Kütahya daha görmeden sevdiğim şehirlerimizden biriydi. Bazı şehirler böyledir; ismiyle, mimarisiyle, asırlardan süzülüp gelen kültürüyle önemli bir nüveye sahip olduğunu ötelerden, daha dünya gözüyle görmeden hissettirir insana. 2021 Ekim’inin ortalarında nasip oldu Kütahya ile göz göze gelmek. Daha tren istasyonundan ilk adımı attığımız anda sert ve sağlam havasıyla “hoş geldiniz” dedi bu güzel şehir. Güneşli bir sonbahar günü olmasına rağmen insanın yüzüne vuran serinlik, 900 civarında bir rakım ile Ege Bölgesi’nden çok iç Anadolu’nun karasal ikliminin habercisi gibiydi. Ardından taksi şoförleri vasıtasıyla asil ve karakterli Kütahya insanını tanımaya başladık.
Vazo civarındaki otelimize biraz erken ulaştığımız için odalar henüz hazır değildi. Valizlerimizi bırakıp yakın çevreden başlayarak Kütahya’yı keşfetmeye koyulduk. Çınarları, biteviye akan pınarları ve şehrin yaslandığı tepeyi süsleyen hisarları ile Kütahya karşımızdaydı işte. Görmüş geçirmiş olduğu her hâlinden belli olan; üstelik tarihi dokunun ya terk edilmiş veya tamamen turistikleşerek ruhsuz bir hâle büründürülmüş birçok benzer şehrimizin aksine, tarihi doku içinde, hayatın bütün olağanlığı ile aktığı bir şehir. Kıymetli bir dostum Kütahya’dan söz ederken, “Evliya Çelebi’nin şehirleri bedestensiz ve bedestenli diye ikiye ayırması gibi ben de şehirleri pınarlarında musluk olan ve olmayan diye ikiye ayırıyorum; işte Kütahya bu ikinci guruba giriyor’’ demişti. Hakikaten, musluksuz akan sularının güzelliğiyle aklımızda kaldı Kütahya. Artık bu özelliğe sahip şehirlerimiz bir elin parmaklarını geçmez sanıyorum. Üstelik hazır Çelebimizi anmışken burada bir değil iki adet bedesten olduğunu söylemeden geçmeyelim.
Neoklasik üslupla inşa edilmiş Tarihi Kütahya Lisesi ve şu an adliye olarak kullanılan eski Hükümet Konağı’nın önünden geçtik. Görkemli bir yapı olan Hükümet Konağı merhum Başbakan Adnan Menderes’in darbeden sonra tutuklandığı yer olması bakımından siyasi tarihimizde özel bir öneme sahipmiş. Biraz ilerde çınarlar arasında bir meydancığı süsleyen Yeşil Cami’de bir mola verdik. Son dönem Osmanlı eserlerinden. Tek kubbeli küçük bir cami olsa da tezyinatıyla göz kamaştıran bir mücevher bu. Mütenasip oranları ile dikkat çeken caminin dışı gibi içi de yeşil renk hakimiyetinde muhteşem bir tezyinatla süslenmiş. İsminin hakkını hakikaten veriyor. Kütahya ilk, bu göz kamaştırıcı küçük mücevheriyle kalbimizden vurdu bizi. Çevresindeki pazar yerinden geçerek otele döndüğümüzde odalarımız hazırdı. Biraz soluklandıktan sonra Kütahya’nın simge mekanlarından olan Germiyan Sokağı’ndan başlayarak şehrin kalbine sokulmaya karar veriyoruz. Görkemli tarihi konakların iki yanında aşina bir eda ile birbirine omuz verdiği bu tipik sokakta ilk durağımız Unesco yaşayan kültür hazinesi listesinde yer alan kıymetli çini üstadı Mehmet Gürçay’ın atölyesi oluyor. Birbirinden güzel çinileri izlemeye doyamazken hoca ile ayaküstü sohbet etme imkânı da bulmamız ve bu sanata gönül vermiş gencecik öğrencilerinin gayretine şahit olmamız bizi ayrıca mutlu ediyor. Bu asırlardan süzülüp gelen sanatımız o güzelim maviler yeşiller kırmızılarla bezeli birbirinden şahane desenleriyle geleceğe doğru umutla yol alıyor. Sokağın ortasında, tekerleme söyleyerek sek sek oyun oynayan