Recep Seyhan Temmuz’da
Temmuz dergisi 38. sayısı ile yine karşımızda. Göz dolduran bir içeriği var derginin. Benim yapacağım ilk paylaşım; Recep Seyhan söyleşisinden olacak. Sorular Yusuf Alpaslan Özdemir’den. Sorular yerli yerinde, cevaplar da aynı şekilde öykü-roman bağlamında rehberlik edecek ipuçlarını barındırıyor içinde. Recep Seyhan, öyküye ve öykü kuramına vakıf bir isim. Onun verdiği cevaplardaki detay noktalar da dikkat çekiyor.
“Öteden beri öykü ile hikâye arasında ince bir ayrım olduğunu söyleyen, öykü de yazan bir hikâyeci olarak öncelikle ‘hikâye’ diyorum. Buna bir vesile ile değinmiştim: Geleneksel hikâyelerimiz için sahiplik/ iyelik eki kullanabildiğimiz halde öykü için ‘modern öykümüz’ diyemiyoruz. Biz anlatma geleneği olan bir milletiz. Gelenek oluşturan öznelerin binlerce yıllık bir geçmişi olduğu biliniyor. Hafife almak maksatlı değil bir tespit olarak diyorum; öykü yenidir ve kayda değer bir geçmişi yoktur.”
“Bendeniz öykünün roman için bir basamak olduğu kanaatinde değilim. Bunu yazınsal serüvenimde de teyit ettim sanıyorum. İlkin hikâye kitapları neşrettim; fakat bir roman yazdıktan sonra tekrar hikâye kitabı (Zongo’nun Değirmeni) yayımladım. Hani bir söz vardır: Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. Bir hikâye kitabı yazmadan roman yazılmaz diye bir şey yok fakat romancılar genellikle ilkin hikâye yazmışlardır. O kanıya oradan varılıyor. Bu öykünün romanın basamağı olduğu anlamına gelmiyor. Belki şöyle denebilir: Öykü, roman yazmayı daha da kolaylaştırıyor, yazma deneyiminde en zor eşik aşılmış oluyor.”
“Kendimi hayatımın hiçbir aşamasında bir topluluğun parçası veya vazgeçilmez üyesi olarak görmedim. Bunu artı bir değer olarak ifade ediyor değilim, duruşumu ifade için diyorum. Keza kendimi kollarını yanına yapıştırmış hiçbir derginin, edebiyat cemaatinin veya kanonik yapının ‘içinde’ görmüyorum. Bununla bütün dergileri bu yapıda görüyor değilim, dergileri küçümsüyor hiç değilim. Tam tersine, kollarını açık bırakabilen dergilerin çok önemli bir işlevi yerine getirdiklerini düşünüyorum. Edebiyatın ve sanatın nefesini az sayıdaki edebiyat severe ulaştırmak öyle kolay bir iş değildir.”
Kent ve sinema
Kevser Çakır Demir, kent ve sinema kavramlarını harmanladığı bir yazı ile yer alıyor Temmuz’da. Kentli yaşamın sinemaya yansıması örnekler üzerinden işleniyor yazıda. Demir konuyu işlerken Metropolis ve Berlin: Büyük Kent Senfonisi filmlerini örnek olarak ele almış.
“Alman Dışavurumculuğu burjuvazinin yıkımlara boyun eğişi karşısında, özgün ve özgürleşme sanatı olarak doğmuştur. Bu akım anlatı kalıplarını kullanım biçimiyle ön plana çıkmış ve kendisinden sonra da pek çok filmi etkilemeyi başarmıştır. Metropolis filmi o dönem için çok ileri bir vizyona sahip olsa da hikâyeleştirdiği ve kurguladığı modern kent tipolojisi ile pre-faşist sinema olarak algılanmaktan kaçamamıştır. Walter Ruttmann’ın Berlin: Büyük Bir Kent Senfonisi de Berlin’in belge film niteliğinde kullanıldığı kentsel bir film olma özelliğindeki bir yapıttır. Dönemin metropol hayatını yücelten, ancak sunduğu kent hayatı ile kusursuz bir tasarım sunmakla, monoton ve naif olmakla eleştirilen bir eser olmuştur.”
