olmanın ne demek olduğuna verilen cevaplar da değişmektedir. Terapi bu değişimden hem etkilenmekte hem de onu ortaya çıkarmaktadır. Geleneksel toplumların kişisi diğer insanlara bedensel, ruhsal ya da manevi anlamda yakın yaşayan kişiydi. Böyle bir toplumda karar veren ve eyleme geçen bir “iç benlik” fikrini anlaşılır bulmak güçtür: Kişinin kim olduğu, tarihi, çevresi, akrabaları, vazifeleri gibi dış etkenler tarafından belirlenmektedir. Modernlikle beraber kişinin çevresi daralmakta, topluluk içindeki kişiden ilişki içindeki kişiliğe gelinmektedir.”

“Savaş, göç ve sosyal değişime bağlı kayıpların sonuçları yeni nesiller üzerinde etkili olmuş olsa bile, modern terapilerde kişinin geçmişi çocukluğundan başlatılmaktadır. Modernliğin sınırında artık hikayeler de farklı biçimlerde anlatılmakta, farklı işitilmektedir. Hikayeci ile dinleyiciler ayrışmış, efsane hikayeleri artık dinleyicilerin de katıldığı karşılıklı yaşantılar olmaktan çıkmıştır. Terapi globalleştikçe tüm dünyadaki terapistler aynı el kitaplarından edindikleri standart girişim yöntemlerini benzer biçimlerde müşterilerine sunmaktadırlar. Ancak postmodern zamanlarda terapi müşterileri de giderek külyutmaz bir kişiliğe bürünmekte, hem kendisinin hem de terapistin hikayesini yapıçözümüne uğratacak, terapinin kendisi üzerine düşünebilecek bir yetenek göstermektedir. Terapiye yönelik postmodern yaklaşımlar terapinin bir yapıçözümünü yapmakta, onu ait olduğunu iddia ettiği bilimsel bilgi/güç/kesinlik tahtından indirmekte ve terapinin özünü kişisel hikayelerin anlatıldığı bir meydan olarak tanımlamaktadır.”

“Batı toplumunda “benlik” kavramı farkındalık, duygu, muhakeme ve eylemin dinamik bir merkezini içerir. Özdenetimin özerk ve olgun bir kişinin içinde yerleşik olduğu varsayılır. Bazı postmodern yazarlar özerk benlik düşüncesinin yaklaşık dört yüzyıldır Batı kültürüne has olduğunu ve diğer kültürlerde denetimin bireyin ve bireyin ötesindeki güçlerin elinde bulunduğunun düşünüldüğünü bildirmişlerdir. Benliğin sınırları farklı kültürlerde daha akışkandır ve kimlik, daha çok bireysel farklılıkla değil, grup üyeliğiyle ilişkilidir.” Kemal Sayar

Mimarı Geri Çağırmak

Nihayet dergisi 72. sayısında Cihan Aktaş’ın Mimarı Geri Çağırmak isimli yazısı yer aldı. Aktaş’ın öyküleri, romanları kadar kıymetli buluyorum şehir üzerine yazdıklarını. Ehil bir bakış açısı kendini her satırda belli ediyor. Şehirlerimiz elimizden kayıp giderken bir çağrısı var Aktaş’ın; mimarı geri çağırmak.

“Yerleşimlerin yüzyıllara dayanan birikimini hiçbir savaş veya tabii afet son elli yılda betonun yaptığı ölçüde silip süpürmedi. Beton hızlı ve ucuz bir kapatıcı, kullanım kolaylığının sağladığı bir tercihle, dokusunun ne ölçüde gevşek veya sıkı olduğuna bakılmaksızın tarihi eserleri, mezarlıkları geçmişe gömerek hatıra alanlarının kaybolduğu plastik bir çehre kazandırıyor yerleşimlere. Esasında beton ucuza mal olduğu sanılan pahalı bir malzeme; depremler öğretiyor.”

“Anneannem Havva Toprak 1939 Erzincan Depremi’nde beş çocuğunu yitirmiş, bu nedenle de birkaç yıl mecnun gibi yaşamış. Geriye tek evladı, annem. Deprem değil bina öldürüyor, dediğini hatırlıyorum talihsiz Havva’nın bir bina nasıl öldürür insanı, bu sözü anneannemden duyduğum elli yıldan beri cevabını aramaya devam ediyorum. Bir deprem yaşandığında ekranlara yansıyan enkaz görüntülerinin sorumluluğunu herkes birbirine atıyor. Ev sahibi belediyeyi ve müteahhitleri, müteahhitler belediyeyi ve mülk sahiplerini suçluyor. Belediye ise kısmen kentsel dönüşümde “aynı metrekare” kadar ev isteyen mülk sahiplerini eleştirse de daha çok şehrin master plandan yoksunluğunda arıyor karmaşanın cevabını. Devlet master veya ana plan yoksunluğunun yanı sıra kötü yapılaşmaya ivme kazandıran “imar affı” gibi birçok sebeple suçlama ve sorgulamalardan payını alıyor. Bu sorgulama ve suçlamalar ise depremin ilk günlerinden sonra bir kez daha rafa kaldırılıyor.”

“Temelde kervanı yolda düze sokma alışkanlığıyla mustaribiz. Son yaşanan deprem hiç unutmayacağımızı sanıyoruz, oysa enkazın altından çıkarılan bedenlere ta yürekten canı yananların dışında çoğumuz unutuyoruz. Belediyeler, müteahhitler, müteahhitlere imza veren mimarlar, siyasiler, ilgili bakanlık ve birimleri arasında da tek tek unutmayanlar olsa bile çoğunluk, “Bizde bu işler bu kadar olur” yargısıyla teselli bulup erteleme yolunu tutuyor. Belirli ve asla değişmemesi gereken kurallardan yoksunluğun getirdiği bir çığırından çıkmışlık halinden söz edilebileceği açık. Yoksulluk salt dışsal bir veri olarak kabul gördüğünde her türlü erteleme ve savsaklamanın açıklaması kılınıyor. Frankfurt’un asli dokusuna halel gelmeyen şehir özelliği gökten zembille indirilen bir bağış değil.”