mutlu çocuklar, bizi yıllar ötesinden kendi çocukluğumuza götürüyor. Kütahya çinisiyle özdeşleşmiş kıymetli çini üstadı rahmetli Sıtkı Olgar Müzesi ve şehir müzesi nasıl muhteşem bir şehrin karşısında olduğumuzun sırlarını veren diğer duraklar oluyor. Germiyan Sokağı’nda boydan boya ilerlerken cumbalı konakların vakur gölgesi altında kâh gürül gürül akan bir pınar, kâh cennet gibi bir köşecikte beliren bir evliya kabri karşımıza çıkıyor. Giderek şehrin kalbinin attığı tarihi çarşıya yaklaştığımızı hissediyoruz. Saadettin Cami’nin minaresi bir muhafız edasıyla çarşının girişini gözetliyor. Üç yol ağzında sokağın kıvrımına ustalıkla inşa edilmiş bir cami. Alt katları dükkân, ana harime ulaşmak için iki kademeli merdivenlerden çıkılıyor. Çiçek demetlerinin ağırlıklı olduğu tezyinatı ve ferahlığıyla öyle güzel bir cami ki başta içine girmek hususunda tereddüt etmiş olan arkadaşlarıma da iyi ki girmişiz dedirtiyor. Sokaktan küçük bir koridorla geçilen kapalı şadırvan alanı var. Bu yönüyle de yoğun ticari bölge içindeki bu dar alanda özgün ve uygun bir mimari çözüm üretilmiş. Camiden çıktığımızda burnumuza gelen enfes köfte kokularına dayanamayarak karşıdaki köfteciye giriyoruz. Aslında niyetimiz konaklarda işletilen lokantalardan birine gidip sıkıcık çorbası, küp kavurması, cimcik gibi yöresel lezzetleri tatmaktı ama bunu ertesi güne bırakmaya karar veriyoruz. 43 köfte meğer Kütahya’nın meşhur lokantalarından biriymiş. İnsanlar oturabilmek için bir müddet sıra beklemek zorunda kalıyor. İki katlı bu küçük dükkânda öyle bir dinamizm var ki görülmeye değer. Çalışanlar işinin ehli. Izgara köfte ve ekmek kadayıfından oluşan yemeğimizi yerken bu çarşı içi koşturmacası içinde küçük bir yemek molası vermiş Kütahyalıların günlük hayat kesitine şahitlik etmekten çok memnun oluyoruz. Köfteler lezzetli olduğu kadar fiyatlar da son derece makul. Burada, bitişiklerindeki helvacının meşhur ve şifalı olduğunu öğreniyoruz. Fakat helvacıya girmek ne mümkün. Önünde uzun bir kuyruk var. Bu işi de ertesi güne bırakmaya karar vererek tarihi çarşıda dolaşmaya devam ediyoruz. Bir zamanlar el emeği göz nuru ürünlerle dolu olan taş bedesten, Çin mallarına teslim olmuş ne yazık ki. Ama birbirine açılan sokaklardan oluşan çarşı, Pekmez Pazarı, Kavaflar, Saraçhane, Pamuk Pazarı gibi sokak isimlerinden başlayarak eski asırlardan bir esintiyi hala barındırıyor. Dükkânlar arsında adeta kaybolmuş bir iç avlu dikkatimizi çekiyor. Takvacılar (Timurtaş Paşa) Camii burası. Önce gürül gürül akan bir çifte pınar karşılıyor bu mabede girenleri. Çok eski ve ruhaniyeti yüksek olan bu cami kemerlerle birbirine açılan farklı mimarisi ve zarif çini minberiyle görülmeye değer bir eser.
Kütahya, insan hazinesi yönünden çok zengin bir şehrimiz. Çini üstadı Mehmet Gürçay hocadan sonra “Unesco yaşayan insan hazinesi” listesinde yer alan ikinci kişiyle tanışabilmek için Osmanlı döneminde saraya mücevher imal eden Şapçızade ailesinin mensubu Doğan Şapçı Bey’in dükkânına uğruyoruz. Doğan Bey asırlık geleneğin son halkası olarak, birbirinden güzel elmas takıları el emeği ile üretiyor. Allah sağlıklı uzun ömürler versin. Kütahya beyefendiliğinin numunelerinden biri olan Doğan Bey’i tanımaktan ve o güzelim sanatının ürünlerini izlemekten ayrı bir keyif aldık.
