Açıkkara’dan Şiirler
Zühtü Bey zümreye başkan oldu ya,
Sanki vazifesi, işi değişti;
Sanırsın general oldu orduya,
Görünüşü, üstü başı değişti
Kutlama yapıldı üç gece, üç gün,
Mevzuyu bilmeyen zannetti düğün,
Dediler, iftihar kaynağı köyün,
Annesi, babası, eşi değişti.
Fikret Görgün
Bizim köyde inadıyla meşhurdu,
Haymana’ya damat gitti boz eşşek.
Çiftesiyle yere sererdi kurdu,
Kangallardan daha itti bozeşşek.
Katırlara, beygirlere çatardı,
Yaylaya girerken nara atardı,
Yükü ağır gelse, suya yatardı,
Unumuzu hamur etti boz eşşek.
“Deh!” dedin mi arkasına bakmazdı,
Kafası eserse yokuş çıkmazdı,
Hele beni çocuk diye takmazdı,
Bize sabrı tez öğretti boz eşşek.
Servet Yüksel
Müştekiler sevemez; hayaldi filân, yasak!
Rüsvaydım da son fırtı çektiydim sayın savcım
Öterim sandalyeye sızarsa çay telsizden
İçimde kodes kadar metruk rutubet sancım
Nasılsa ölü şiir onu kısastan sayak
Gelinciğe talibi vurmayak sayın savcım
Hiç fark etmez falaka ayakta, yalın ayak
Müebbetten azca mı; içten çürüten acım
Yılmaz Yetiş
Geldiğim günden beri dünyaya ben hor olmuşum
Baltaya sap olmuş emma bil ki zar zor olmuşum
Anbean ateş saçan bir külhani hicran gibi
Tâ derunumdan yanan çok harlı bir kor olmuşum
Ahmed Orhan Hammamioğlu
Pire dağda krallığı üstlenir
Ayılar et yemez otla beslenir
Guguk kuşu vrak diye seslenir
Hindi sesi, sinek vızı bir başka
Artık hayvanların tarzı bir başka
Anne baba peşinde boş hülyanın
Çocuk kaygısında zarar ziyanın
Habibi der hülasa bu dünyanın
Hanımı, gelini, kızı bir başka
Artık insanın da tarzı bir başka..
Habib Karasakallı
Ali Ayçil söyleşisi Mahalle Mektebi’nde
Mahalle Mektebi dergisinin 50. sayısında Ali Ayçil ile yapılan bir söyleşi yer alıyor. Sorular Ömer Korkmaz’dan gelmiş. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Dergiler sonuçta bir “fidanlık”tır. Yeni kalemler çıkarması, genç kuşakları edebiyata kazandırması beklenir. Bunu yapmaya özen gösteriyoruz. Şunu da eklemekte yarar var: Dergâh dergisi Dergâh Yayınları tarafından çıkarılan bir dergi. Dergiyi yayınevinin ufkundan ve yayıncılığımızdaki ağırlığından bağımsız değerlendirmemek lazım.”
“Ben iyi bir okur olduğum konusunda iddialıyım. Bu vasfımı da bir ölçüde her biri iyi okur olan ama hepsi de yazar olmayan arkadaşlarıma borçluyum. Birbirimizi iyi kitaplardan haberdar eder, çok övülmüş olsalar da vasat metinler konusunda uyarırız. Okur arkadaşlığı çok hassas bir meseledir, karşılıklı olarak kanaatlerinizi defalarca test edersiniz. Mesela ben Şair Atakan Yavuz’un, doktor Murat Koyun’un ya da yüksek lisans öğrencisi Feyza Betül Aydın’ın okudukları kitaplar hakkındaki kanaatlerine güvenirim. Bütün isimleri burada saymayayım. Ama eleştirmenlerden daha fazla okur arkadaşlarıma güvendiğim kesin. Yaklaşık otuz yıldır da seçerek okumaya özen gösteriyorum.”
“Ben tarihten, bir bilim olarak bir kurum olarak tarihten erken yaşlardan beri nefret eden birisiyim. Bu yüzden “Karşı Tarih” tabirini kullanıyorum. Bu tabirin adıma tescillenmesini de çok isterim. Hem bu başlık altında bir şiirim hem de denemem var. Mehmet Genç’in, gençken bir akşam arşiv çıkışı Cemal Kafadar’a söylediğini burada tekrar etmek iyi olur: “Cemal, dikkat et tarih insanı aptallaştırır da!” Bu sözü hiç unutmadım diyor Kafadar bir söyleşisinde. Tarih çalışan bir adam söylüyor bunu, iyi tarihçilerden biri. Kafadar’ın metinlerinin sunuşunda ya da bazı söyleşilerinde Modern Türk Şiirine, İkinci Yeniye, Didem Madak’a vb. yaptığı göndermeler gerçekten de tarihin kendisini aptallaştırmaması için öznenin diline hep yakın durduğunu gösteriyor. 16. yüzyılda Bursa’da ya da Erzurum’da günlük hayatı içinde kavrulup giden adamı unutup yalnızca saray anlatısına ram olursanız tarih sizi aptallaştırır. Tarihi, herhangi bir mertebe hiyerarşisine girişmeden, bütün öznelerin mahsulü olarak görmek gerekiyor. Ama kimsenin böyle gördüğü de yok. Şairler ve cümle edebiyatçılar tarihçilerin ısrarla inşa ettikleri bu mertebe hiyerarşisinde ve kahraman kadrosuna karşı bir değeri olmadığı için unutulup giden insanların ruhunu savunmak durumundadır, onlara karşı sorumluyuz. Gelecekte bizim unutulan ruhumuzu tarihin zulmünden koruyacak olanlar da gelecekteki şairler ve edebiyatçılar olacak.”