“Küreselleşmenin şiarıydı “alternatifi yoktur”; bu da kimliksizlik olarak yorumlandı inşaat sektöründe. Herhangi bir bina her yerde yapılabilir., inşaat firmasının cafcaflası logosu binanın olur olmaz her yerinde karşınıza çıkabilir ama bir mimardan nadiren söz edebilirsiniz. Apaçık uyarılardan biri buydu: TOKİ, Bursa’nın Mimar Sinan’ın kıyamadığı için bir bina olsun yapmaktan kaçındığı dokusuna saplamaktan çekinmediği Doğanbey Konutları’nı 2012’de alıcılarına teslim etti ve her şey olağanmış gibi sürdü inşaat faaliyetleri. Gezi olayları bir sürü soru bıraktı geride. Toplumun ikiye ayrıldığı benzeri olayların kutuplaşmalara has genellemelerin ötesinde tahlil edilmesi gerekirdi ama bu da muhafazakâr kesimlerde nadiren yapıldı. Oysa orada büyük bir dersin sorusu öne çıkıyordu: oturmuş bir dokuda yapılacak önemli değişikliklerde o dokuyla duygusal bağları olan kesimlerle istişarede bulunmadan radikal kararlar alınmamalıdır.”

“Betonlaşmanın alarm zillerinin duyulmazdan gelinemeyecek boyutlara ulaştığı bir dönüm noktası 2010. Daha sonra TOKİ bağlantıları ve ilişkileri dikkate almak suretiyle yeni bir vizyon kazanabilirdi, ne yazık ki yenilikten anlaşılan Selçuklu motifleri gibi dışsal ve abartılı kullanılan ögeler oldu.”

Mankurtlar ve Zombiler

Misli Baydoğan, Cengiz Aytmatov romanlarından hareketle mankurt ve zombi kavramlarını ele alan bir yazı ile Nihayet’te.

Mankurt kavramı, Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un pek çok dilde yayımlanan ve geniş okur kitlesine ulaşan kült romanı Gün Olur Asra Bedel ile dünyaya yayılmış ve günlük dilde kendisine yer edinmiştir. Aslında bu romanın bir bölümü olarak yazıldığını öğrendiğimiz ancak dönemin Sovyetler Birliği gizli servisinin gözünden kaçırmak maksadıyla daha sonra incecik bir kitap halinde yayımlanan Cengizhan’a Küsen Bulut ise ana romanın devamı niteliğindedir ve okurun aynı düzeyde ilgisiyle karşılaşmıştır.

Gün uzaklıkta olan ve tüm atalarının gömülmüş olduğu Ana Beyit Mezarlığı’na İslami usullere uygun biçimde defnetmek ister. Roman, Yedigey ve arkadaşlarının bu amaçla yaptığı yolculuğun anlatıldığı tek bir günde geçer. Yedigey ölüm haberini aldığı andan itibaren geçmişi hatırlayarak, hiç durmadan doğudan batıya, batıdan doğuya trenlerin gerekli olmadıkça durmadıkları, resmi yetkililerin sadece denetim yapıldığında hatırladığı, aslında bir sürgün yeri olan Boranlı’dan yolu geçmiş az sayıda insan üzerinden, bütün bir ülkenin yakın dönem siyasi tarihini ve sosyal hayatını okurun gözleri önüne serer.

Aytmatov, çocukken duyup aklının bir köşesine yerleştirdiği bu mankurt sözcüğünü seneler sonra bir Manas destancısına sorar ve yaklaşık bin yıllık bir tarihçe ile karşılaşır. Efsaneye göre Kalmaklar ve Kırgızlar arasındaki savaşlarda savaş ganimeti olarak alınan esirlerin aradan birkaç yıl geçince kızlarını kaçırması, yurtlarına geri dönmek istemesi ya da efendilerine başkaldırması ihtimallerini bertaraf etmek için, taraflar “mankurtlaştırma” olarak anılan işkence yöntemine başvururlar. Buna göre şire denilen deve derisi, saçları sıfıra vurulmuş olan esirin kafasına geçirilir, sıkıca sarılılıp bağlanır ve esir günlerce aç ve susuz olarak güneşin altında başındaki şire ile bekletilir. Deri sıcakta büzüşüp esirin kafasına yapışır ve tekrar uzamaya başlayan saçlar deve derisinden nüfuz edemeyince saç derisinden içeri her biri birer iğne ucu gibi batmaya başlar. Bu yönteme tabi tutulanlardan büyük bir kısmı dayanılmaz acılar içinde ölür, hayatta kalanlar ise artık mankurt olmuştur. Geçmişini, soyunu, yurdunu, boyunu, ailesini, insanı “ben” yapan her türlü bellek kaydını yitirmiş, efendisine tam itaat sergileyen insan görünümlü bir robot haline gelmiştir.

Seyid Çolak ile Kapan Üzerine

İlk uzun metrajlı filmi Kapan merkezli bir söyleşi yapılmış Seyid Çolak ile. Birçok ödül aldı Çolak’ın bu filmi. Ben başta Seyit Çolak olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum. Sorular Aybala Hilal Yüksel’den. Söyleşiden bir bölümü buraya alıyorum.