Bundan sonra Kütahya’nın en güzel köşelerinden biri olan Ulu Cami’ye doğru ilerliyoruz. Medresesi ile birlikte güzel bir külliye oluşturan Germiyan eseri İshak Fakih Camii’nin önünden geçiyoruz. Kim olduğunu bilmeden bir türbe önünde Fatiha okuyoruz. Meğer Kütahya’nın manevi büyüğü Paşam Sultan Hazretleri imiş. Kütahya neredeyse her köşe başında bir evliyayı bağrına basmış, manevi açıdan çok zengin bir şehrimiz. Biraz ilerde Sakahane ve Ulu Cami karşımıza çıkıyor. Sakahane, ismi ile birlikte Kütahya’da en sevdiğim yapılardan biri oldu. Büyükçe bir meydan çeşmesi görünümünde olan bu yapının dış çeperlerinde abdest alma yerleri sıralanırken köşesinde güzel bir çeşme yer alıyor. Su medeniyetimizin önemli göstergelerinden biri olan bu yapı, yer yer enfes Kütahya çinileri ile süslenmiş. İçerde kapalı mekânda kubbedeki boşluk vasıtasıyla doğal ışık alan bir abdest şadırvanı bulunuyor. Bu kapalı şadırvanlar Kütahya’nın adeta Erzurum’un iç Ege’deki kız kardeşi gibi sert olan iklimine karşı geliştirilmiş güzel bir çözüm olmalı.
Ulu Camii ismiyle müsemma hakikaten ulu bir cami. İlk olarak Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırıldığı için kayıtlarda bu isimle anılan cami, Sultan Abdülhamid döneminde esaslı bir tamir geçirerek yeniden yapılmış. Selatin camilerine has bütün heybeti taşıyan caminin uçsuz bucaksız gibi duran harimini merkezde iki büyük kubbe, bunları destekleyen yarım kubbeler ve köşelerde küçük kubbeler örtüyor. Son cemaat yeri Osmanlı’nın son dönemlerinde camekanla kapatılmış olan caminin üç yönden giriş kapıları bulunuyor. İçerde bu üç girişin kesişme noktasında yer alan şadırvan üzerinde müezzin mahfili ile birlikte camiye ayrı bir güzellik katmış. Kütahya yakınlarındaki antik kent aizonadan devşirilmiş kolonlar kullanılmış. Caminin iki tarafında Germiyanoğlulları döneminden kalma Vacidiye medresesi ve imaret yapıları günümüzde müze olarak kullanılıyor. Vacidiye Medresesi arkeoloji müzesi olarak düzenlenmiş olup en önemli eseri olan antik lahit tam ortasında sergileniyor. İmaret ise çini müzesi olarak düzenlenmiş. Son Germiyan Beyi II. Yakub’un türbesi de burada yer alıyor. Germiyan Beyi Süleyman Şah I. Murat döneminde Osmanlılarla akraba olmak niyetiyle kızı Devletşah Hatun’u Yıldırım Beyazıt’a verdiğinde Kütahya Osmanoğulları'na çeyiz olarak verilmiş. Ankara Savaşı’ndan sonraki süreçte Germiyanoğlu beyliği gücünü bir müddet daha korumuş olsa da son bey II. Yakup, erkek evladının da bulunmaması nedeniyle halasının torunu olan II. Murat’a Germiyan ülkesini vasiyet ettikten kısa bir süre sonra vefat edince Kütahya kesin olarak Osmanlı Devleti’ne katılmış.
Ulu Cami Meydanı'nın karşı köşesinde Mevleviliğin en eski merkezlerinden biri olarak Ergun Çelebi tarafından tesis edilmiş olan Erguniye Mevlevihanesi, günümüzde Dönenler Cami adıyla hizmet veriyor. Mevlevilerin kendine has mütevazi ölçekli zarif tekke binalarının en güzel örneklerinden biri burası. Semahaneden birkaç basamakla inilen türbe mekandaki uhrevi havayı yoğunlaştırıyor. Sekizgen kasnağa oturan kubbesi ve zarif süslemeleriyle insanın içine ferahlık veren bir mekân. Buradan sonra Macar Evi olarak bilinen bir 18. y.y. konağını ziyaret ediyoruz. Açık sofası ile büyük ve özgün bir konak burası. Macar halkının bağımsızlık kahramanı Lajos Kossuth 1850-51 yıllarında burada ikamet etmiş. Yakınlardaki Şengül Cami ve jeoloji müzesi olarak düzenlenmiş hamamı gördükten sonra istikametimizi “Sevgi Yolu” ismiyle bilinen yayalaştırılmış caddeye çeviriyoruz. Tam bir klasik dönem eseri olan Karagöz Paşa Camii’ni ziyaret ettikten sonra Karavan’ın bahçesinde soluklanıyoruz. Buranın gözlemeleri meşhurmuş. Her çeşidinin tadına bakıyor ve özellikle tereyağlı ballı ve ıspanaklı gözlemeleri beğeniyoruz. Sürekli hareketli olan caddeyi izlerken çayınızı, kahvenizi içmek oldukça keyifli. Burada dinlenirken hava yavaş yavaş karararak geceye dönüyor. Otelimize dönerken yolumuzun üstünde yer alan Ali Paşa Camii’ne uğruyoruz. Ferah harimi, ahşap sütunların taşıdığı hanımlar mahfili ile Osmanlı geç dönem eseri olduğu belli eden bir tezyinatı var. Şehrin daha modern yüzünü temsil eden Atatürk Bulvarı’nda bir süre yürüyor, yerel porselen markalarının dükkânlarını ziyaret ettikten sonra otelimize dönüyoruz.