“Eğer şiir yazıyorsanız, yazılmış şiiri de bilmeniz gerekiyor. Ben bir süre kendi imkânlarımla Divan Şiiri çalıştım. Halk Şiirini zaten bir biçimde biliyordum, modern şiirin de içindeyiz. Divan Şiirini, onun ölçü düzeneğini şöyle ya da böyle biliyoruz. Ama geleneği takip etmek bağlamında bir çabam olmadı. Geleneği takibi ikiye ayırıyorum: Birincisi geleneği bilir ve onu bir biçimde yeniden, yenileyerek inşa etmeye çalışırsınız. Hala Divan Şiiri yazanlar bile var. İkincisi, bir dilin içinde doğduğunuz için zaten bir geleneğin de içinde doğmuşsunuzdur ve gelenek siz büyürken dile gömülmüş bir şekilde sizi ele geçirir. Yeni bir şeyler yapmak istiyorsanız dile gömülmüş olana karşı dile yeni bir şeyler gömmeniz gerekir. Ama bu dili bütünüyle boşaltamayacağınız için daima yarım bir ataktır. Ve hikâye gelenek – yenilik sarmalı şeklinde sürüp gider. Doğrusu da budur. Bir de tabi şairin gelenekle ilişkisinin yaşla ortaya çıkan yanları var. Yaşlanmak, şu ya da bu biçimde geleneğe eklemlenmektir. Çok az insan savaşını ömür boyu sürdürebiliyor.”
Cihan Aktaş’ın “Yükünü Hafifleten Resimler”i devam ediyor
Cihan Aktaş, Yükümü Hafifleten Resimler’in üçüncüsü ile karşımızda. Keyifle okunacak bir kitaba doğru giden bir yolculuk olarak görüyorum ben bu yazıları. Her zamanki gibi bir Aktaş yazısı okuyorsanız kendinize sınır çizemezsiniz. Karşınıza Hasan Aycın da çıkar Van Gogh da.
Bu yazıları okuyunca bir resme bakmak ne demek bunu daha iyi anlıyoruz; öylesine derin, öylesine gizemli.
“Hasan Aycın, 1980’lerden beri çizgilerini takip etmeye çalıştığım, kitaplarını okuduğum bir sanatçı. Birbirini tekrar etmeyen yüzlerce eserinin bilincimde oluşturduğu ilk etki, sanatın öğretilemeyeceği.”
“Aycın minyatür ağaç bakışıyla çiziyor; adına hazırlanan bir kitaba yazdığım yazıda anlatmıştım. Çizgiye yönelik ilgisini açıklarken kullandığı ağaç metaforu, metinlerini de kuşatıyor: “Yürüyordum, o yolumun üstündeydi. Elime aldım, bir süre yadırgadım. Sonra onun hangi iklimin, hangi ağacın asaya müsait dalı olduğunun önemi kalmadı. Artık o benim asamdı. Kâh ona yükleniyorum, kâh omuzlarıma alıyorum. Ona yaslanıyorum; yeryüzünü doğuran itilmiş, dışlanmış ana gövdeye yaslandığımı hissediyorum. Onu hiçbir zaman sopa olarak kullanmak istemiyorum ya da bir ayrıcalık imgesi olarak görmek istemiyorum.”
Bir anı sonsuzca canlı kılacak nedir? Ölümden kurtararak ebedileştirmeyi sağlayan nedir hakikaten? Bütünsel imgeleri göremeyen göz ayrıcalıklı anları fark etmek için kendini nasıl hazırlayacak?”