“Film bittiğinde kurguda nasıl bir şey çıkacağını gerçekten çok merak ediyordum. Naim kimi sahnelerin yerini değiştirmek gibi uç tekliflerde bulundu. Projenin özüne sadık kalarak filmin çıtasını yükselten denemeler yaptı ve bu çok hoşuma gitti. Kesinlikle atmam dediğim sahneleri attım. Asla kullanmam dediğim doğaçlama bir diyaloğu kullandım. Kurgu süreci bana yepyeni şeyler öğretti. Bu süreçte mutlaka yönetmenden farklı bir gözün olması gerektiğini düşünüyorum.”

Türk İrfanı

Türk irfanını 106. sayısının kapağına taşımış Kardelen dergisi. En çok ihtiyacımız olan değerlerimizden biridir Türk irfanı. Mayasını Anadolu’dan alan, azim ve kudretiyle bizi dünyaya karşı ayakta tutan bir kutlu davadır bu irfan. Savrulup duran dünyanın serkeş haline karşı direncimizdir Türk irfanı. Böylesine önemli bir konuyu kapağına ve sayfalarına taşıyan Kardelen dergisini kutluyorum. 

Konu ile ilgili yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

“Bir milletin kimliği, apaçık olaylar ve yetişmiş meşhur kişileri kadar, hattâ bazan onlardan çok, halkta tezahür eder. İşinde gücünde sıradan kişilerde… Mesele malûmlarda mı, meçhullerde mi meselesi değil… Hangisinin daha değerli olduğu da değil. Hangisinde kimliğin, millet şahsiyetinin, millî hüviyetin daha bâriz görüldüğünde. Millî müesseselere ve remzlere; meselelere ve olaylara; sevinçlere ve üzüntülere halkın alâkasında, onlara ne kadar sahip çıktığında… En çok da gizli bir hazine olarak yığınların içinde saklı, zamanı gelince beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve bütün plânları altüst eden halk duruşunda ve hamlelerinde tebarüz eder. Nam, nişan, mevki, menfaat, para beklentisi olmayanlarda aramalı daha çok bir milletin kimliğini… Toplum nabzı; toplum hissiyatı… Efkâr-ı umumiye… İrfan… Fertlerden söz etmek gerekince de, bilinen kahramanlardan çok, bilinmeyen kişilerde aranmalı…”

“Eğer halkta, aidiyet duygusu varsa, maşeri vicdanı; ruhuna, aslına, köküne düşmanlık gördüğünde ortaya çıkar, gayr-i meşru hevesler peşinde koşan dışardaki düşmanları ve içerdeki hainleri ya itlâf eder, ya aciz bırakır, ya gülünç duruma düşürür; yani bir şekilde tarihin çöplüğüne atar. Büyük milletlere has davranış; derin millî şuur… İrfan… Bir büyük lider idaresindeyse, âlâların âlâsı…” Ali Erdal

“Bizim servetimiz atalarımızdan kalan tarla, bağ, bahçe veya evler mi; hiç sanmıyorum, bana göre ataların üzerimizde pırıldattıkları ve bize bir vebal hükmünde miras bıraktıkları ahlâk, irfan ve ilim; asıl servetimiz bu… O toprağa bu hallerin cevheri damlamasaydı, biz “biz” olamazdık… Tabi ne kadar olabildiysek; o da başka mesele…”

“Bizi tutan harç ve bizi mayalandıran cevher, Hz. İbrahim’in (a.s) duasıdır; çünkü O’nun bir İsmail’i (a.s.) vardır. “Allah’ım” der; “eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı eyle, bizi muttakilere önder kıl”, “zürriyetimizden namaz kılan bir nesil” nasip eyle”… O harç, o cevher Hz. İbrahim’in ettiği duayı devam ettirmeye gayret eden atalarımızın alın teri, nefesi, mütevazı yaşayışlarıdır. İsmail’i (a.s.) her fırsatta dile getirişleri, anışlarıdır.” Sinan Ayhan

“Bütün zamanların ve mekânların, insin, cinin ve bütün varlığın peygamberi Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberin mübarek dudaklardan böyle bir müjde dökülmüşken, bu ümitsizlik halini nasıl izah edeceğiz… Kimden ümidimizi kestiğimizin farkında mıyız…

Değil mi ki İstanbul’da Ayasofya, Süleymaniye, Sultan Ahmed, Edirne’de Selimiye, Bursa’da, Sivas’ta, Erzurum’da, Diyarbakır’da Ulu Camiler ayakta, Anadolu bütün haşmetiyle ayakta demektir. Maddesi tamam ama ruhu yok mu diyeceksiniz? Anadoluyu bir mekânın değil mânânın adı olarak anlıyorsanız, ki öyle anlamak gerekir, Bosna’dan Horasan’a, Kırım’dan Kudüs’e, Yemen’e o mânâ, yani bütün bir Anadolu kıtası da ayaktadır. Zira onu her dem taze tutan Mevlâna’nın, Yunus’un, Şeyh Edebâli’nin, Akşemseddin’in, Emir Sultan’ın, Hacı Bayram’ın ve daha nice büyüklerin nefesi taptazedir, hayat vericidir. Sırf bu sebeple Anadolunun çeşmelerinden akan su, âb-ı hayattır.” Kadir Bayrak

Mevlana Üzerine Abdullah Akın ile Söyleşi

Yavuz Sert, Anadolu irfanı merkezli bir söyleşi gerçekleştirmiş Abdullah Akın ile. Yazının merkezinde Anadolu mayasının en sağlam temellerinden olan Mevlana var.

