Kırmızı Ebe Kadın’ın elini öpüp izin istiyoruz. Sıcacık, toprak kokan mis gibi eller, saçımızı okşuyor. Alnımıza kondurulan mübarek dudaklar; nefsimizi yıkayıp temizleyen zemzem suyunu barındırıyor. Karşı tarafında yer alan, ‘taş olmuş gelin alayı’ bize mahcup mahcup bakıyor. “Neden taş oldunuz diyorum?” Yüzleri mahcupluktan solgun, elleri titrek, başlarını eğiyorlar. “Oruç Gazi'nin sözünü dinlemedik, “Davul çalmayın dedi, çalınca bizi taş yaptı” diyorlar. O günden beri «Gelin Kayası» diye bilinir olmuşlar.
Eh, Oruç Gazi öyle sıradan biri olmadığı için, sözünü tutmamak insanı taşa, kumu maymuna, velhasıl canlıyı cansızı her türlü mahlûkata çevirir. Alperenin, hele şehit olanının sözünü tutmamak, kendini yanan ateş gölüne atmak gibidir.
Gelin Kayası’nın ahalisinden biri, “Ziyaretine gidecek misin?” diye soruyor. İstikāmetimizin onu ziyaret etmek olduğunu, söylüyorum. “Bizi affetsin söyleyin” diyorlar. Gülümsüyorum, elçiye zeval olmaz neticede. Giderken, bu taş olmuş gelin alayının, Kırmızı Ebe Kadın Türbesi’nin tam karşısında olması dikkatimi çekiyor. Acaba, Oruç Gazi neden kızmıştır? Annesinin ebedî istirâhatgâhında onu rahatsız ettiklerine mi? Yâhut Moğolların taş taş üstüne koymadığı, evleri yetimlerle doldurduğu bir vakitte eğlendiklerine mi? Sualler kafamda dolanıyor duruyor. Aklıma daha çok annesine olan hürmetten kaynaklandığı yatıyor. Nedeni ise çok açık, annesi de fütüvvet ehli Bacıyan-ı Rum tayfasından. Elbette bu taş hikâyesinin bir rivayet ve benzetme olasılığı fazladır, ama olmazı olur yapan kudretin varlığına şâhitlik yapmışız. Olmazlık diye bir şeyin olmadığına inanıyoruz. Bir sinek, kartalı yakalamamış mı? Bir manda söğüt dalına yuva yapmaz diyebilir miyiz? Ne diyordu Koca Yunus, “Yalan değil gerçek, ben de gördüm tozunu.” Kısaca hayat olasılıklar köprüsünden geçmektir. Kendi hayatlarımıza baktığımızda olmaz dediğimiz, ama olan ne çok şey vardır, ee öyleyse başka söze gerek var mı? "Efsaneler ve menkıbeleri masallardan ayıran en büyük özelik inandırıcılığıdır. "(Saim Sakaoğlu) Bazı sesleri duyuyorum, “Hurâfe, menâkıb gerçek değildir. Hangi çağdayız, bilim var. Tarihî gerçekliği yok, halkın gözü boyanıyor.” diyen bağrışlar. Aynı şekilde, “Din böyle anlatılmaz, şirk bu şirk… Evliyâ, eren yoktur” diyen din(i)dar sözleri de kulaklarımda. Ama onlara cevabım net: Menâkıbnâmeler, gerçeklerin şekil ve kıyâfet değiştirmiş hâlleridir. Tarih; hadiseleri ve kişileri, mecaz ve rumuzlarla anlatma sanatıdır. Bilim aşkla birleşir ilim olur, kilim dokur. Efsâneler, masallar, kıssalar, destanlar, menkıbeler; bizlere değerler sistemimizi öğreten araçların başında gelir. Gelin Kayası’nın bana söyledikleri bunlardı. Bir edepsizliğin neticesinde kaya olmuş insanlar. Kaya olmak denilince Türk Halk Edebiyatı’nın en önemli motiflerinden olduğunu not etmek gerekir. Masallarımız; sevdâsından yahut namusunu korumak için taş, kaya olmuş kızlarla doludur. “Allah adamı taşa çevirir”,“Yalan söyleme taş olursun” tehditleri hepimizin hâlâ kulaklarındadır.