“Fehime Salihi Firuz’u en çok etkileyen Avrupalı ressammış Rothko. Söyleşimiz sırasında bunun sebebini izah ederken, “… sade bir şekilde Mark Rothko’yu seviyorum, onun renklerle oynaması çok hoşuma gidiyor. Renklerin kutsal bir yönü olduğunu hissettiriyor. Renklere bu tür bir hakimiyeti nedeniyle kiliselere de resim yapmış.” demişti. Musevi çocuklarına özel bir ilkokula gönderildi ve Talmut eğitimi gördü Rothko. Yale’yi bırakması, göçmen ailesi için büyük hayal kırıklığıydı. “Aileye karşı nankörlük” suçlamasına rağmen resim yapmayı sürdürdü ve bir başka ressamla nadiren ilişkilendirilebilen resimler yaptı. 1903 doğumlu ressam, savaşlar ve katliamların etkisi altında Nietzsche felsefesine başvurarak geliştirdi ağırlığını renklerle kazanan imgelerini. Aşırı miyop olduğu için orduya alınmadı. “İlkel”, toteme benzeyen şekilleri dönemler aktıkça daha fazla yer kaplamaya başladı tuvalde. İntiharından önce yaptığı “Siyah ve Gri”de Novalis’in “Geceye Övgüler”inden esinlendiğini okumuştum bir yerde. Sanat hayatı üstlenmenin, çelişkilere katlanmanın, dünyaya ve sonsuzluğa olumlu katkıda bulunma coşkusunun sürekli bir yolu niye olamıyordu? Duvarlarına resim yaptığı, daha sonra adıyla anılacak bir şapelde intihar etti Rothko.”
“Derviş Zaim’in Cenneti Beklerken isimli filmi, geleneğimizde tasvirin kodlarının irdelenmesi itibarıyla ayrıcalıklı bir film. Filmde geçen, “Avuntu için sadece kendisinin olacak bir güzelliğin peşine düştü; tıpkı kâfirler gibi” şeklindeki cümle, güzellik veya başka herhangi bir konuda temellük hırsına yönelik güçlü bir bakış farkını ortaya koyuyor. Dervişlerin Boğaz’ı izlerken kapıldığı ürperti yeteri kadar hakim olsaydı o güzelliği izleyenlerde, Boğaz herhalde şimdi gördüğümüz gibi betonlaşmazdı. “Taş Gazeli” şairi Osman Sarı’ya göre beton, kente ilişkin kaçınılmaz bir yanlışlığın malzemesi olmalı. “Tahta gözler, tahta gözler, bana neden öyle bakıyorsunuz?” diye sormuştu Pinokyo da…”
“Bir duvar halısı, bir uçan halı… SALT Galata’dan Aslı Ersoy 15 Ocak 2015 akşamı sergide rehberlik yapmam için aradığında memnuniyetle kabul ettim. Belirtilen tarihte saat 18.30’da çoğunluğu öğrenciden oluşan bir grupla Salt’ta buluştuk ve sergiyi gezmeye başladık. Bir üst katta üzerine konuşmak istediğim birkaç iş vardı. Sadece Gülsün Karamustafa’nın “Zihnimin Kafesi” (1998) frizi üzerine birkaç cümle sarf etmeye fırsat bulabildim. Karamustafa’nın frizi İslami, Hıristiyan ve Yahudi kültürlere özgü el yazmalarından kopyalanan illüstrasyonlardan oluşuyor.”
“Görüp öğrenecek ne çok şey var ve asıl aradığımıza ulaşmak için bazen ne kadar çok zaman yitiriyoruz! Dünyada bir sürü imge ve olgu bazen azalarak bazen çoğalarak, bazen eksilip artarak dolaşmayı sürdürürken hep aynı şeyi söylemeye çalışıyor: Bulup da kandığımızı sanmayalım, izini yitirdiğimiz suyu aramaktayız hâlâ; kendimizi ve hiç kimseyi de kandırmayalım, öylece seyrine durduğumuzun alternatifi olmadığına, başka türlüsünün hayal edilemeyeceğine dair ezber ifadelerle.”
Yunus Emre ve Risâletü’n-Nushiyye
Yusuf Yıldırım, Mahalle Mektebi’nde Yunus Emre merkezli bir yazı kaleme almış. Risâletü’n-Nushiyye’den yola çıkarak Yunus’u anlamaya doğru giden bir yol çiziyor Yıldırım.
“Yunus Emre Hazret’in öz düşüncesini anlamanın ötesinde kavramanın öncelikli yolu Risâletü’n-Nushiyye okumalarıdır. Öyle kitâbîce değildir bu okumalar. Her beytini öncesinin üstüne koya koya özümseye özümseye bir içselleştirme sürecidir, bu okuma. 600’e yakın beyiti ile insanın kendi kişiliğini tanıması, davranış ve ilişkilerinde olgunlaşması anlamına geldiğinden Risâletü’n-Nushiyye okumaları ömürlük bir süreçtir. O yüzden Risâletü’n-Nushiyye’nin mutlaka şerhli ve müzakereli okunması etkiyi arttıracaktır.
Risâletü’n-Nushiyye, genel anlayışın tersine olağanüstü bir edebi metin!”
“Öyküleme, durum, düşünce anlatımı da üst düzeydir. Yunus Emre, olay örgüsünün unsurları olan gerilim, zıtlık anlamsal iniş-çıkış, düğüm ve çözüm aşamalarını şiirde ustaca kullanır. O yüzden mükemmel bir öyküleme örneği olan Hazret-i Yusuf ’un kuyuya atılması, aynı ruh haline büründürdüğü okuyucuya empati yapma imkânı sağlar.”
