Aşkın o bir noktasını bulmadan hakiki aşktan bahsedilemezmiş. Gerçek ve mutlak sevgiliyi bulmak için aşkın o bir noktasını keşfetmek bulmak lazımmış. Üstelik sevgi ve aşk, sadece beynimizdeki hormonlardan ibaret değilmiş. Kendi kan irin, et ve kemikten oluşan vücudumuzu Hazret-i İnsan olarak görmek, insan suretinde olmak, mutlu olmamıza huzurlu olmamıza yetmemekteymiş… “Yumurtadan Çıkmadan, kendi benlik dâireni edeble kırmadan Âlemlerin Rabbi’nden ve yine âlemlere rahmet olarak gönderilen nurdan haberdar olamazsın.” buyurarak sorgulamaya başlıyor hocamız, bize de fark ettirmeden sorgulatarak: “Sen kimsin de hangi kudretin var da kendini ilah diye takdim ediyorsun?” diye soruyor ve sorgulamamızı sağlıyor. “Bir küçücük gözle görülmeyen mikroba yenik düşen, bir kelimeye, bir bakışa mahkûm olan insan, zengin olsa hükümdar olsa ne fark eder ki? Diğer insanlardan uyuduğu zaman farkı var mı? Uyuyunca züğürt bir adamdan ne farkı kalıyor hükümdarların?” Ve bizlere bu tip soruları sorarak tabiri caizse, beynimizi bir kepçeyle karıştırıyor, karıştırıyor… Sonra da insana dert lazım ilk önce deyiveriyor! Biz dertsiz başımıza bir de dert mi alacağız derken öğreniyoruz ki bu dert farklı bir dert. Bu dert güzel ve tatlı bir dert…

“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş

Bürhân sorardım aslıma, aslım bana bürhân imiş.”

Şeriat bir yükmüş…

Allah’ı sevmeyenler için şeriat bir yükmüş. Yük gibi addediyormuş insan. Ancak Allah Teâlâ’yı sevenler için şeriat, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmak için bizzat O’nun tarafından bahşedilen bir lütufmuş. Bunu işte nefsimize anlatmak zormuş. Kitapta bir şey daha dikkatimi çekiyor. Şeriat, tarikat, hakikat, marifetteki nûr hep Nûr-ı Muhammedî’nin başka başka makamlarda renk almasıymış...

Kitabı okudukça farklı yorumlar bizi cezbediyor. Mesela;

İman; Aşkla bilmek;

İslâm; Aşkla yaşamak;

İhsan; Aşkla görmekmiş.

Hayat; Aşkla doğmak;

Cennet; Aşkla ölmek;

Cemal; Bu aşkın getirdiği noktada aşkın hakikatini bulmakmış.

Aşkla bilinir, aşkla bulunur, aşkla olunur, deyip yine sorguluyor ve düşünmeye itiyor yüreğimizi: Peki, bu aşk nereden düşmüş, nereden gelmiştir? Bana sormayın sakın, söylemem gerisini kitabında Fatih Çıtlak Hocamız söylesin siz dinleyin, ne dersiniz?

La ilahe illallah

“Lâ İlâhe illâllah”demek, “Sadece Allah vardır, O’dur ilâh” demektir diyor hocamız. Yani “Ben yokum Sen varsın” diye ikrar etmektir. Dolayısıyla “La ilâhe illâllah” benlik iddiasını yok edip, Vâcibu’l Vücûd’un sadece Allah olduğunu ifade etmektir. Böyle bir ikrar ise Allah’a muhabbet eden, aslında Cenâb-ı Hakk’ın kendisine duyduğu muhabbetin bir yansıması olan Muhammedî Nûr’da kendisini gösterir.” buyuruyor hocamız. Daha konunun epey açıklaması var, burada hangi birinden bahsedebilirim ki? Siz en iyisi almaya bakın bu kitabı…

Besmele hakkında enteresan bilgiler

Bazı âlimler besmelenin başındaki b harfinin noktası “Ol” emriyle Nûr-ı Muhammedî’nin oluşumuna işarettir demişler. Sin harfine geçiş, insanın yaratılışına, bu harfin uzatılarak mim harfiyle sırlanması ise Hz. Âdem’den Efendimiz (s.a.v.)’e gelinceye kadarki cümle peygamberlere işaretmiş. Devamı, devamı yine yok. Tasavvufta bir bal sürerler önce ağzımıza sonra o tadı alan nasibliler başlanırlar devamı var mı nerede diye aranmaya… Ve olurlar birer derviş…

“Kur’an Kelâmullah’tır” diyor Fatih Çıtlak Hocamız…

Mezhep imamlarımızın dönemlerinden beri tartışılagelen ve işkencelere sebep olan bir konudur “Halku'l-Kur'ân” meselesi…

İmam Mâlik zamanında Kur'ân-ı Kerim'in yaratılmış (mahlûk) olup olmaması meselesi ortaya atan Ca'd b. Dirhem idi. O, bu meseleyi Yahudi asıllı olan ve İslâm akidesini bozmak isteyen bir kimseden almıştır. Müslümanlardan bir kısmi; Kur'ân yaratılmıştır; diğer bir kısmı da, yaratılmamıştır, diye ısrar ederek, farkına varmadan istenilen amaca ulaşılmasını sağlamışlardır. Hataya düşmekten sakınan İmam Mâlik gibi bazı Müslümanlar, bu meselenin bir fitne doğuracağını anlamışlar ve bu konuya dalmaktan kendilerini alıkoymuşlardır. İmam Mâlik: “Müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek için kendilerini vakfetmiş olan kimselerin ortaya attıkları meselelerin arkasına düşüp cedelleşmek doğru değildir.” diyerek meseleyi noktalamıştır.

