Kendini özletmişti Bûtimar. Yokluğu da hissedilmişti. Samimiyetiyle, titizliğiyle ve özgün duruşuyla edebiyat dünyamızın Bûtimar’a ihtiyacı olduğunu bu süre içinde anlamış olduk. Bir döndü pîr döndü dercesine sıkı bir sayı ile çıkageldi dergi. Hikâye dosyası göz dolduran içeriğiyle dikkat çekiyor. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Hikâye denince bugün akla, daha ziyade iki kişi geliyor: Maupassant ve Çehov. Birinci Fransız, ikincisi de Rus olan bu şahıslar ne yapmışlar da bir türün iki kopmaz parçası olarak zihinlerde yer etmişler? Ne yapmışlar: Hikâye yazmışlar. İkisi de modern hikâyenin doğuş çağlarının insanı. Maupassant, olay hikâyesi diye adlandırılan, Çehov da durum hikâyesi diye isimlendirilen hikâye türleriyle anılır olmuşlar.
Yani biz bugün diyoruz ki; iki cins hikâye vardır, 1. Olay hikâyesi ki bu durumda Mauspasant’tan bahsediyoruz, 2. Durum hikâyesi, bu durumda da Çehov’dan bahsediyoruzdur. Nasıl bir payedir bu? Mesela biz Ömer Seyfettin hikâyesinden söz ediyorsak diyoruz ki “Ömer Seyfettin hikâyesi Maupassant türü olan olay hikâyesine girer.” Yok, eğer, mesela Sait Faik hikâyesinden bahsediyorsak o zaman da şöyle diyoruz: “Sait Faik hikâyesi Çehov tarzı olan durum hikâyesine örnektir.”
Biri Fransız, biri Rus bu iki adam nasıl bir iş başarmışlar da kim nerde hikâye yazıyorsa yazsın, hikâyelerini kendilerine nispet ettirecek bu ulu payeyi almışlar? Bilmiyorum. Hak ediyorlar mı, hak etmiyorlar mı? Bol keseden mi verilmiş, yoksa hakikaten analarının ak sütü gibi helal bir unvan mıdır bu, onu da tam bilemiyorum.”