Risâletü’n-Nushiyye’nin nesir içeriği bize biraz daha kendimizi tanımamıza içimize daha bilinçli bakmamıza yardımcı olur. Fî Ta’rîfi’l-Akl bölümünde üç çeşit akıl olduğunu söyler, Yunus Emre. Aklın kaynağı Allah’tır ve o da ezelden beri vardır. Birinci akıl akl-ı maaştır, dünya işlerini, işleyişini bildirir. İkinci akıl, akl-ı maaddir, ahiret hayatını bildirir. Üçüncü akıl akl-ı küllî olup Allah Teâlâ’nın marifetini ilmini bildirir. Bu kategorik yaklaşım, “Küçük kafalar insanlarla, orta kafalar olaylarla, büyük kafalar düşüncelerle uğraşır.” sözünü hatırlatıyor, bu arada.”
Zemin metinler; Vesîletü’n- Necât
Mahalle Mektebi zemin metinler dosyasını Mevlid ile sonlandırıyor. Çok değerli dosyalar sundu okuyucularına dergi. 5. dosya da yine zihinlerde yer tutacak bir titizlikle hazırlanmış. Dergilerimizde pek de rastlamadığımız özgün bir konuyu okuyucularına sunan dergiyi kutlamak gerek.
Muammer Ulutürk’ten Efgan
Mahalle Mektebi dergisinin adını öykü ile rahatlıkla anabiliriz. Bir öykü dergisi hassasiyetini dergide yer alan öykülerden de anlamak mümkün. Muammer Ulutürk’ten anı tadında “Efgan” isimli metin yer alıyor dergide. Bizim hikâyemiz diyeceğimiz birçok yaşanmışlık var Efgan’da.
“Altmış Dört Eylül’ünün ilk haftası göz açıp kapayana kadar geldi. Hanifi’nin çakıt kamyonuna bindiğimde herkes oradaydı. Anam, babam, çocuklar. Anamın gözü yaşlı yine. Babam kasketini elinde çevirip duruyor. Belli etmiyor ama ben anlıyorum. Şu sessiz adam özleyecek beni. Diyemiyor bir şey. Diyemez. Hanifi, merak etme abi diyor babama, okulun önüne kadar bırakacağım Efgan’ı. On dakika sonra şoseden asfalta çıkıyoruz. Geride sapsarı tarlalar, masmavi bir gökyüzü ve anamın yaşlı gözleri kalıyor.
Aynı sınıfı tekrar ediyordum bu defa. Parasız yatılı büyük nimetti ama artık yoktu. Hilmi Birlik aklıma geldikçe başıma ağrılar giriyordu. Her aybaşı geldiğinde harçlık almaya dükkanına giderdim. Hal hatır sorar, cebime bir ay yetecek kadar para koyardı. Birkaç ay hiç uğramadım yanına. Ne parasızdan atıldığımı ne de sınıfta kaldığımı söylemeye cesaretim vardı. Yalan söyleyip hak etmediğim bir şeye de elimi süremezdim.
Kahvede yakalanan arkadaşlarımdan biri toprak damlı tek göz bir ev tutmuştu okula uzak bir mahallede. Yıkık dökük bir şey. Birlikte kalma teklifime hayır demedi. Okul dışı zamanlarda pazar yerlerine gidip öteberi taşıyor, ne verirse alıyordum. Kaldığımız ev perişandı. Aç kalıyorduk bazen. Açlıktan ağladığım oluyordu. Kimseye de bir şey diyemiyorduk. Geceleri yattığımız odanın tepesinde fareler cirit atıyor, üzerimize battaniye çekiyorduk. Bunları idare ediyorduk ama aynı sınıfı tekrar etmek, yatılıdan kovulmak düşüncesi kalbimi çok yoruyordu.”
Mahalle Mektebi’nden şiirler
Oğlum çekmiş dizlerini karnına uyuyor
Ağustosun yedisi kırk dokuz yaşındayım
Karşıda kuleleri örten bir sabah sisi
Adım Ali’ymiş bir zamanlar şimdi çabuk söyleniyor
Ali Ayçil
Tek ayak üstünde duruyor dünya
Saati soruyor gelip geçene
Kadınların vatanı hep bir rüya
Üstüne düşüyor o adam yaşamanın
Bir daha dönmüyor gidip geceye
Büyümedim, yalan olmasın diye
Felek beni nüfusa geç yazdırdı
Öyle yağdı ki ardımdan yüzün
Bir ıslığım kaldı benden geriye
Hayat kısa, cenazeler çok uzun
Hüseyin Akın
solgun bir renk ilerliyor evin çukuruna
bıyıklarım duruyor
çok uzaklara gönderiyorum onları
bazen balkonda kırlangıç yakalıyorum
bazen annem gitmiş oluyor
anne gidince ruhu çekiliyor evin
durulmuyor
Mehmet Büyükkol
Yavuz Bülent Bakiler Makas’ta
11. sayısına ulaştı Makas dergisi. Gündemi takip eden, kültür-sanat dünyasının nabzını tutan içeriğiyle önemli işlere imza atıyor dergi. Çünkü dergi demek, var olduğu dönemin aynası demek.
