Hatay’dan, Suriye’ye sınır Hassa’dan başlayan baba evinden dönüş yolculuğu, Artvin’de Gürcistan’a sınır Hopa’da sona erecekti. Bin kilometreden uzun bu yolculuğu ikiye bölmek daha iyi olur diye düşündük. Sivas’ta mola verir Zara’da konaklarız diye sözleştik yol arkadaşım İsmail Hocam ile. Ben erken çıktım yola. Şarkışla’da ta 1998’den bu yana görmediğim Kırıkhan İmam Hatip Lisesi’nden meslek dersleri öğretmenim olan Seyfullah Subaşı Hocama da düşürdüm yolumu. Şarkışla’da birkaç saatte hocamın vasıtasıyla güzel insanlarla çay içtik; bir taziye çadırını ziyaret ettik. Aradan geçen onca yılın özetini yaptı hocam; ben, “Allah dağına göre kar verir hocam,” demekle yetindim. Seyfullah Hocamın o birkaç saatte bile gittiği her yere güzellikler götürdüğüne şahit olmak, “Benim işim dinimi anlatmak; nerde kime olduğu çok önemli değil’ diye halini özetlemesi, başına gelen maddi manevi birçok badireyi nasıl suhuletle atlattığını da anlatır gibiydi sanki. ‘Arayış biterse sen de bitersin’, ‘Öğrenciliğin, okuman biterse öğretmenliğin de yok olur’, ‘Ümidi elden bırakmamak gerek’ demesi ve ta o yıllarda da olduğu gibi konuştuğu hemen her söze Kur’an’dan bir referans vermesi öğrencileri olarak ne kadar şanslı olduğumuzu bir kez daha ikrar etmeme neden oldu. ‘Hocam’ dedim, ‘hatırlıyor musunuz bize Mevdudi’nin Tefhim’ul Kur’an’ını aldırmıştınız’ diye söze girdiğimde ‘okudun mu, ben yedi cildi bir haftada bitirmiştim’ dedi. Yıllar sonra bu kadar kıymetli bir insanla tekrar karşılaşmak; beraber namaza gitmek gerçekten seyahatin bereketi oldu bizim için.

Altıncı Şehir’in Ulu Camisi’nin her şeyine istikametini doğrulttuğu yerden güzellikler ulaşmış çağlar boyunca

Şarkışla’dan Sivas’a revan olduk; yol arkadaşımla Zara’da buluşacaktık. Ben erken yola çıkmanın avantajıyla Sivas’ı eşim ve çocuklarla gezmek niyetindeydim. Tabelalar bizi Sivas Ulu Camii’ne kadar götürdü. Camiye girer girmez o eski camilerde olan farklı hava hemen hissettirdi kendini. Kalın duvarlara sinen lahuti hava insanın üzerinde güzel bir etki bırakıyor; Ahmet Turan Alkan’ın “Altıncı Şehir”ini okuyalı çok olmuştu ama kitabına konu ettiği Sivas’ın başkalığı, şehirlerarasında ayrı bir yere sahip olduğu vurgusu zihnimde yerine oturmuş oldu. Bunun için Ulu Camii’yi görmek bile yeter. Ulu Camii’nin Anadolu’nun en eski camilerinden olması, Timur tarafından tahrip edilmesi gibi ilginç bilgiler oradaki panolardan okunabilir bence asıl olan caminin istikametinin çevrili olduğu yerle kurduğu sıcak münasebet, baktığı yerden esintiler taşıması, dinin güzelliklerinin taşına, ahşabına, çinisine rengine duruşuna insanı çekişine sinmesi Sivas Ulu Camii bu saydıklarımın hepsini bünyesinde barındırıyor bence.

Bir hocamız ders esnasında söylemişti oradan zihnimde kalmış ‘şerefül mekan, bil mekin’ sözü cami avlusunda medfun güzellere dikkat kesilmeyi gerektiriyor. 1969 yılında sırlanan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi ve yanında bulunan zevat şehrin manevi bekçileri olarak yerlerinde duruyorlar. İkindi namazına yarım saat kadar vardı biz camiye ulaştığımızda her yolculukta olağan olan acele etmek, bir yerlere ulaşmak, eğleşmemek gibi halleri bir tarafa bırakıp vakti beklemeye karar verdik. Caminin hariminde Kur’an okuyan guruplara rastlamak mukabelenin her zaman yapılabileceğini gösteriyordu adeta. Sivaslı arkadaşım Mustafa Özgür hocamı arayıp, memleketinde Ulu Camii’de olduğumu söylediğimde ‘Her direğinin dibinde uyumuşluğum vardır’ demesini sonra çayını içip yemeğini yemek nasip olan babası muhterem Bekir Amca, ‘Hafızlığı orda yaptı; caminin avlusunda baraka gibi yerlerde Kur’an öğretilir hafızlık yapılırdı’ diyerek şerh etmiş oldu. Demek ki Sivas Ulu Cami’nin Kur’an’la münasebeti hep devam ediyor. Demek ki camiler sadece namaz için değilmiş, hayata merkezlik yapabilirmiş ve yapmış, yapmalı diye düşünüyorum.

Gez dünyayı, gör Sivas’ı!

Buradan namazdan sonra Çifte Minareli Medrese’ye Buruciye Medresesi’ne, Şifaiye Medresesi’ne uğruyoruz. Buralara bir Pazar günü uğramaktan mıdır nedir hengâme, kalabalık, sigara dumanları, kafeler, alışveriş, ıkış tıkış hediyelik eşya dükkânları, hemen her adımda her boşlukta bir masa ve dört sandalye gidilen mekânların ruhuna yaklaşmaktan uzaklaştırıyor insanı. Medrese içindeki türbe ve içinde yatanların hemen yanı başındaki kalabalıkla bir bağlarının olmaması; nerdeyse türbenin orda yatanların unutulması yok sayılması, tezatlığın bu kadar gözün içine içine sokulması, bu tezatlığın umursanmaması derinden üzdü bizi. Turizm, kazanç, para, tanıtım derken bir şeyler ıskalanıyor. Bunun gibi yerlerdeki kafe, lokanta, hediyelik eşya satışı yapan yerlerin düzeni ve hatta lafı uzatmaya gerek yok oradaki varlığı üzerine düşünülmeli. O canım yerler birer ‘mekan’a evrilmiş, tükettiğimiz hayatlarımızla beraber oralarla kurmamız gereken sahici bağı da tüketiyoruz. Bu konu sadece yetkililerce değil herkesçe düşünülmeli ve farklı bir hareket tarzı geliştirilmeli. Arz talep denilen o berbat şey kırılmalı yok edilmeli. Her şeyin metaya dönüştüğü zamanımızda bu kadarcık olsun bir şey istemek çok görülmemeli.

Ulu Camii’de az da olsa hissettiğimiz gördüğümüz güzelliklerden sonra Gök Medrese, uzaktan gördüğümüz Abdulvahhap Gazi Türbesi gibi yerleri ziyaret etmeyi başka geniş bir zamana bırakarak Sivas’tan ayrılıyoruz.

 

Halil Arslan, “Altıncı Şehir”e uğradı