“İrfanımızı Anadolu irfanı olarak belirtmemizin nedeni elimizde bu toprakların kalmış olmasıdır. Bizim kültür, irfan ve idrak coğrafyamız siyasî sınırların çizmiş olduğu haritalardan ibaret değildir. Bizim hattımız Buhara'dan Bosna'ya, Bahçesaray'dan Fizan'a kadardır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye... Anadolu irfanı diyoruz ama bizim Anadolu’nun üç katı büyüklüğünde irfan coğrafyamız vardı. Kaşgar'dan Kandahar'a kadar, Belh'den Tebriz'e kadar o coğrafya bir "Türkistan" coğrafyasıdır. Biz elimizde son kalan toprak olduğu için "Anadolu İrfanı" diyoruz ama ben buna “Türk İslâm İrfanı” demeyi tercih ediyorum. Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evlâdır. Anadolu İrfanı güzel, hoş, meramını anlatan bir kavram.”

“Türklerin tarihî anlamda müslüman oluşları ile derviş oluşları çok yakın zamanlardadır. Biz Anadolu'ya kurumsal bir İslâm düşüncesini getirmedik. Bizim tasavvuf kültürümüzün temelinde Yesevîlik vardır. Biz İslâm'ı Anadolu'ya Yesevî dervişleri ile kurumsal olarak gelmeden önce getirdik. Henüz daha bireysel olarak Alparslan Malazgirt’e veya ondan önce Pasinler’e, Artukoğulları Mardin’e akın yapmadan önce Yesevî dervişler buralara çoktan gitmişlerdi. Osmanlıya baktığımızda da aynı şeyi görüyoruz. Bir devlet bir yerleşim yerine önce askerî olarak gider, bu askerî sistemi idarî bir sisteme dönüştürerek kalıcılığı hedefler. Oraya mülkî anlamda yerleşir ve orayı kendi kültür ve yaşam coğrafyası haline getirir. Bu işgal değildir. O coğrafyayı kendi öz toprağından farksız hale getirme meselesidir. İşte Orhan Gazi Rumeli’ye geçmeden çok önce Sarı Saltuk Dobruca'ya kadar gitmişti. Sadece o değil, Fuat Bey kolonizatör derviş diyor bu ismi beğenmiyorum, biz alperen Türk dervişleri diyelim, alperen dervişler henüz orada idarî, mülkî bir varlık oluşturmak üzere devletin organları gelmeden, sivil toplum kuruluşu olarak oradaydılar, âdetâ devlet oraya geldiğinde zaten alperen dervişlerin elinde İslâm’a hazır mayalanmış bir kitle buldu. Trabzon'un Türk toprağı oluşu Kosova'nın Türk toprağı oluşundan yüz elli sene sonradır. Ama bugün Kosova Türk kültür coğrafyası değil gibidir ama Trabzon öyledir. Önemli olan buralarda kalıcılığı yaratacak unsurlardır.”

“Hz. Pîr’i çok az tanıyoruz. Çünkü bir bardak kabın içerisinde ummanı tarif etmeye çalışıyoruz. O bir bardak kap bugün Hz. Mevlânâ’ya giydirmeye çalıştığımız evrensellik, hümanizma, insan hakları gibi beşerin kendi ürettiği değerler. Velilerin öyle bir özelliği vardır, herkes bir ciheti ile Hz. Mevlânâ’ya yakınlık bulur. Kimine şiiri ile kimine semaı ile kimine aşkı ile... Ama bu durum, bunları bütün halinde görmemize engel olmamalıdır. Hz. Mevlânâ her şeyin başında bir veliyullah yani İslâm velisidir. Ne yazık ki Hz. Mevlânâ’yı evrensellik ve hümanizma kabına sığdırmaya çalışanlar, Hz. Mevlânâ’nın İslâmî cihetini -ki asıl Mevlâna’yı Mevlânâ yapan budur- görmezden geldiler ve muhayyel bir Mevlânâ portresi çizmeye çalıştılar. Romanlarla, filimlerle, belgesellerle ortaya konmaya çalışılan budur. Gel ne olursan gel Hz. Pîr’e ait olmasa da ona yakışan bir sözdür. Düşünce olarak bunu der ama “gel, geldiğin gibi kal” demiyor, “dönüş, insan ol” diyor. İslâm ahlâkının öngördüğü şekilde insân-ı kâmil ol. Hz. insan kavramını bilmeyen Hz. Mevlânâ’yı anlayamaz.”

Mesnevî Bağlamında Fabl

Mevlana’nın her yönden devasa eseri Mesnevi, içine girildiğinde bin bir kapıya açılan bir umman gibi. Okudukça açılan ve kendini yenileyen bir cevher adeta. İlkay Coşkun, Mesnevî Bağlamında Fabl isimli yazısında Mesnevi’nin önemli bir bölümünü oluşturan hayvan hikâyeleri üzerine bir yazı kaleme almış.

“Hayvan hikâyeleri üzerinden bir şeyler anlatma isteği tasavvuf anlayışında, medeniyetimizde bolca yer bulmuştur. Bugünün belgesellerinin, filmlerinin, çocuk kitaplarının, hikâyelerinin önemli bir bölümünü kapsayan özellikle evcil hayvanlar, av hayvanları, kuşlar eski zamanlarda da kullanılagelmiştir. Tabiata, toprağa yakınlık, avcılık daha çok yaygındır. Göçebe hayatlar, tarım, et ihtiyacının önemli bir kısmını avcılıktan karşılama, yolculuk, taşıma, savaşlar hayvanlarla yakın teması daha çok zorunlu kılmaktaydı. Bu yakın temas, sözlü ve yazılı kültürlerdeki hikâyelerde yerini almıştır. Özellikle krallık, padişahlık dönemlerinde ricale verilmek istenen mesajlar kapalı bir anlatımla hayvanların diliyle hikâyeleştirilerek verilmekteydi. Ancak bu şekliyle iktidarın gazabından korunabilecekleri düşüncesindeydiler.”