Yavuz Bülent Bakiler ile Sude Sertkaya’nın yaptığı söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Ben, Ankara radyosuna girdiğim zaman kısa dalga program dalında “Posta Kutusu” adlı bir program yapmaya başladım. Programın içeriği Almanya’dan ya da yurtdışından gelen işçilerin sorunlarına yönelikti. Bir dinleyicimiz orada bir radyonun Türkiye’nin almış olduğu dış yardımlara muhalefet ettiğini söyledi. Bir kesim; Rusya’nın da Amerika’dan aldığı yardımlarla belini doğrulttuğunu, bir kesim ise onların ezelden düşman olduğunu şiddetle savunuyordu. İşin aslı şudur ki 1945’te Stalinle Roosevelt, Yalta’da buluştular ve o buluşmadan Sovyet Rusya yeni bir devlet kuracak kadar yüklü bir aynî ve nakdî yardım aldı. Bu alınan yardımları, araştırıp kalem kalem raporladım. Radyo, o zamanlar Marksist düşünce hegemonyasında olduğundan buna tahammül edemediler. O yıllarda çok net olarak söyleyebilirim ki Stalin’i, Stalin’in kızı Svetlana’dan daha fazla seven kimseler vardı. Öyle ki Svetlana “Yurdışında babasının zalim olduğuna” dair açıklamalar yaptığı zaman bizim Ankara Radyosu’ndaki komünistler, her gün kendisinin aleyhinde yayın yapmaya başladılar. Dolayısıyla benim Rusya’nın Amerika’dan aldığı yardımları raporlamama, tahammül edemediler ve beni tam iki yıl boyunca sadece zarf açmaya mahkûm ettiler. Aile geçimi sorumluluğum olduğu için istifa etme lüksüm olmadığından bu duruma katlanmak mecburiyetinde kaldım. Yavuz Donat, dönemin kültür bakanına, “Bu Yavuz Bülent, solcu olsaydı merkez medya onu yere göğe sığdıramazdı. Solcu olmadığı için kimse bahsetmiyor, kendi köşesinde yazıp çiziyor.” demiştir. Bu durum maalesef doğrudur.”
“Ben, 1955’te Hukuk Fakültesi’ne kaydolduğum zaman, -katiyen mübalağa etmiyorum- bir topluluk karşısında irticalen beş dakika konuşabilen biri değildim. Sessiz, sakin, kendi hâlinde, pısırık, korkak bir adamdım ve bu duruma içerliyordum. Bir gün Cuma namazı vaktinde arkadaşım; Agâh Oktay Güner’le Cebeci Cami’nin avlusunda ezanı beklerken kendisi bana dedi ki: “Ah Yavuz, Allah bize topluluk önünde beş dakika irticalen konuşma kabiliyeti versin.” O zaman bu, bizim için Boğaz’ın bir yakasından öbürüne suyun altından nefes almaksızın yüzerek geçmek kadar imkânsız bir şeydi.
Bir gün Namık Kemal’in bir sözünü okudum. Diyordu ki: “Dünyanın her tarafında insanlar, kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli kelime hazinesi olmayanlar, topluluk önünde konuşamazlar, önlerine konulan metinleri kavrayamazlar, konuşulanları anlayamazlar. Osmanlı’nın zayıflamasının nedeni; Türkçe’deki zayıflamadır.” O zaman bir aydınlanma yaşadım, çok fazla okumaya başladım, okudukça çok cahil bir insan olduğumu gördüm. Sonra hafızamda yeterli miktarda kelime dağarcığı oluşmaya başlayınca ben de arkadaşım da topluluk karşısında 5 dakika değil, 15, 25, 75, 175 dakika değil yeri geldiği zaman saatlerce ama bu süre zarfında: “Aaa, ııı, şeyy, tamam mı, aynen, ok, anladın mı” gibi çirkinliklere bulaşmadan konuşmaya başladık. Sebebi; kelime hazinemizi zenginleştirmemizdir. Kültür meselelerimize, davamıza daha fazla alaka göstermemiz de dilimizi geliştirmekle mümkündür.”
“Âşık Veysel de yine Akif gibi bizim çok önemli şairlerimizden biridir. Memleket sevdası uğruna Alevi-Sünni ayrımcılığına karşı hep birleştirici ve kuşatıcı olmayı tercih etmiştir. Bu iki şairimizi de milletimiz hakkıyla tanımıyor. Bu sebeple ikisini hususiyetle mercek altına aldım.”