Temmuz’dan bir öykü
Deliliğin cezbedeci bir gizemi var. Deli olmak, aklı başından gitmek aslında bir yandan da velilik için bir kademe gelir bana. Bu yüzden delilik hikâyelerini severek ve içindeki sırrı çözerek okumayı severim. Temmuz’da İlker Doğan’ın öyküsü Mesut İnsanlar Tımarhanesi de anlatısı ve hikâyesi ile oldukça ilginç geldi bana. Keyifle, hüzünle, merakla okudum öyküyü.
Temmuz’dan iki şiir
Asmadı sultanın kürsüsüne baş eğmez kaftanını
ictihat meydanında toz kürüdü inkılâp niyetine
ateş böcekleriyle ışıttı, ilmin çırpınan külliyatını
o kadar da uzak değilmiş
sanki yeryüzü
içimizdeki ihtiyar şairin kendi yüzü
ben belki bir hiçtim
belki de bir nokta
beni derin bir ayna yaptı acıya
ve de umuda
Tunay Özer
Kudüs’te felaketler ardı ardına gelse de
Havada masum çocuksu bir rüzgâr vardır
Havada bir güvercinin uçtuğunu ve iki kurşun arasında
Bağımsız bir devlet ilan ettiğini görürsün
Temîm Berğutî
Dünyayı sömüren güçler
Şehir ve Kültür dergisinin 65. sayısında Muhsin İlyas Subaşı, dünyayı sömüren güç odaklarını, bunların mazlumlara ettiği fenalıkları anlatmış yazısında. Daha sonra da Osmanlının adalet dağıtan yüzüyle karşılaştırmış sömürücü güçleri.
“Batı şehirleri dikkatinizi çeker mi bilmem? Ben zaman zaman bu şehirlerin görüntülerine bakarım: Hemen birçoğunun o 3-5 asırlık taş duvarlarında, sömürge acımasızlığının kalın lekelerini görürüm. Afrika’nın gelişmemişliğini işgal ve yağma vasıtası yapanlar, buralardaki insanları köleleştirerek getirip şehirlerini kurmuşlardır. Şehirler medeniyetin inşa ve ihya merkezi olarak ele alınırken, bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekmektedir.”
“Cezayir’inin önderliğinde Cezayir halkının başlattığı direniş binlercve insanına canına mal olmasına rağmen, bu bağımsızlık mücadelesi başarılmış ve Fransız sömürgesinden bu ülke ağır bir bedel ödeyerek kurtulmuştur.. Keza, İtalyanların da Libya’da işlediği cinayetler ve Ömer Muhtar’ın bu işgale karşı verdiği mücadele hafızalardan siliniş değildir. Bir dönem Portekizlilerin, arkasından Hollanda’nın işgaline uğrayan Hindistan’ı ise en uzun süre egemenliği altında tutan İngiltere olmuştur. Gandi’nin verdiği mücadele sonucu bağımsızlığına kavuşan bu ülkenin birçok zenginliği uğradığı sömürge boyuna elinden gitmiştir.”
“Cezayir’inin önderliğinde Cezayir halkının başlattığı direniş binlerce insanına canına mal olmasına rağmen, bu bağımsızlık mücadelesi başarılmış ve Fransız sömürgesinden bu ülke ağır bir bedel ödeyerek kurtulmuştur.. Keza, İtalyanların da Libya’da işlediği cinayetler ve Ömer Muhtar’ın bu işgale karşı verdiği mücadele hafızalardan siliniş değildir. Bir dönem Portekizlilerin, arkasından Hollanda’nın işgaline uğrayan Hindistan’ı ise en uzun süre egemenliği altında tutan İngiltere olmuştur. Gandi’nin verdiği mücadele sonucu bağımsızlığına kavuşan bu ülkenin birçok zenginliği uğradığı sömürge boyuna elinden gitmiştir.”
Nazif Gürdoğan’ı okumak gerek
Nazif Gürdoğan Hoca’nın yazdığı her cümleyi değerli buluyorum. Yolumuzu aydınlatan yazılar bunlar. Hocamıza sağlıklı, huzurlu bir ömür diliyorum.