“Hz. Mevlânâ’nın hayvan hikâyelerinin o devrin halk hikâyelerinden, dinî menkıbelerden, Kelile ve Dimne gibi Hint hikâyelerinden alıntılandığı da görülmektedir. Bu hikâyelerde Hz. Mevlânâ’nın kendi anlatım özelliklerini ve yorumlarını da görmekteyiz. Mistik öğelerin önde olduğu hikâyelerde daha çok dönemin toplumsal yaşantısına ışık tutulmakta, hayvanların üzerinden insanlara dersler verilmektedir. “Bir kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla beraber uçmasının ve tane toplamasının sebebi hikâyesi”, bir hekim dedi ki; “çölde bir karga ile bir leyleği beraber gördüm. Bu hâle şaştım ve aralarındaki birlik, anlaşma nedir; bunu anlayayım diye hâllerine dikkat ettim. Şaşkın bir hâlde onlara yaklaştım. İkisinin de topal olduklarını gördüm” diyerek hikâyeye devam ediyor. Karga ve leylek örneği üzerinden olayın tahlilini yaparak son sözü insanoğluna getiriyor. Bazen insanların ve hayvanların eksikliklerinin, birbirlerini bir araya getireceğine dikkat çekiyor.”

Erdem Bayazıt’a Mektup

Hızır İrfan Önder, bir mektup ile seslenmiş Erdem Bayazıt’a. Duygu ve özlem yüklü bir mektup bu.

“Selâm sana ey direniş şairi, selâm sana! Şair denince aklıma ilk düşen isimlerden birisisin. Bunu sağlayan, İz Yayıncılıktan çıkan ve üç şiir kitabını da içeren, “Şiirler” adlı “bütün şiirlerini” kapsayan kitabını okumamdır. Bu kitap, sanki beni büyüledi. Şiire susayınca hep okurum. Çünkü estetikten ödün vermeden, biçimi dışlamadan içeriği öne çıkardın. Şiirde anlamı önemsedin. Mesajını eğip bükmeden açıkça verdin. Şiirini salt biçimciliğe, salt sözcüklere indirgemedin. Şiirini anlamsız imge yığınına ya da imge çöplüğüne çevirmedin. “Şiir aramaya çıkmam, o gelir beni bulur.” dedin. Bunun içindir ki, şiirlerin gönlüme işledi, ruhumu alevlendirdi. Ey şiiri, şiir gibi yazan şair!... Ey “Yedi Güzel Adam’dan” biri olan üstat! Sana minnettarım. Sana hayranım.”

“Ey dâvâ şairi! Ben şiirlerinin bir direniş, bir başkaldırı şiiri olduğuna inanıyorum. Batılılaşma döneminin milletinden, tarihinden, birikiminden ve medeniyetinden kopan yabancılaşmış aydınına karşı şiirle direndiğine şahitlik ediyorum. Doğru yoldan şaşmayan, “klas duruşu” olan iyi bir şairsin. Sen de şiiri merhum Necip Fazıl Kısakürek gibi “mutlak hakîkâti arama işi” bildin. Şiirlerinde varoluş kaygısı-sancısı çeksen de hayata tasavvuf nazarından baktığın belli.”

Ayasofya

Dergilerimizde Ayasofya konulu yazılar çıkmasını önemsiyorum. Bir zamanlar özlem yazıları vardı, şimdi de sevinç yazıları yer almalı dergilerde ki tarihe bir not düşülmüş olsun. Erdal Kozankaya Ayasofya coşkusunu dile getirmiş yazısında.

“Ayasofya! Ey Ayasofya! Sen bize Fatih’in emaneti ve vasiyetiydin. Sen fethin sembolüydün. Sana sahip çıkamadık. Seni mahzun bırakanlar, sana zincir vuranlar utansın ey Ayasofya!

Sen yıllarca içimizde kanayan bir yara idin. Aynı Kudüs’teki Mescid-i Aksa gibiydin. Artık hasret bitti, hadi gözyaşlarını sil Ayasofya. İnşallah bir gün yine bir Selahaddin Eyyübi gelecek, Mescid-i Aksa’yı Siyonistlerin çizmesi altında çiğnenmekten kurtaracak. O günler de yakındır…

Ey Ayasofya! Çağ açan, çağ kapatan, Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olmuş koca Sultan Fatih Sultan Mehmet’in “kılıç hakkım” diyerek, kıyamete kadar cami olarak kalması vasiyetine rağmen sana esaret hayatı yaşattılar. Şimdi müjdeler olsun ki, Türk Milleti yine bir ecdadı Fatihan çıkardı. Seksen altı yıllık bir hasretten sonra, Recep Tayyip Erdoğan kapılarına vurulan kilidi kırdı, kapılarını müminlere açtı. Yine kubbelerinde tekbirler, dualar, ezanlar yankılanacak, müminler “âmin!” diyecek.

Kardelen’den Bir Hikâye

Mustafa Büyükgüner - on dört, otuz yedi, elli beş, on bir…

“Küçük mavi dolmuş, büyük şehrin ara yollarında, sabah mesaisine yetişmek için acele edenlerin kullandığı arabaların arasından tıslaya tıslaya kendine bir hareket alanı açarak yol kenarında durdu. Açılan kapıdan orta yaşlarında bir kadın ile yedeğinde küçük bir oğlan çocuğu indi. Mavi dolmuş yeniden bu araç deryasının arasına katılarak yoluna devam etti. Kadın önündeki dik rampada yorgun adımlarla yürürken bir yandan da oğluna elini bırakmamasını ve dikkatli olmasını tembihliyordu.”

“Asansör ikinci katta durduğunda “Gördün mü Oğuzhan, bizim otele benzemiyor burası…” dedi annesi kapıdan çıkarken, çocuk dudaklarını büktü, bilgiç bilgiç “Bütün oteller birbirine benzemez tabi anne… Ama bak burada da çocuklar için oyun parkı var, aynı bizim otel gibi” dedi. Anne ve çocuk el ele genişçe bir holün küçük bir bölümüne yapılan ve ışıkları sönük şekilde kapısı da kapalı duran oyun parkının önünden geçerek başka bir büyük odaya geçtiler. Küçük çocuk kapıda yazan “Pediadrik Onkoloji” yazısından hiçbir şey anlamamıştı. İçeriye girip annesinin elinden kurtuldu ve geniş salonda şöyle bir tur attı.”