Boratav, “kayaların halk inanışına göre evliyalara itaat ettiğine, onların lehine şâhitlik ettiklerine inanıldığını” söyler. “Dağlar taşlar şâhidimdir” diye başlayan cümleler hayatımızda kaç kez karşımıza çıkmıştır. Allah dostlarına elbet tabiat şâhitlik eder, çünkü onun sırrını bilen, hakikatine erenlerdir. Hadi daha ileri gidip diyelim, kâinatta ne varsa insandadır, tabiat kendidir, kendi tabiattır. Varlığından soyunup çıplak kalan anlar bizi, diyelim ve susalım.
Konumuz bu değil elbet, ben Kırmızı Ebe Kadın’la başlayan gezileri anlatacağım. Ama dil açıldıkça açılıyor. Yunus’un sözleri ile geri dönelim
“Gezdim Halep ile Şam’ı, eyledim ilmi talep,
Meğer ilim bir hiç imiş, illâ edep illâ edep”
Bu tür mekânlarda edepli olmak gerekiyor, öncelikle bunu bilmeliyiz. Öyle, elimiz arkada bağlanmış gezilemeyeceği gibi konuşurken ses tonumuzu da ayarlamak gerekir. Ağzımızla dünya nimetini çiğnenmeyeceğini, su dâhi içilmeyeceğini bilip, hürmetle girip çıkmak gerekir. Sırtımızı dönmeden geri geri gitmeyi unutmayalım. Bunlar kimine göre sadece bir mezar taşı olsa da bizler için kimliğimizin, inancımızın simgesi, âbide şahsiyetlerin mekânı. “Aşıklar ölmez, ölenler hayvan imiş.”
Yola çıkarken amacımız; bizleri biz yapanlara vefa yolculuğu idi. Büyüklerimizin huzuruna varıp ellerini öpmek niyetindeyiz. Mekânların elleri yoktur, diyenleri duymuyoruz. Kırmızı Ebe Kadın’a veda edip arabaya biniyoruz. Oğlu Oruç Gazi, kendinden çok uzak değil. Taşlıca Köyü’nün diğer ucunda istirahatgâhı. Levhaları takip edince hemen buluyorsunuz. 20 dakikalık yürüme mesafesinde, ayakkabılarınızın rahat olması gerektiğini unutmayın. Böğürtlen ve taşlı yollardan geçip, mekâna varıyorsunuz. Açıkçası buraların daha iyi yapılanması gerekiyor, Kızılcahamam Belediyesi yollara özen gösterirse ziyaretçiler için rahat olur, kanaatindeyiz. Ama şu gerçeği de es geçmemek gerek, burası tarımla uğraşan bir halkın yerleşim alanı, ineklerin tavukların olduğu bir köy. Bu önemli iki mekân doğasına uygun şekilde bir düzenleme ister.
Oruç Gazi Türbesi, annesi gibi açık bir meydanda değil girişi hemen fark edilmiyor. Vişne ağaçlarının arasında, haziresiyle bizleri karşılıyor. Bilmiyorum, ama buraların daha temiz ve itinalı olması gerekir. Yetkililer burayı es geçse de köy sakinleri, büyüklerinin yerlerine özen göstermeli. Biraz hüsrana uğruyorum. Oruç Gazi, Anadolu’yu işgal etmek için gelen, Moğollara karşı savaşmış, şehit düşmüş, bir Horasan ereni. Bunun yanı sıra, fütüvvet ehli bir ahi olması da onu özel kılıyor. “Kim bu ahiler, nerede yaşamışlar?” sorularının cevabını bu türbede bulabilirsiniz.
Ahilik özellikle cömertlik ve kardeşlik kelimelerinden türetilmiş. Bizlere, Kirmani Hazretleri’nin biçip, Ahi Evran’ın dikip giydirdiği bir hırka. Bu hırkalar bizde çeşit çeşit; Mevlâna Hazretleri’nin hırkası, Hacı Bayram’ın hırkası. Ama hepsinin özü aynı, Rahman’ın Yemen’den gelen kokusuyla bezenmiş, ahlâk ipliğiyle örülmüşler. Ahiler; temel prensiplerini, İslâm’dan almış, töreyi de içinde harmanlayan, Türk’e özgü bir esnaf teşkilatıdır. Türk ticaretinin ilkelerinin bel kemiği. Kırsal yerleşim yerlerinde ve köylerde de yapılanmaları yüksek. Özellikle Ankara baştanbaşa bir ahi yurdu. Anadolu’nun, özellikle iç bölgesinde yayılmış, bu toprağa irfan tohumları ekmiş, müdafaa etmiş büyük bir yapılanma. Sadece esnaf teşkilatı değil, yeri geldiğinde mücahid olan, birer gazi, şehittirler. Fütüvvet gayesi ile kuşanmış civanmertlerdir. Oruç Gazi de annesi tarafından böyle eğitilmiş, bir küçük çocuktur. Kapitalist bir dünyada, ahilerin önemini daha da iyi kavrıyoruz. Şikâyet ettiğimiz esnafın, artık ahlâki değerlerini öğretecek, bir teşkilatlanmadan maalesef yoksunuz.