“Ülkelerin siyasal sınırları dış politikalarıyla, ekonomik sınırları da iç politikalarıyla çizilir. Ülkelerin dış politikalarında, devletin askeri gücü etkiliyken, iç politikalarında milletin üretim gücü etkilidir. Her ülkenin üretim gücü, siyasal sınırlardan daha çok ekonomik sınırlara dayanır. Siyasal sınırlar istenildiği zaman, istenildiği kadar değiştirilemezler. Buna karşılık ekonomik sınırları sabit değildir, ülkelerin üretim güçlerine göre sürekli değişirler.
Üretim gücünün büyütülmesi, çift yönlü bir süreçtir. Bir ülke, başka bir ülkenin üretim gücüne katkı yapmadan, kendi üretim gücüne katkı yapamaz. Her ülke için yararlı olmayan bir üretim, hiçbir ülke için yararlı olmaz. Dünya barışının güvencesi, siyasal sınırlar değil, ekonomik sınırlardır. Ekonomik sınırları belirleyenlerin başında, bütün ülkelere bir gözle bakan, yararlı ürün, yararlı hizmet ve yararlı bilgi üretmenin, öncüsü ve ustası olan, kurumlar ve kuruluşlar yer alır.”
Denizsiz şehir
Bu ay Şehir ve Kültür dergisinde gençlerin tabiri ile Fahri Tuna ile “pişti” olduk. Benim de Fahri Tuna’nın da yazısının konusu Denizli. Ben elbette Fahri Tuna’dan paylaşımlar yapacağım.
“Bazı eserler yahut doğal zenginlikler tek başına o şehir kadar ünlüdür. Hatta o şehirden büyük, fazla, ileridir de. Örneğin Selimiye tek başına Edirne eder, Hacıbayram tek başına Ankara, Ulucami tek başına Bursa, Orhan Camii tek başına Adapazarı, Şeyh Edebalı tek başına Bilecik eder. Pamukkale de tek başına Denizli’dir. Denizli kadardır. Hatta fazlasıdır. Pamukkale şifadır, tarihtir agoradır. Şehirdir Pamukkale, şiirdir Pamukkale, üniversitedir Pamukkale. Seksen iki milyon Türk vatandaşının Pamukkale’de çektirdiği en az bir fotoğrafı vardır, bembeyaz kayalar üzerinde. Keloğlan nerelidir bilemem; ama Acıpayam ilçesindeki Keloğlan Mağarası da mutlaka görülmesi gereken yerlerdendir. Bir de bezdir Denizli. Buldan bezidir. Yumuşak, incecik, zarif, pamuklu sevimli bir kumaştır. Denizli sanayiinin de önemli bir bölümünü Buldan bezi oluşturur. Toz horozu kadar bezi de meşhurdur Denizli’nin dense yeridir. Yeri gelmişken hatırlatalım: Sadrazam Yedi Sekiz Hasan Paşa - okuma yazma bilmediğinden imzasını Osmanlı rakam sistemine göre düz ve ters v şeklinde attığından bu lakabı almış -, Kanuni döneminin ünlü bilim adamı ve mutasavvıfı Merkez Efendi, ünlü ressamımız İbrahim Çallı, Behçet hastalığına adı verilmiş ünlü hekim Behçet Uz, ünlü bestekârımız Selahattin Pınar, Gayserili Nöri Gantar tiplemesiyle ünlenmiş tiyatrosinema oyuncusu Tekin Akmansoy, ünlü yönetmen ve yapımcımız Osman Sınav, ünlü aktör Bulut Aras, anatomi ressamı dostumuz Prof.Dr. Ahmet Sınav da Denizlilidir.”
Erbay Kücet Cıngar çıkarmış
Bir zamanların mizah dergisi Cıngar’ın çıkış hikâyesini anlatmış Erbay Kücet. Derginin çıktığı dönemin önemli olaylarına da değinerek bir geçmiş zaman gösterimini de canlandırmış gözümüzde.