“Bu arada Oğuzhan çoktan annesinin elinden kurtulup kapıdan çıkmıştı, doğruca duvardaki büyük resmin yanına gitti ve elindeki kalemlerle, resimdeki bütün çocukların dudaklarının yanlarını boyayıp somurtup boşluğa bakan bu çocukları gülümser hale getirdi. Tekrar annesinin yanına koştu ve duvardaki doktorun resmini de aynı şekilde üzerinden boyadı ve onun da gülmesini sağladı. Kadın gözündeki yaşı gizlemeye çalışırken oğlunun elinden tuttu ve bu “Yalnızlık Salonu”ndan ayrılmak için hızlı adımlarla yürümeye başladı.”

Agâh Kültür İkinci Sayı

Agâh Kültür, ikinci sayı ile karşımızda. Henüz yolun başında bir dergi Agâh. Uzun soluklu ve kalıcı eserlere ulaşmalarını diliyorum. Derginin kapağında Peyami Safa var. Çalışkanlığın ve titizliğin yazarıdır Safa. Dergide yer alan biyografiden bir bölümü paylaştığımda daha iyi anlaşılacak bu özelliği.

“Bütün yazılarımdan pişmanım. Onlardan utandığım için daha iyilerini yazmaya çalışıyorum.” diyen Peyami Safa’nın yazmaya nasıl sevdalı olduğunu bu sözünden anlıyoruz.

A.Yağmur Tunalı, Ebulfeyz Elçibey ile bir anısını paylaşmış dergide.

“Elçibey ve Turan Hoca gibi iki büyük idealistle onların hissinde coşmaya hazır 40 kadar insanın ne yapacağı artık belliydi. Gecenin 01.30’unda, ay ışığı tepemizde, hiç bitmeyen rüzgârların şehrinde Hazar Denizi’nin yerleşmenin olmadığı uzakça bir yerindeydik. Deniz, epeyce dalgalıydı. Hazar’ın yükselip yükselmediği sâhilden incelendi. Bir görüş hâkim oldu, evet Hazar yükseliyordu.

Muazzam bir müjde gibi duyulan bu hükümden sonra olacak yine belliydi; Hoca ve Elçibey, ayakkabılarını çıkarıp pantolonlarını diz üstüne kadar katlayarak denize girdiler. Hepimiz onlara uyduk. Epeyce serindi. İkazlar üzerine heyetin çoğunluğu sâhile çıktı; ancak Hoca ile Elçibey bütün ısrarlara rağmen dönmediler.

Birbirlerine sokulmuşlardı. Aya bakıyor ve duâ ediyorlardı. Bu görüntünün câzibesine kapılarak açık kasetli teybimle ben de onlara katıldım. Artık üç kişiydik. Sonraki düşünüşüme göre, söze karışmama rağmen beni gördüklerinden de emin değildim. Durmadan vecd hâlinde ve sayıklar gibi gözyaşlarıyla duâ ediyorlardı: “Yâ Rabbi! Yâ Rab! Türklüğü yücelt! Türke güç ver Yâ rabbi! Hazar’ı yükselttiğin gibi Türkü yükselt! …” Duâya ara veriyor, şiir okumaya başlıyorlardı.”

Çiçekdağı’nda Bir Abdal

Her hali türkü olan kişiler vardır. Onlar türkü söylemedikleri zaman da bir ezgi sizin ta içinize gelip işler. Bu topraklarda Neşet Ertaş, türkü gibi yaşamış bir garip fani idi. Çiçekdağı’nın solmayan ve solmayacak çiçeği olarak yaşadı ve türküler dolusu bir demet çiçek gibi ayrıldı aramızdan. Ebrar Mecit Karakaş, Neşet Ertaş portresi ile Agâh’ta.

“Kırşehir türkü repertuvarı üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, yöredeki müzik repertuvarındaki 453 eserin 168’i Neşet Ertaş’a atfedilmektedir. 168 eserin sahibi Ertaş’ı çıkardığımızda birçok sanatçı olmasına rağmen ulusal temsiliyet bağlamında Kırşehir yöresi halk müziği kültürü yaratımcı olarak Neşet Ertaş ile kodlanır ve temsil edilir. Bu tespit, Neşet Ertaş’ın geleneği temsil etmedeki büyük rolünü gösteren bir örnektir. Neşet Ertaş’ın temsil gücünü az önce Türkiye’nin içinde bulunduğu yoksulluk ve gurbet ortamından örneklendirmiştik. Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren köyden kente ve diğer ülkelere yapılan, ekonomik ve sosyal sebeplere dayanan göç dalgalarının varlığı dikkat çekmektedir. İşte Ertaş’ın türküleri bu gurbetteki gariplerin duygularının dışa vurumudur. Neşet Ertaş’ın kendine has çalış biçimi de onu farklı kılan özelliklerden birisidir. O sazı çalarken bir yandan da saza vurarak ritim tutar, saza aynı zamanda darbuka karakteri yüklemiş olur. Kullandığı düzeni ve akort tekniği, parmak ve mızrap tekniği, ses ve vokal özellikleri, dil, ağız, hançere ve beden diliyle yöresini ve kültürünü ifade etmiş; bunları geliştirerek TRT ile sorun yaşasa da kendine has bir teknik ve üslup ortaya koymuştur. Ve sonuç olarak bizim sevdiğimiz Neşet olmuştur. Müzik üslubunu oluştururken Abdal müziği icrasında adını duyurmuş sanatçılardan, başta Muharrem Ertaş olmak üzere, Çekiç Ali’den, Hacı Taşan’dan izler taşımaktadır.”