Sultan Keykubat’ın karşısına çıktığında, annesinin sırtında küçük bir çocuktur. Taht mücadelesini kaybetmiş olan sultan; 1212 yılından 1220 yılına kadar Ankara’da yaşar. Sikkelerde, Fatih dönemine kadar Ankara isminin, “Engüriye” şeklinde yazıldığını da ilave edelim. Oruç Gazi’nin bu tarihler arasında doğması, ihtimal dâhilindedir. Çünkü sultana teslim edildiğinde henüz küçük bir çocuk olduğu rivayetler arasındadır. Keykubat’ın sultanlık döneminde, âlimlere değer verdiğini, özellikle İbn Arabî, Bahaeddin Veled, Ahî Evran, Mevlânâ Hazretleri’ni, Konya’ya davet ettiğini biliyoruz. Ayrıca ünlü metafizikçi (âlim) Konevî vâsıtasıyla fütüvvet kuşağını sardığı, böylece de bu teşkilata üye olduğu söylenenler arasındadır. Ankara’da ahîler öyle çok ki hemen hemen her eski mahalle yahut ilçenin adı, bir ahinin isminden geliyor. Burada devlet kurmalarına şaşmamak gerek. Buna misal verecek olursak Mamak ilçesi adını “Ahi Mamak” adlı bir zattan almaktadır. Yine Batıkent Ergazi Mahallesi bir ahinin ismini taşır. Ankara’da sadece ahilik yok elbette, Mevlevîlik ve Halvetilik de yaygın durumda.
Biz Oruç Gazi dönemine geri dönelim. Doğduğu devir, dışarıda topaç çevirip güreş tutup eğlenecek vakit değildir. Çocuğun çocuk olmayı kenara bırakıp büyüdüğü, toprağına, suyuna, sahip çıkıp savunduğu devre aittir. Bazen, hayatını okuduğum şahısların, “Filanca filanca işleri yaptı, orayı fethetti, burayı aldı, 20 yıl tahtta kaldı” cümleleri, onlara dair 65 yaşlarında insan intibası uyandırırken karşıma “Kırk yaşında vefat etti”, cümlesinin çıkmasıyla sükût-u hayale uğrarım. Velhasıl, eskiden çocukluk bizimki gibi on dört yaşına kadar sürmüyormuş. Yedi yaş itibarıyla büyük sıfatını kazanıyorlarmış. Dört yaşında okula gidemez, dediğimiz çocuklarımızın o devirde akranları çoktan bir hocanın eteğinde, bir dergâhın ocağında pişmeye başlıyorlarmış. Eskinin dergâhları bugünün ilim ve bilim yuvaları. Aşkla, şevkle Yaradan’ı anlatırken ilmi de, bilimi de, sanatı da, edebiyatı da heybelere dolduruyorlarmış. Anneler de o devirde imâretlerden imârete, imece usulü işlerin peşinde koşarken çocuklarına irfanı, vatan aşkını,” İ’lâ-yi Kelimetullah” ı nakış gibi işler dururlarmış. Beşiği sallayıp, her boyunlarını koklayıp kucakladıklarında, “Ya şehit ol ya gazi, vatan için yaşa” demeyi ihmâl etmezlermiş. Oruç Gazi’yi de elbet böyle bir anne de büyümüş. Türkçe’yi en duru hâli ile konuşan Kırmızı Ebe Kadın olmak kolay değildir. Onun annesi ki ayak bastığı toprakların adını koymuş, şanı büyük destanların yazıldığı yere mührünü basmıştır.
Ara verdik yine hızımızı alamadık, bu huyum çok kötü. Ama böyle ruhaniyetli mekânlarda kanım, düşüncelerim deli akar. Zaman mefhumu kalmaz, o devre kanatlanır, uçar giderim. Tayyi mekân mıdır değil midir? Bilmem. Ama ruhumun yolculuğa çıktığı aşikârdır. Geri dönelim.