Bu konuda İmam Hanife Hazretleri’ne de nispet edilen üç görüş vardır. Ona göre, “Kur’an’ın sadece Allah kelamı olduğuna inanmak lazımdır bu cihetten Kur’an’ın mahlûk olup olmadığını tartışmak caiz değildir.” buyurur büyük imamımız. Ona nispet edilen ikinci görüşe göre ise, Kur’an mahlûktur. Çünkü Allah dışındaki her şey yaratılmıştır. Bu yüzden de yaratılmış bir şeye yemin etmek caiz olmadığından Kur’an’a yapılan yemin de caiz değildir.” Üçüncü görüşe göre ise; “Kur’an Allah kelâmı olup mahlûk değildir fakat Kur’an’ı telaffuz edişimiz ve yazışımız mahlûktur.”

Bu tartışmalar İmam Hanbel zamanında da sürmüş ve Kur’an yaratılmıştır fikri üzerine münakaşa edilmiştir. İmam Hanbel sözünde ısrar ederek, “Kur’an yaratılmamıştır, Allah kelâmıdır.” demiştir. Ve bu yüzden ona işkence yapılmıştır. Bu Eziyetler de “Mihne Hadisesi” olarak İslâm Tarihinin kara sayfalarına yazılmıştır.

Bunları durup dururken neden kısaca özetleyip anlattım, diye eminim merak ettiniz? Efendim, Fatih Çıtlak Hocamız da kitabında bu konuya değinmiş ve “Kur’ân-ı Kerîm Kelâmullah’tır, mahlûk değildir”diyerek görüşlerini serdetmiştir.

Enteresan bilgiler…

Kâinattaki zuhûrat, âlemler, hilkat hemen hepsi 28 harfte açıklanmış. Bu harfler noktanın eğilip bükülmesiyle oluşmuş. Ve sıkı durun şimdi, bu harflerin her birinde yüzlerce remiz, sayılamayacak kadar çok mânâ yüklüymüş. İşte bundan dolayı “Âmentü” cümlesinin harfleri ve dizilimine dikkat çeken bazı âlim ve ârifler bu metnin mucizevî denilecek özelliklerine de işaret etmişler.

Dikkatimi çeken bir şey de bu kitaptaki konu başlıkları. Öyle latif, öyle hoş ve samimi ki, ister istemez o başlıklar sizi içeri davet eden bir dergâh kapısı vazifesi görmekte… Ve yazının içine kadar çekip götürmekte… Mesela “Âmentü Bal Peteği Gibidir” diyerek şiirlerle sözlerle dolu bir dünyanın kapısını aralıyor bize hocamız. “Global Gaflet”, “Mal Şeyhi, Mal Dervişi”, “Yal Şeyhi, Yal Dervişi” “Avrad Şeyhi”, “Sohbet Sırlandı”gibi…

Derviş

Derviş kelimesi bilmeyenler için söyleyeyim Farsça bir kelimedir. Derviş kelimesi Farsça yazılımında “D-R-V-Y-Ş yani dal-rı-vav-ye-şın” harflerinden oluşur. Bu kelimeyi diğer âlimlerin yorumlarından hareketle Fatih Çıtlak Hocamız şöyle yorumlamış:

“D” harfi: Dünya

“R” harfi: Riyâ

“V” harfi: Varlık

“Y” harfi: Yalan

“Ş” harfi de Şehveti terk etmeye işaretmiş…

Avrad Şeyh

Başlık dikkatimi çekti ister istemez bir hanım olduğum için. Merakla daldım konuya… Hocamız kadından mürşid olur mu olmaz mı konusuna enteresan örneklerle açıklık getiriyor ve noktayı koyuyor. Hanımdan şeyh olmaz!” Bunu açıklarken de tarikatlardaki şeyh-mürid ilişkisine dikkat çekerek şöyle bir açıklama yapıyor: “Şeyh-mürid ilişkisinde ilâhi isimlerin telkin edilmesi mühim bir husustur. Muhakkak ehil ve icâzeli olandan alınmalıdır” şeklinde açıklayarak şu ilgi çekici benzetmeyi yapıyor: “Cihaz prize takılmadan çalışmaz. Prizin görüntüsü de kâfi değildir. Orada elektrik olması icab eder. Ana trafodan haneye bir hat çekilir, şalterden prizlere elektrik cereyan eder. Bu trafo sistemini Efendimiz (s.a.v.), tarikat pîrî, postnişin, şeyh, vekil gibi hiyerarşik düzene tatbik etmek, benzetmek mümkündür” Ne güzel bir tanımlama!

Dahası var tabii. Hanımdan niçin şeyh olmazın açıklamaları var ayrıntılı bir şekilde… Merak edenler bir an evvel bu kitabı alsınlar efendim. Kitap Sufi Kitap’tan çıkmış. Künyeleyecek olursak kitabı: M. Fatih Çıtlak, Aşkın bir Noktası, İstanbul: Sufi Kitap, 2014. Ve bu kitap 280 sayfa… Yani dolu dolu enteresan bilgilerin de yer aldığı 280 sayfalık bir yolculuk yapacaksınız Aşk âlemine… Ve Aşkın bir noktasını siz de keşfedeceksiniz inşallah. Keşfedebilir miyiz acaba?

Fatma Toksoy yazdı