“Abdal kelimesi Arapça bedelden geliyor. Abdallar, dünyadan ve dünya nimetlerinden geçmiş, bizim incelediğimiz bağlamda nefsini ezmiş, aşkıyla söyleyen, sevgiyle yanıp dağ taş gezen, cümle mahlukata muhabbet besleyen, üstüne bir aba giyinip bazı kaynaklara göre bölge olarak değişiklik gösterse de saçını ve kaşlarını tıraş eden, toplum tarafından dışlanmaya alışkın olan, meczup, divane ama aslında tüm alemi Hakk olarak gören, her şeyi ‘’bir’’ varlık olarak gören erenlerdir. Bunların bir kısmı kalenderi bir kısmı bektaşi olarak anılır. Türkiye tasavvuf sahasında bunlara Horasan Erenleri yahut Rum Abdalları deriz. “Vurana elsiz gerek, sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın!”

Neşet Ertaş’ın şu sözlerini hatırlayalım : “Ben âşığım, ben kendimde, özümde, ruhumda, beynimde, fikrimde, aklımda, mantığımda aradım; insanlarda buldum sevgiyi. Canlarımız haktır bence. Ben canlı hakkı seviyorum ve ona âşık oldum. Hayattayken namerde muhtaç olmamak yeter bize. Büyüklüğü hiç kabul etmem.”

Gönlümüzü, Ruhumuzu “Gımıldativeren” Kahraman

Ahmet Sefa Yalçın, Anadolu’nun sessiz ve derinden yaşamış bir kahramanı olan Ahmet Uluçay’ı anlatıyor yazısında.

“Filmlerini izlediğimde, şiirlerini ve güncesini okuduğumda samimiyeti sarıp sarmalayıvermişti beni. Öyle bir içtenlikle karşılaşmıştım ki yaşadıklarıyla, yaşattıklarıyla bir ömürden arta kalan sayısızca ömür daha vardı sanki. Yaşamış olduğu onca zorluk, onu kafasının içinde depremlerle boğuşturan krizler, geçim sıkıntısı içinde yaptığı sayısız iş, beynindeki tümör; şairliği, dergiciliği ve sevdam dediği sineması. Bu sevdası uğrunda henüz 12 yaşında iken arkadaşı İsmail Mutlu ile sinematograf yapmaya karar vermesi, topladıkları film parçalarını birleştirerek köy ahalisine küçük gösterimlerde bulunmaları, İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu ile birlikte Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu’ nu kurmaları. Ama tüm bu yaptıklarının içinde soluk alıp veren umudu, hayalleri. Hayatının her anında çocukluğunun hasretiyle yaşayan, dünyaya bir çocuktan ödünç aldığı gözlerle bakan, ‘‘Asla vazgeçmeyeceksin, çok isteyeceksin; çok istedikten sonra her şey bulunuyor ’’sesine kulak verip inandıklarının peşinden giden bir yaşamak düşü.”

“Çektiği filmlerde, sanata dair çabalarında da eşi Ayşe Uluçay ve evlatlarının desteğini unutmamak gerekli. Yazdıklarını dinleyen, filmlerinin çekiminde daima en başta destek olan onlar olmuştu. Ahmet Uluçay’ın 2004 yılında Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi için ödül alırken yaptığı konuşmasında: “Bu filmi eşim Ayşe’ye adadım ve ödülü onun adına alıyorum. Sinema yapmak için, onu buradaki birçok insanın tanımadığı bir yoksulluğun içine ittim. Büyük yönetmen odur…” diye bahsetmişti eşinden.”

“Heyecanımızı, gayretimizi, umudumuzu artıran insanlar, iyi ki varlar. Gönül hanemizi onaran, ruhumuzu samimiyetle mayalayanlar. Karpuz kabuğundan gemiler, koltuk değneğinden kanatlar yapanlar. Rahmet ve dua ile…”

Değerler Bakımından Dede Korkut Hikâyeleri

Değerler eğitimi kavramı son zamanların en revaçta yönelimlerinden biri. Her kapıyı açan ama doğru anahtarın kullanılıp kullanılmadığı konusunda çok da emin olunmayan bir hassas dengedir değerlerimiz. Sakine Bozyel, Değerler Bakımından Dede Korkut Hikâyeleri başlıklı yazısında Dede Korkut hikâyelerini değerler eğitimi bağlamında ele alıyor.

“Oğuzlar Müslümandır. Dini değerlerinin bilincine yeterince sahiptirler. Nemrut, İbrahim, Musa, Adem, Şeytan kıssalarını bilir, Hızır, Muhammed, Fatma, Ali, Hüseyin, Mekke, Medine, Cebrail ve Kur ‘an konularına hakimdirler. Oğuzlar savaşa gitmeden önce abdest alıp namaz kılar, saldırı öncesinde Peygamber’e salavat getirirler. Fethedilen yerde alınan çeşitli kale ve kiliseleri mescit haline getirerek Allah’a hutbe okuturlar. Dede Korkut hikayelerinde Oğuzların eski dini inanç ve geleneklerine dair canlılığını koruyan pekçok kültürel değer vardır. Çocuklara kahramanlık gösterdiklerinde ad verilmesi, çocuksuz insanların tanrının lanetine uğradığına inanılması, dua edilirken ellerin göğe doğru kaldırılması; ağacın, kurdun ve suyun kutsal kabul edilmesi, ölenin atının kesilip ölü aşı olarak verilmesi, ölen kişilerin yakınlarının ak elbiselerini çıkarıp kara elbiselerini giyerek yas tutması gibi kültürel değerlerin bir kısmı çok önceki dönemlere dayanan Şamanizm çağının kalıntılarını yansıtması bakımından önemlidir. Oğuz toplumunda aile bağları ve değerleri çok sağlam bir zemine oturtulmuştur. Hikayelerde ataerkil bir aile yapısı hakim olmasına rağmen kadınların aile içerisinde saygınlığı ve ağırlığı oldukça fazladır. Kadınlar eşlerine yol gösteren, meselelerin çözümü noktasında yardımcı olan erdemli insanlardır.”