Türbe haziresinde aile fertleri ve kendisine bağlı insanlar var. Vişne ağacının dallarında meyveler sallanıp duruyor. Gelenlere, “İkramımız; buyurun afiyetle yiyin”, diyorlar. Ama bize kısmet olmuyor, meyve toplayan köy sakini ile bir türlü anlaşamıyoruz. Müsaade isteyen sualimize doğru dürüst cevap vermiyor, daha doğrusu anlamadığımız kelimeler ile cevap veriliyor. Müsaade verdiğini düşünüyorum, lâkin mülkün bekçileri olan yerli halka saygı göstermek gerekiyor. Belki de “Buyurun, toplayın” dendi, ama biz bunu bir türlü kavramamışızdır. Kısmet. Vişne ağacından meyve yemek değil asıl niyetimiz, Oruç Gazi’nin ayak ucunda manevi gıda almak. Türbenin kapısı yola yandan bakıyor. Ben daha güzel, daha bakımlı bekliyordum. Okuduğum kadarı ile restore edilmiş ve temiz tutuluyordu. İçerisi bir köy evi havasındaydı. Köy odasında ihtiyar heyeti, alperenler toplanmış, memleketin ahvalini konuşuyordu adeta. Oruç Gazinin sandukası, kapıdan girer girmez karşınızda duruyor. Sadece birkaç adımlık mesafede, kapının sol tarafında dıştan baktığınızda bile net görebilirsiniz. Oruç Gazi’nin hemen yanında bir başka sanduka daha var. Battal boyda sandukalar. Ben ilk battal boy sandukayı, Seyit Battal Gazi Türbesi’nde görmüştüm. Doğru olup olmadığını bilemem, ilk kez gördüğümde bu sandukaların ebatları yüzünden “battal boy” kullanımının dilimize geçtiğini düşündüm, Oruç Gazi’de de aynı boy ebatını görünce yine aynı sorular geldi aklıma. Acaba bu, saliplerle dövüşen fütüvvet ehlî gazilerimize has bir durum mu? Ne amaçla bu boy sanduka yapılmıştır? Kültür Bakanlığı sitesi “büyüklüğüne ve kişiliğine ithafen” diye yazıyor. Ben ise bunun arkasında başka bir neden daha arıyorum. Bizim kültürümüzün efsaneleştirdiği isimleri anlatırken ayağı yerde, başı gökte dediğini hatırlayınca, bu büyüklüğü; mânânın dışa vurumu olarak, anlamalıyız diye düşündüm. Kolay değil, nefse yenilmeden, canından vazgeçip alperen olmak.
Alperen denilince akla koç yiğitlerin başları gelmelidir. Kolay değildir alperen olmak, meşakkatli terbiyelerden geçersin. Öyle “oldum” demekle de olunmaz, kırk fırında ekmek yemeli, kırk fırına eğrisiz odun taşımalısın. Evvelini, ahirini düşünmemek, yardan da, serden de geçmek gerek. Kaya kadar sert ama pamuk kadar yumuşak kalbin olmalı. Sözünün eri, adâletin dili olmalısın. Sözcüklerin, Allah’ın kelamından değilse konuşmamalısın. Dünyaya kör, dedikoduya sağır, yalana dilsiz olmalısın. Alperenin işi kolay değildir. Alplik; Türk tarihinde önemli bir yer tutar, öyle geçiştirilecek üstü örtülecek, bir unvan değildir. Müslümanlıktan önce de Türkler’de önemli bir unvan olarak yer alır. “Yiğit, kahraman, cesur” anlamına, Müslüman olduktan sonra “gazi” kelimesi de eklenmiştir. Böylece Türkün cihan hâkimiyeti mefkûresi “gazavat” ruhuyla birleşmiş, “gazi” payendesi altında devam etmiştir. Alplik zamanla kendini gazi kelimesine bırakmış görünse de “alperenlik” teşekkülü Sarı Saltuklarla, Geyikli Babalarla, Gül Babalarla; Anadolu’dan Balkanlar’a kadar olan coğrafyada süregelmiştir. Alparslan, Alptekinlerle devlet olup ilahî nizamlarıyla dünyaya nam salmışlardır.
İşte Oruç Gazi de bu teşekkülün içinde yer alan alperenlerdendir. Bir serdengeçtidir. Onun dönemi Moğol’un, patlamış lav gibi ortalığı yakıp yıktığı dönemdir. Gelin Kayası’nın taş hikâyesinin yönlerine bir de bunu eklemeden geçemiyorum.