“Cıngar’da o güne kadar muhtelif gazete ve dergilerde yazı ve çizgilerine aşina olunan isimlerden aklımızda kalanlara göz atacak olursak; Yüksel Namlı, Cemal Satkın, Ahmet Yozgat, Necmettin Çanak, Faruk Akören, Macit Tunç, Erhan Dündar, Metin Keskioğlu, Soner Hızarcı, Dağıstan Çetinkaya, Abdurrahman Doğan, Niyazi Çöl, Mehmet Keskinkılıç, Tuncay Karakuş, Bahadır Boysal, Kasım Özkan gibi karikatüristler ile yazı kadrosunda İbrahim Sadri, Zeki Ceyhan, Hasan Demir, Tayfun Sarıkaya, Abdurrahman Dilipak, Halil Kaleli, Selim Bakır, Yaşar Güçlü ile birlikteydik. Dinin mizah ile ilişkisi, nerede başlayıp nerede biteceği, nelerin mizah kapsamında değerlendirilip nelerin hakaret diye addedileceği, muhafazakâr insanların bu konudaki düşünceleri üzerinde duracak değiliz. Yüksek Öğretim Kurulu’nun tez çalışmalarına göz attığımızda mizah üzerine araştırmaların arttığını söyleyebiliriz. “Türk edebiyatında mizah, mizah dergiciliğimiz, cumhuriyet döneminde mizah vb.” başlıklarla mizah kavramına açıklık getiren çok sayıda incelemeye rastlanılmaktadır.”
Şehirdeki köylüler
Kendimizi ne kadar şehir hayatımıza kaptırırsak kaptıralım içimizdeki köy havası hiç eksilmiyor. Havasıyla suyuyla tozuyla toprağıyla köylerimizi şehrin gürültüsünde de yaşatmaya devam ediyoruz. Ali Bal, şehirde devam eden köy yaşantısı hakkında yazmış.
“Sosyalleşme için uzun zamana ihtiyaç vardır.Zaman zaman karşılaştığımız ilginç görüntüler vardır. Balkonunda sebze yetiştiren, site bahçesine yün serip havalandıran ve salça yapan kadınlarımız vardır. Site bahçelerinde uygun yeri bulduğu an, orada ateş yakıp ızgara yapan, semaver kaynatan da vardır. Bazı kadınlarımız da apartman önlerini kapatarak dedikodu yapmaya devam ediyor. Tüm bu görüntüler tam da köylü yaşamın gerçeğidir. Şehirlerimizdeki köylü nüfus, sosyal varlığını sürdürmeye böylece devam etmektedir. Şehirdeki sosyal yapılanmaların çoğu köy derneklerinden oluşmaktadır. Köye olan özlem devam etmektedir. Nostalji gibi görünse de aslında herkesin içinde yaşattığı bir köy vardır. Ahmet Kutsi Tecer’in sesine kim kulak vermez ki? “Orda bir köy var, uzakta/O köy bizim köyümüzdür./ Gezmesek de tozmasak da/O köy bizim köyümüzdür./ Orda bir ev var, uzakta/O ev bizim evimizdir./ Yatmasak da kalkmasak da/O ev bizim evimizdir.”
Şiir ve gelenek üzerine
Hece Taşları dergisinin 58. sayısında Tayyip Atmaca, Cümali Ünaldı Hasannebioğlu ile şiir ve gelenek üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.
“Erzurum’da benim çok hoşuma giden bir şey vardı. Bu da, yerel kültürle fazlasıyla yakın olmamız ve özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesinden gelen arkadaşlarımız vasıtasıyla yerel kültür hâkimiyetimizin derinleşerek artmasıydı. Kaldı ki Karadeniz şehirlerinden de yoğun bir talebe sirkülâsyonu vardı. Ayrıca İstanbul’dan Ankara’dan Ege’den ve Güney’den Mersin-Adana’dan gelen arkadaşlarımız da vardı. Onlarla, daha çok kültürel bir altyapı oluşturup, onun üzerine sanat meseleleriyle birlikte, Türkiye ve dünya sorunlarını ekleyip, tartışmaya başlardık. Türkiye ve dünyadaki sanatsal sorunları da, gündemimize almış olurduk böylece.