Arz Sallandığında

Selvigül Şahin, “Arz Sallandığında Anlarız Dünyanın Göçebeleri Olduğumuzu” isimli yazısında yaşadığımız depremleri anlatmış. Arz sallanışı, yüreklerin sarsılması ve kendine gelmesini beklediğimiz insanlık var yazıda.

“Arz sallandığında korkarız, içimiz titrer… Çaresiz kalırız, o an gidecek güvenli yerler ararız, sığınılacak korunaklı mekânlar için yola çıkarız, aniden ama dizlerimizin bağı çözülür öylece çarnaçar kalırız orta yerde... Sonra anlarız, arz sallandığında anlarız, bu dünyanın göçebeleri olduğumuzu… Arz sallandığında anlarız ne kadar aciz ve çaresiz olduğumuzu ve hiçbir şeye gücümüzün yetmediğini. Arz sallandığında anlarız asıl mülkün sahibi kimdir, kim bizi yaşatır, kim öldürür, kim rızkımızı verir, anlarız ve derinden ürpeririz… İşte o an anlamış oluruz derinden duyumsarız, her şey Yüce Rabbimizin tasarrufundadır. Onun elindedir. Rabbimiz, bize düşünebilme yetisi vermiştir. Bizim omuzlarımıza dağlardan bile ağır yüklenmiş emanet vardır, fani dünyanın yükü vardır. Eşrefi Mahlûkat olarak gördüğü ve yarattığı insanoğlunu sorumluluk bilinciyle ayrı bir duyarlılıkla yaratmıştır Rabbimiz.”

“Depremler olacak, arz sallanacak… Asıl insanlık kendine gelmeli. Artık dürüst ve namusluca inşa edilmeli şehirler. Betondan, demirden çalınarak yapılan yapılar olmamalı artık... Her türlü inşayı yapan insanoğlu kendini misafir edecek binaları da şahitlik makamında inşa etmesini bilmeli. O şuurla yaklaşmalı. En iyi şekilde ama açgözlülüğe düşmeden inşa etmeli şehirleri. Az ve öz olarak, sağlam, kendisine mezar olan değil, kendisini koruyacak binalar inşa etmeli artık. Efendimiz, “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol” diye asırlar öncesinden sesleniyor. Fani dünyanın duraklarında sorumluluk bilinci ile bize yakışan halde, eşref – i mahlûkat olarak her yaptığımızı iyi ve güzel, doğru ve sağlam yapmamız gerekiyor. Arz sallandı ve biz gördük çürük olanlar yıkılmaya mahkûmdur. O nedenle kavi bir imanla, sağlam bir duruşla içinde yaşadığımız, emanet bırakacağımız şehirlerimizi de sağlam ve mukîm bir şekilde inşa ederek geriden gelenlere miras bırakmamız gerekiyor.”

Agâh’tan Şiirler

sen parmaklarında işaretli

tarihi şehirleri besleyen ay

baharın dilimizdeki adısın

ruh taşıyan gemilere

gökten inen yük

rüzgar ve düşlerimdeki sır

sırtında kalan soğuk ter

ıslak ten

ter atarken bahar

ahh içimdeki ben

gözlerimin makus talihi

belki ruh benim

sessizce konuştuğumuz

susarak konuştuğum

aynadaki suretim

ellerim yılların aynası

geçmiş günleri çoğaltan

dünyayı karanlıklarda boğan

güneşin yedi rengine boyayan

sır hazinesi aklım

sır küpü ne ki

nasıl göreceksin bilmem nasıl

geçmişe dönük haritalarla kesilen yüzünü

Şakir Kurtulmuş

Bir şair ki, yiğit gibi

Sevdası var Türkçe Türkçe

Hem destan hem ağıt gibi

Nidası var Türkçe Türkçe

Hem çalan hem de söyleyen

Dünyayı böyle paylayan

Yolunu cümbüş eyleyen

Dağdağ’sı var Türkçe Türkçe

Sözleri söz kamaştırır

Gözleri göz kamaştırır

Varlığı öz kamaştırır

Edası var Türkçe Türkçe

Yasin Usta

Bir gün batımında silinir elbet,

Zaman perdesinden resmimiz bizim.

Devran döner, ışık söner nihayet

Toprağa karışır cismimiz bizim.

Gönül mâveradan kalmasın ayrı,

Dünyanın kimseye dokunmaz hayrı.

Ferman dinlemeyen nefisten gayrı

Olmadı cihanda hasmımız bizim.

Bestami Yazgan

vakit sarımtırak bir ikindi üzeri, korkularım var

terddütlerim sıra dağlar gibi yolumun kıyısında

susamları sokaklara döktüğüm

gözyaşı dökemediğim zamanlar için affet Allah’ım

zira ayaklarımızın aklına tabi olduk

akıl ki onarılması en güç organ

ayaklar uçarı, yer çekimine karşı kayıtsız kalamayanlar

Dilek Erdem

yüzleri öpen avuç toprağı

hangi zülfikâr kesebildi

ey, tay terini yudumlayan!

eski rüzgârlara çok kapılan

bulutun unutur serencamı

suya değmez dudak sırrıyla

ihtiyar saatin tik takına kanıp

alnımı ansızın kimler öperdi.

Mustafa Işık

YORUM EKLE