Oruç Gazi’nin ailesi, dizinin dibinde hemen yanı başında yatıyor. Mekânın içinde, kefenlerini giymiş, düşmana kılıç sallayan mücahidlerin nidalarını duyabilirsiniz. Onlara kulak verdiğinizde bu vatanın kıymetini, üstünde bulunduğumuz her karış toprağın şehitlerin kanları ile sulandığını ve bu yüzden mübarek bir kara parçası olduğunu idrak edebilirsiniz. Yurdumuzun stratejik önemi değil, ama medeniyetlere yön vermesi, dünyayı adalet, şefkat, merhametle beslemesi, bizler için daha önemli. Bu toprakları diğer yerlerden ayıran en önemli özellik bu. Kızılcahamam bu bakımdan birçok büyüğe ev sahipliği yapıyor. “Kızılcıhamam” adı 1285 salnamesinde “Yabanabat” diye geçiyor. 1933 yılında bugünkü ismini alıyor. Sadece ilçenin adı değil, birçok köyün adı da değişiyor. Ahiler Köyü, «Kemalpaşa», Zimmiler Köyü, «İsmetpaşa» Köyü oluyor. Sâdece isimler de değil birçok zâtın mekânı da kaybolup gitmiş, geriye hikâyesi kalmış. Bu konular başka mevzu, susalım burada. Oruç Gazi’ye dönelim.
Oruç Gazi, Keykubat’ın yanında yetişmiş bir aslan parçası, kılıcı keskin bir yiğit, köyün sâhibi. Öyle İngiliz lordları gibi değil bizim sahipler, halka hizmet için kendinden vazgeçen efendilerdir. Vefat ettiği vakit, cebinde bir tane tespih yahut mendil çıkan zenginlerden. Sultan verdiği berat ile bu köyden vergi alınmamasını emretmiş. Böylece Taşlıca Köyü, Oruç Gazi vakfiyesi olup çıkmış. Selçuklu yıkılınca Osmanlı Devleti zamanında da bu beratın hükmü geçerliliğini korumuş. Dedenin, atanın sözünün kıymetini bilmenin, hâl dili. Devlet olunca diğerini yok saymamak, hürmetini, muhabbetini korumak, bir bütünün parçasını bilmek, bu olsa gerek diyorum. Ama Cumhuriyet döneminde köy vergi muafiyetini kaybetmiş. Tekke ve dergâhlar kapanınca buralar da nasibini almış. Mekânlar, beratlar yok olup gider ama gönüle girmiş yiğitler ilelebet kalır. Taşlıca Köyü’nde, düğünlerde hâlâ davul çalmadığını söyleyelim burada. Oruç Gazi’ye hürmet devam ediyor, anlayacağınız. Doksan yaşına kadar elinde kılıç, gazadan gazaya koşan Oruç Gazi şehitlik şerbetini içivermiş. Ve uçmaya varmış. Vasiyeti gereği köyüne defnedilmiş. Eskiden şehitler, şehit düştüğü yere gömüldüğüne göre bir varsayım olarak, Oruç Gazi’nin de köyünü savunurken şehit düştüğünü söyleyebilir miyiz? Eğer durum böyleyse burada Moğollarla olan bir cenkte uçmaya vardığını söylerken; Taşlıca toprağının altında bilinmeyen kaç şehit vardır acaba? Bunu neden mi söyledim, “Bastığın yeri toprak diyerek geçme tanı/ Düşün altında binlerce kefensiz yatanı/Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı/ Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” Anlatabildim mi?
Ankara’ya kırk dakikalık mesafede yer alan bu iki büyüğümüze gereği kadar ilgi göstermemek, adlarını çocuklarımıza belletmemek, bizim ayıbımız olsa gerek. Çocuklarımıza vatan sevgisini kronolojik tarihten önce bu büyüklerin hayatları ve felsefeleri ile aşılayabilirsiniz. Müslüman Türk’ün tek bir “izm” peşinde koştuğunu, bu büyüklerle temsil eder, aktarabilirsiniz.
O kadim sırrımız, o kadim bilgemiz ve menzilimiz olan “Kızılelma”, ancak bu büyüklerin yollarına varıp ellerini öpmekle olur. Hiçbir zaman geç değildir.
Büyüklerimizin aziz ruhları şad olsun. Arabamıza biniyoruz, yeni rotamız Ali Semerkandî Hazretleri.
Elçin Ödemiş