“Çocuklarıma karşı son derece ilgili olduğumu söyleyebilirim. Ben lisenin son sınıfına kadar babamda dayak yedim; babamın çok yanlış bir terbiye anlayışı vardı. Lisede tarih dersinde öğretmenimiz: “Çocuklar, fes bize ait değildir, kaldırdık attık yerine şapkayı aldık” dediğinde ben de söz isteyerek: “Hocam, şapka bize mi ait?” diye sordum. Cevap veremedi, beni babama şikâyet etmiş. Babam, akşam eve gelince yeminle söylüyorum, yoruluncaya kadar beni dövdü. “Sen, hocanı arkadaşlarının yanında nasıl müşkül duruma düşürürsün?” diyerek… Ben, babamdan böyle tavır gördüğüm için çocuklarıma bir fiske bile vurmadım, münasebetlerimiz çok iyi gelişti. Fakat keşke eşimle daha yakından ilişki kursaydım, ne yapalım ki benim yaradılışım da buna fırsat vermedi. Bir tek pişmanlığım; odur.”
Gemuhluoğlu’nu tanımak
Makas dergisinin kapakları tam arşivlik. Birbirinden değerli isimleri taşıdı kapağına dergi. Bu sayının kapağında İrfan Fethi Gemuhluoğlu var.
İdris Kartal, dostluk ve Gemuhluoğlu üzerine yazmış.
“Dostluk Üzerine kitabının ana temasını Fethi Gemuhluoğlu’nun 22 Kasım 1975 tarihli konuşması oluşturmaktadır. Bu konuşma, doğaçlama bir şekilde ilerlemiş ve “dostluk üzerine” yapılmış son derece güzel bir konuşma olarak kayıtlara geçmiştir. Dostluk Üzerine; bu konuşmayı, bu konuşmaya dair yorumları, Fethi Gemuhluoğlu’nun çeşitli yerlerde çıkan yazılarını, pek çoğu bilindik isimlere yazdığı mektupları ve hakkında söylenenleri, yazıları ve kendisine ithaf edilen şiirleri içerir. Fethi Gemuhluoğlu, çok geniş çerçevede sevilen ve saygı gören önemli bir şahsiyet olarak Türk düşünce tarihine geçmiştir.”
“Fethi Gemuhluoğlu, ezilen ve yok edilmeye çalışılan tüm milletler için aynı hassasiyeti gösteriyor. Bir bakmışsınız; Âşık Fehmi’den Cezayir için mersiye tadında bir şiir istemiş, bir bakmışsınız Macar bağımsızlık mücadelesinin kilit isimleri İmre Nagy ve Pal Maleter’in öldürülmesine kahretmiş, bir bakmışsınız Mahatma Gandhi’nin Britanya zulmüne ve boyunduruğuna karşı çıkışını anlatan Aşram’a Mektuplar’ının, Arapgir Postası’nda yayımlanması için ricada bulunmuş... Nitekim Âşık Fehmi de 24 Temmuz 1959’da Arapgir Postası’ndaki bu isteğe karşılık veriyor ve Fethi Gemuhluoğlu’na ithafen yazdığı şiirde, Fransa’ya hitaben: “Allah’tan korkun yok; dinsiz, imansız / Hiç yanına kalmaz şeksiz, gümansız” diyerek biraz da Fethi Gemuhluoğlu’nun şahsında, tüm Türkiye’nin duygularına tercüman oluyor. Kendisi, büyük-küçük demeden elinden ne geliyorsa yapıyor ve Arapgir Postası gibi bir yerel yayın organından tüm Türkiye’ye ışık tutacak ve bu ışıkla tüm Türkiye’yi aydınlatacak bir politika takip ediyor. Bu yönüyle de samimi bir vatanperverden, bir halk âşığından bahsediyoruz.”
“Fethi Gemuhluoğlu, dönemin iletişim araçlarının kısıtlılığı nedeniyle genellikle mektubu tercih ediyor. Bilhassa yurt dışından yazdığı mektuplarında; memleketinden, vatanından, oralardan doğup büklüm büklüm süzülen şiirlerden ne kadar özlemle bahsettiğini görüyoruz. Yurda döndükten sonra da mektuplara devam ediyor. Eserlerini ilgiyle okuduğumuz ve kendimize örnek aldığımız nice isimlerle olan dostluğu, verdiği dost tavsiyeleri ve yüreklendirmeler belki de bu isimlerin eserlerinde kaliteyi artırıcı etken olmuştur. Onun mektuplarında: “Şurada da bir çocuk var, onu da oku…” türünden tavsiyeleri ve yol göstermeleri hem bir keşfin hem de bir yol göstermenin neticesidir.
Fethi Gemuhluoğlu, Yavuz Bülent Bakiler’e: “Bir de Nuri Pakdil olacak, enteresan bir çocuktur” dediğinde aslında onu okumasını ilk defa tavsiye ediyordu. Sene 1963’tür.
Kimi zaman da hiç tanımadığı bir şahsiyete dergide çıkan yazısı üzerine bir mektup yazmayı uygun görüyor. Neredeyse her mektupta yaptığı gibi orada da tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmiyor. Fethi Gemuhluoğlu’nun bu teklifsiz cana yakınlığına kapılmamak elde değildir. İslâm Medeniyeti Dergisi’nde yayınlanan bir yazısı için Osman Şekerci’ye yazdığı mektup da bu istikamette değerlendirilmelidir.”