Ertesi gün kaleye çıkarak şehri kuşbakışı görmek istiyoruz. Anlaştığımız taksici bizi sultan bağı tarafından kaleye çıkarıp diğer yönden indirerek şehrin eski mahallelerinde bir tur atmamızı sağlıyor. Kale oldukça büyük ve surlarının çoğu sağlam. En üste döner kule bulunan bir lokanta yapılmış. Kaleye çıkınca Kütahya’nın iki tepe arasında ve kale eteklerinde gelişmiş tipik bir Türk şehri olduğunu, zaman içinde kuzeydeki ovaya doğru yayılarak modern mahallelerin oluştuğunu daha iyi fark ettik. Kale-i Bala Camii, Baş Melek Kilisesi, Defterdar Konağı gibi önemli yapıları bu turumuz sırasında görmüş olduk. Ulu Cami önüne geldiğimizde bu asırlık meydanı bir kez daha deneyimlemek için taksiden iniyor ve çarşı içine doğru yürüyerek devam ediyoruz. Günlerden Pazar olduğu için önceki güne göre her yer daha sakin. Neyse ki meşhur helvacılar açık. Oradan enfes tahin helvasından, irmik helvası ve Kütahya’ya has bir Ramazan lezzeti olan “bitli helva”dan alıyoruz. Daha sonra Balıklı semtini keşfe koyuluyoruz. Burası da camisi hamamı ve konaklarıyla özgünlüğünü koruyan bir semt. Yöresel yemeklerin hayaliyle Germiyan Sokağı’na geldiğimizde maalesef bizi kötü bir sürpriz bekliyor. Lokanta olan konakların biri –sanırım Pazar günü olduğu için- tamamen kapalıyken diğerinde özel bir program olması nedeniyle müşteri kabul etmiyor. Yöresel mutfağın tadına bakmayı Kütahya’ya tekrar gelmek için bir sebep sayma tesellisiyle tekrar sevgi yoluna çıkıyor ve Karavan’da dinleniyoruz. Ardından Siyah İnci Pastanesi’ne uğruyoruz. Kalenin karşısında bir tepe üzerinde tarihi bir mescid dikkatimizi çekmişti. Hıdırlık Tepesi denilen bu tepeye giderek tren saatine kadar olan bir-iki saatimizi orada geçirmeye karar veriyoruz. Kütahya fatihi Hazer Dinari tarafından yaptırılmış olan bu küçük mescidin yanında salaş bir çay bahçesi var. Semaverde çay eşliğinde gözleme sunuyorlar. Burada kalesiyle birlikte enfes bir Kütahya manzarası sizi bekliyor. Sırf bu manzarayı görmek için Hıdırlık Tepesi’ne çıkmaya değer bence. Ayrıca yolumuzun üzerinde olan Evliya Çelebi Konağını da dışından da olsa görmüş olduk bu vesileyle. Ahmet Yakuboğlu, Sıtkı Olgar, Ahmet Ilıkçay gibi önemli sanatkârlar yetiştirmiş olan Kütahya’nın Evliya Çelebimiz’in de memleketi olduğunu öğreniyoruz. İlçeleri ile birlikte daha keşfedilecek bir çok güzelliği olduğunu hissetsek de, bu sefer vaktimiz sınırlı olduğu için yeniden gelebilmek umuduyla, “sana Hıdırlık Tepesi’nden baktım aziz Kütahya” diyerek veda ediyoruz bu çini diyarı şehrimize…
Gönlünüze, kaleminize sağlık. Severek okudum ve Kütahya yı tanıma vesile oldunuz, sağolun.