Hem öğrenci olayları, hem de sanatsal faaliyetler bağlamında, şimdi ölmüş olan arkadaşlarımı, can dostlarımı tek tek anmak isterim: Sivrihisarlı Şükrü Şamdan’ı, Kastamonulu Nevzat Şeker’i, Maraşlı Mustafa Sarıçiçek’i, Kayserili Dr. Yalçın Özer’i, Erzurumlu Prof. Dr. Sıtkı Aras’ı…”
“Şiirde başarılı olmak, ya da olmamak, hele de günümüzde, büyük çapta ilişkilerin, hatta reklama kadar uzanan bir profesyonelliğin sonucudur. Bu gün birçok etkenin oluşturduğu bu ortam, bir durum çıkarır ortaya. Yarın gün geçer, zaman eledikçe eler, çoğu toz olur dökülür, bir tutam söz kalır geriye. İşte bu bir tutam sözdür insanoğlunun yarasının merhemi ve o yerini bulduğu zaman, söz de amacına ulaşmış olur.”
“Şiir anlayışım, delikanlılık üzerine kuruludur. Şair var ki bir kurumu da aşan heybeti vardır, öyle kurumlar da vardır ki, o şairin tırnağı etmez.
Adam var ki, dünyaya tenezzül etmez. Adam var ki, akbabalar gibi çöplüklerde eşelenir.
Bütün bu söylediklerimle, haşa, kendime bir sınır çizmiyorum, bir faikıyet belirlemiyorum. Sadece, işin kuralını ortaya koymaya çalışıyorum. Pir Sultan Abdal’a bakarsan; “Giden âdil beyler, kalan avamdır”. Bizim sözümüzün kantarı, âdil beyleredir, delikanlı olanadır, delikanlılığadır.”
Hece Taşları’ndan şiirler
Sebeb-i can sendedir, sensin maksad-ı menzil,
Ferim sen, seferim sen, sensin akl-ı izanım.
İzah-ı hâl sendedir, sensin kuvve-i temsil,
Birim sen, tekbirim sen, sensin ekber-i Hân’ım.
D. Cem Gürdal
Ne zaman dal ucunda tomurcuk açıverse
Nihayet bahar geldi derim bizim beldeye
Duygular kanatlanır, beklentiler göverir
Bayrammış, ziyaretçi gelir yaşlı dedeye
Telaşlar sükûn bulur, karlar yavaşça erir
İnsan gönülden böyle bir mevsimi severse
Hüseyin K. Ece
İklîm-i muhabbetten aşk çerâğ-ı yakardın
Derûna te’sîr eden bir nazarla bakardın,
Cümle dil-i sûzâna, umman olup akardın,
Şimdi neden sönmüyor, nâr-ı sûzânım benim
Mehmet Osmanoğlu
Gülçiçeğin nefesi isimlere dağılmış
Gülbenizde musiki sürgün yemiş karanfil
Gülbittiye inmişler en yüceden yakarış
Gülbedende hüzünmüş cennet doğa yemyeşil
Gülasyanın secdesi yediveren hareket
Gülaçtının ihfası ahir zaman cevheri
Gülbanuda salıncak gönlü saklı ahiret
Gülnihali anarken seher vakti sözleri
Gülbeyazın dağları sükût olmuş yürüyor
Gülbaharın çeşmesi zâkir başı harflerde
Gülbikenin berzahı bir felekte yanıyor
Gülbademin kâkülü yâren lâle defterde
Şenol Korkut
İki nehir arası barış pınarı
Dergilerin gündemin nabzını tutan konulara eğilmelerini çok önemli buluyorum. Çünkü dergi demek geleceğe kalacak bir mektuptur. Yıllar sonra geçmişte ne olup bittiğini anlamak için en sahih kaynaklar yine yazılı belge niteliğindeki dergi, kitap ve gazeteler olacaktır. Sanal dünyanın yalan yüzünün ne zaman çökeceği, ne zaman doğruyu göstereceği hiç belli olmuyor.