Hifa Yeksan da Türkiye’nin Fikir Sakası; Fethi Gemuhluoğlu isimli yazısı ile yer alıyor dergide.
“Fethi Gemuhluoğlu’nun kendisiyle tanışmak için gelen gençlere sorduğu belirli, güzel soruları vardır. Bu sorular gençleri allak bullak eden ama kendi kimliğini açıklayan ve muhatabından da kimliğini isteyen hoş sorulardır. Namaz kılan bir insana; “Sen hiç namaz kıldın mı?” diye sorar. “Ben beş vakit namaz kılarım” deyince, “Evet sen beş vakit namaz kılıyorsun ama sen hiç namaz kıldın mı?” diye sorarak onun benliğini saran bir pedagojik darbeden geçirir. Bu hoş sorulardan biri de: “İslâm Devleti’ne inanıyor musun?” sorusudur. Soruların klasiği ise aşk üzerinedir: “Hiç âşık oldun mu?” cümlesi, hemen hepsi Anadolu’dan gelen bu gençlerin değişik tepkiler göstermesine sebep olmuştur. Kimisi kızarır bozarır, kimisi: “Ne demek aşk, asla!” der, kimisi de mahcubiyetle: “Evet” der. “Asla” diyen hatta bunun için kızgınlık gösteren adamı mutlaka tersler. “Ben hayatta sevmemiş, gönül adamı olmamış insanı ne yapayım?”
“Fethi Gemuhluoğlu, Türk milletinin tarihi iç düşmanını iyi bilmektedir. Bu düşman milletin kanını asırlardır emen ‘bürokratik zümre’dir. Batı’nın acentası bu zümre yönetimden gitmelidir ve gidecektir. Çözüm kadrodur. Kadroysa hepsi birer âlem olan insanlardan oluşur. Bu genç insanlara şu sözleriyle yaklaşır: “Eğer siz Türkiye’nin orman meselesini bilmiyorsanız, orman meselesi üzerinde doktora yapmayacaksınız, siz bir Orman Fakültesi mensubu olarak Türk Milliyetçisi olamazsınız.” Türkiye’nin meselelerini, 150-200 yıllık ihanetlerin hepsini bilmektedir. Anadolu’nun her köşesinden insanlar tanır, onları soylarına kadar anlatabilir. Bu özellik, ona ‘Türkiye’nin Muhtarı’ denilmesine yol açmıştır. 1975 tarihli meşhur konuşmasında: “Size, coğrafyaya, tarihe dost olmadıkları için Anadolu Beylerbeyliği’ni de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın mülkünü, particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâlî gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz.”
Eric Broug ve İslam sanatı
Hacer Yeğin, Eric Broug ile İslam sanatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Hollandalı bir sanatçının İslam sanatı üzerine ilginç fikirlerine ulaşıyoruz söyleşide.
“İslâmî sanatlarda uzmanlaşmanın imkânı nedir? Fedakârlık ve metot seçimidir. Bu, hep yapmak istediğimdir. İslâmî geometrik tasarım, İslâmî sanat ve mimarisi ile ilk karşılaştığımda bana çok ilginç geldi. Bunu en iyi şekilde anlamaya çalıştığım zaman ciddi bir mesai harcadım. İlk on yılda, kendime farklı açılardan bakmanın önemini öğrettim. Ayrıca sanatsal takip, workshoplar ve kitaplar aracılığıyla da öğrendiklerimi aktarmaya çalıştım. Bundan sonra neyi, nasıl yapmam gerektiği konusunda bu; önemli bir seçimdi.”
“Geometrik desenler sadece belli kural örgülerine sahip örüntüler olmalarının çok ötesinde bünyelerinde muazzam bir ilmî zenginliği barındırıyorlar. Bu bilgi birikimi yüzyıllar boyunca aktarılan kültürel kodların, farklı medeniyetler tarafından katkılarıyla harmanlanarak zirve olgunluğa eriştikleri noktada İslâmî sanatlar olarak esere dönüşmüş oluyor. Öyle bir havuzdan bahsediyoruz ki hem muazzam genişlikte hem de bir o kadar sofistike dolayısıyla bizim ondan anladığımız; sadece bir damla nispetinde oluyor. Ben, üzerinde çalıştığım eserlerden her gün yeni bir şey öğrenirken bir taraftan da ne kadar çok şey bilmiyor olduğumu fark ediyorum. Bu durum çağdaş sanatlarda rastlanacak bir durum değildir, temel farkın bu olduğunu düşünüyorum.”