Kardelen dergisi 102. sayısında Barış Pınarı Harekatı üzerine bir yazıya yer vermiş. Muhsin Hamdi Alkış barış harekatını inceleyen bir yazı kaleme almış.
“Bu satırların yazıldığı sırada şanlı ordumuz Suriye’nin kuzeyine Barış Pınarları adında bir askeri operasyon başlatmıştı. Operasyonun amacı terör koridorunun ve terör devletinin kurulmasına engel olmak, güvenli bir bölge oluşturmak ve bölgeden göç ettirilmiş Suriye vatandaşlarının ülkelerine salimen geri dönmesinin sağlanması olarak belirtmişti.”
“Bölgede ikinci bir İsrail olacak terör devleti kurulması ve bunun ülkemiz sınırından Akdeniz’e uzatılması, akabinde Türkiye Irak ve İran’dan toprak alınarak büyütülmesi şeklindeki Suudi Arabistan ve BAE’nin Türkiye’nin Arap dünyasıyla arasında bir set olması için maddi destek verdiği, İsrail ABD hain planı sona erdirilmiş oldu. 15 Temmuz darbe girişimini de bu minvalde okursanız nasıl bir badireyi ve bölünme tehlikesini atlattığımız anlaşılabilecektir.”
Aliya dosyası
Adını andığımızda içimizin kabardığı, içimizdeki heyecanın depreştiği bir İsim Aliya. Sadece Bosna için değil İslam coğrafyası için bir umuttur onun adı. Dergide Aliya üzerine çok yoğun ve derinlikli yazılar var. Adını rahmetle anarken Kardelen dergisinde dosyada yer alan yazılardan birkaç paylaşım yapacağım.
Muhammed Gülenler yazısında Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışım Zindandan Notlar kitabını merkeze alarak düşüncelerini paylaşmış. “Aliya… ‘Özgürlüğe Kaçış Zindandan Notlar’ kitabı sayesinde tanışmıştım, Aliya ile… O benim büyüğüm, atam, canım ciğerim oldu… Onunla; o güzel asil büyük kalple tanıştığım andan itibaren…
Sevdiğiniz birini bir başkasına anlatmayı deneyin; nasıl anlatırsınız? Çok zordur… Öyle derinlikli bir şeydir ki çünkü… Yüzeysel şeylerle anlatılamaz… O şekilde anlaşılamayacağı gibi…”
Mustafa Büyükgüner, Aliya Allah’ın Arslanı isimli yazısı ile bir portre çiziyor gözümüze ve gönlümüze. İçten cümlelerle anlatıyor Aliya’yı. “Hayatına bir dünya savaşı, bir komünist rejim, bir iç savaş ve kuruluşuna öncülük ettiği temelleri sağlam bir devlet sığdıran Aliya’yı, belki de çağdaşlarından ve mevkidaşlarından ayıran en önemli özelliği Aliya’nın eser sahibi olmasıydı. Yaşadığı zor dönemin şartlarında milletine liderlik etti ve İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin, ‘Ahir zamanın cihadı kalem ve fikir iledir.’ sözünün ete kemiğe bürünmüş hali olarak tarih sahnesinden geçti.”
Yavuz Sert’in yazısından bir bölüm; “Aliya’nın belki de hayalinde ve planında olmayan bir diğer yönünü hapis cezalarından sonraki hayatında görürüz: Siyaset. Müslüman Boşnakların hakları için kurulan parti, Yugoslavya’nın içinde yaşayan halkların bağımsızlıkları ile kucağında Bosna’nın bağımsızlığı meselesini bulmuştur. Ve bu süreç, yakın tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birine uzanır. Artık karşımızda hem bir siyasi hem bir komutan vardır.”
Kardelen’den iki şiir
Muhsin’di Reis,
Himmeti milletineydi.
Sonsuzluğun sahibine;
Muhsin’e emanet şimdi
Ayhan Aslan
Geceye düşen çerağdı
Gonca güller veren bağdı
Sanki heybetli bir dağdı
Aliya İzzetbegoviç
M. Nihat Malkoç