“İslâmî sanatların önemi, kişiden kişiye değişmektedir. Tezyinat; İslâm sanatının en az strüktür, konstrüksiyon ve cephe tasarımı kadar önemli bir parçasıdır. İslâm medeniyeti kurucuları, yüzyıllar boyu biriktirdikleri irfanı, eserlerinin tezyinatında en üst seviyede göstermişler ve ruhun inceliğine bu yolla sürekli atıfta bulunmuşlardır. Ruhun, grafik sanatlarla ilişkisinin görülebileceği en güzel yer; bu yapıların cephelerinin süslemelerinde gizlidir. Bu açıdan başşehirler devletlerin marka değeri olarak yapıların mükemmel örneklerine ev sahipliği yapmışlardır. Anadolu ve İstanbul arasında bariz bir fark olmamakla birlikte Selçuklu’nun muazzam eserlerini; Konya, Sivas, Kayseri, Erzurum, Amasya ve Kütahya’da görüyorken Osmanlı’nın ustalık ürünlerini İstanbul, Bursa, İznik ve Edirne’de görürüz.”
Ayasofya; Türkiye’ye her geldiğimde özel bir zaman ayırdığım mekândır. Benim için burası her defasında başka bir özellik keşfettiğim, üzerinde bir ömür mesai harcanması gereken; tarihini, Konstantin tarafından ilk yapılışını, camiye çevrilmesini, bütün o süreçlerden geçiş evreleriyle incelenmesi gereken bir yapıdır.”
“Üzerinde çalıştığım kitapları daha da detaylandırarak devam ettirmek ve İslâm sanatlarını olabildiğince geniş kitlelerin erişimine açmak hayallerimden biri. Bu alanda on-line bir eğitim merkezi ve ev okulu açmayı çok istiyorum; bu merkez, çocukları erken çağlarda İslâm sanatlarıyla tanıştıracak ve çok amaçlı olarak; matematik, tarih, geometri, astronomi dersleri de verecek. Şu anda beni geleceğe dair heyecanlandıran projeler bunlar.”
Zorunlu göç
Nazlı Özburun, Zorunlu Göç ve Psikolojik Etkileri üzerine bir yazısı ile yer alıyor dergide. Ülkemizdeki mülteci sayısı göz önüne alındığında bu yazıdaki tespitler daha bir önem kazanıyor.
“İnsanlık ve göç, cennetten dünyaya çıkarılışla başlamış en eski süreçlerden birisidir. İnsan bazen isteyerek bazen zorunda kalarak yer değiştirmeye mecbur olmuştur. Günümüzde ise savaşlar, ekonomik sebepler, sosyal sebepler, dinî-milli ayrımcılığa dayalı etkenlerle göçler, hiç olmadığı kadar hız kazanmıştır.
Dünyada kötülükler çoğaldıkça insanlar huzur bulabilmek adına, canları pahasına topraklarını terk etmek zorunda kalıyor. Kimisi görece zengin bir ülkede iş bulup memleketinde ailesine bakmak için kaçıyor, kimisi tüm ailesini toplayıp hayatlarını kurtarabilmek için…
Göç; bazı insanlar için sadece sayılardan ibaret, bazıları için göçmenlere yapılan harcamalardan… Bazen de denizde batan botlardan ibaret olsa da göç etmek ve mülteci olmak, birçok insan için hayatta kalmak için tek yol.
Türkiye, göçlerin ülkesi… Yakın geçmişte göç veren bir ülke iken sonrasında transit göçlerin geçici durağı olmuş, şimdilerdeyse Ortadoğu’daki karışıklık ve yaşanan savaşlar nedeniyle göçe hedef ülke konumuna gelmiştir…”
“Göçe zorunlu olan kişi alıştığı çevreyi, uzun yıllar biriktirdiklerini, evini, arkadaşlarını, alıştığı çevresini ve komşularını kaybetmiştir. Zorunlu göçle birlikte bir anda kendini farklı bir dünyada bulmuştur. İklim farklı, gökyüzü farklı, hatta toprak bile farklıdır. İnsan, kendini uzun yıllar sürebilecek bir belirsizlik içinde bulur, kendi içinde çatışmaya girer, kişiliği darbe almıştır, hayatın anlamı bulanıklaşır, bunun da akabinde depresyon hâli gelir. Bu gibi durumlarda insanların travmatik bir şok yaşama olasılığı çok yüksektir. Bu durum, duygusal travma veya kültür şoku şeklinde kendini gösterebilir. Öncelikle, göç eden hiç kimse ülkemize keyfinden gelmemiştir, birçok şeyi geride bırakarak gelmiştir. En başta bunu kabul ederek, anlayarak, çok boyutlu yardım ve destek mekanizmaları devreye sokulmalıdır.”
“Göçle gelen insanlarla entegrasyon ne kadar güçlü kurulursa göçün oluşturduğu psikolojik ve sosyolojik risk faktörlerinin etkisi; birey ve toplum bazında azalacaktır. İnsanlar, yaşadıkları yere bağlanırlar ve “kendi”lik duygularını bu bağlanmayla beraber inşa ederler. Göç; eninde sonunda geçmişten bugüne kadar gelen dünyaya ait bir sorundur. Görmezden gelinerek, yok sayılarak, inkâr edilerek üstesinden gelinecek bir olgu değildir. Farkında olarak, gerekli düzenlemeleri yaparak yönetilebilecek ve güçlenerek altından kalkılabilecek bir olgudur aynı zamanda…”