Kelime ve mefhum itibariyle Tanzimat’tan sonra hayatımıza giren ‘Edebiyat’ kavramının pek çok tarifi yapılmış olup en mücerret haliyle tarif edersek insanın his, düşünce ve yaşayışını ifade etme şekli olarak kabul edebiliriz. Tarihi serencamı boyunca birçok çeşit, kalıp ve biçimleriyle insanoğlunun işte bu kendini ifade etme ihtiyacına hizmet eden edebiyat, gerek şifahi olarak gerekse de yazının icadından itibaren yazılı olarak hemen hemen her toplum ve kavimde kendini gösterme imkânı bulmuştur. Şiir, roman, hikâye, destan, masal ve buna benzer pek çok dallara taksim edilen Edebiyat’ın en calibi dikkat, üzerinde sıhhati konusunda en fazla münakaşa yapılan fakat en çok kaleme alınan türlerinden biri de hatıradır. Batı’da ilk örneğini Ksephenon’un “Anabasis”, en meşhur örneklerini de J.J Rousseaou’nun “İtiraflar” ve Gide’nin de “Jurnaller” adlı eserleriyle gördüğümüz Hatıra türü, bizde Orhun Kitabelerini saymazsak umumi olarak tarih, seyahat, tezkire, menakıb kitaplarının içinde yer almış ve müstakil hatıra kitaplarına rastlamak için Tanzimat devrine kadar beklememiz gerekmiştir. Namık Kemal’in “Mağosa Mektupları”, Ziya Paşa’nın “Defteri Amal” gibi eserleri bizdeki müstakil hatıra kitaplarının ilk örnekleri sayılabilirler.

Her ne kadar ilk bakışta edebi türler arasında, kaleme alması en kolay, fazla bilgi, birikim, yeterlilik gerektirmeyen bir tür olarak kabul edilse de dil, üslup ve muhteva bakımından iyi kaleme alınmış bir hatıranın okuyucuya tesir ve faydasının çok fazla olacağı yadsınamaz bir hakikattir. Bununla birlikte örneğin bir roman yazarının yazmış olduğu hatıranın keyfiyet ve tesiratı sıradan bir insanın yazdığından daha fazla olacaktır

İşte böylesi bir roman yazarlarımızdan biri olan büyük edip Halit Ziya Uşaklıgil’in yazmış olduğu “Saray ve Ötesi” adlı hatıra kitabı ihtiva ettiği tarihi malumatlar, saray hayatı, ictimai tespitler ve şahıs tahlilleriyle okuyucuyu her manada tatmin etmeyi başarabilen güzel hatıra örneklerimizdendir. Halit Ziya’nın edebi kudretini, üslup ustalığını, talakat ve belagatini satırlara mahirane bir şekilde aksettirmesi kitabı okuyanlara büyük bir haz ve şevk verecektir.

Yukarda hatıra türünün, üzerinde epey münakaşa yapılan bir dal olduğunu yazmıştık bunun sebebi hatıra yazarlarının çoğu zaman indi mülahazalarını, şahsi muhabbet ve husumetlerini yazdıklarına aksettirmesidir dolayısıyla “Saray ve Ötesi” kitabının tüm bunlardan azade olduğunu iddia edemeyiz fakat çapraz hatıra okumalarıyla tahlil ve etüt ederek hakikate yakın olana ulaşabiliriz

Kitap, otuz üç senelik sükûn ve selamet devrini hürriyet, uhuvvet, müsaavat gulguleleriyle bitirip II. Meşrutiyeti ilan, sonra da II. Abdülhamid Hanı hal ile bütün kudreti uhdesine alan İttihat ve Terakki’nin Makam-ı Saltanata geçen Sultan Reşad’a Mabeyn Başkatibi olarak tensip ettiği Halid Ziya Beyin sarayda bulunduğu 4 sene boyunca müşahede ettiği, bizzat içinde bulunduğu hadiseleri veciz bir tarz ile anlatmaktadır. Bununla beraber yazarımızın, Sultan Reşad ve Osmanlı Hanedanına dair yapmış olduğu tespit ve tahliller kitabı başka bir cihetten güzelleştirmektedir. Şöyleki:

“En evvel hünkâr söze başladı, ‘Bir söyleyeceğiniz mi var?’ dedi. O zaman bunların arasından Gümülcineli İsmail saftan ayrılıp öne doğru bir adım attı ve: ‘Evet, bazı maruzatta bulunmak istiyoruz; fakat bunları söylemeden evvel başmabeynci ile başkâtibin dışarı çıkmalarına müsaade ediniz!’

Heyet azası hep birbirine bakıştılar, hatip olarak intihap ettikleri bu adamın değil hünkâra karşı, alelade bir şahsiyete karşı bile söylenmesi pek ziyade edebe mugayir olan bu sözlerini tayip eden bir manayla birbirine baktıktan sonra yüzlerini ona çevirdiler. Herhalde anlamışlardı ki hitap pek fena intihap edilmiş ve mülakat pek nahoş başlamıştı...

Bütün ecdadı ve büyük biraderi gibi kaim sesli olan ve kızınca sesinin kalınlığına bir fazlalık gelen hünkâr derhal mukabele etti: ‘Onlar benim adamlarımdır ve daima yanımda bulunurlar. Tamamıyla mahremdirler, onlardan hiçbir işim yoktur ki saklamak lazım olsun.’ Bununla bitmedi, söyledikçe hiddeti daha ziyade kabaran hünkâr, bu gevşek ve lapa zannolunan ihtiyar birden son bir feveranla, sanki damarlarında Yıldırım Bayezid’in, Yavuz Sultan Selim’in ateşten kanları tutuşarak ilerledi, ta Gümülcinelinin önüne kadar gitti, onu yakasından tuttu, ‘Benimle, mutlaka yalnız konuşmak istiyorsan (birinci defa olarak yabancı bir muhataba müfret sigasıyla söyleyerek) gel içeri gidelim.’ dedi.

Küçük odayı göstererek... Ben korktum. Onu böyle ilerliyor ve berikinin yanına gidiyor görünce ‘Eyvah!’ dedim, ‘Tokatlayacak mı, gırtlağına mı sarılacak? Ne fena bir iş!’ İsmail kekeledi. Ne dedi bilmiyorum, galiba Sabri Hoca da af dileyerek bir şeyler söyledi.”

Batının “Muhteşem” diye tabir ettiği Kanuni devrinde herhangi biri hatıra yazacak olsa birçok iftihar noktaları bularak Devlet-i Aliyye’nin şan, şeref, kudret ve azametiyle kitabını lebabep doldurabilirdi ama gel gör ki Osmanlı’nın can çekişme devrine girdiği, kaht-ı ricalin had safhada olduğu, hamiyet ve vatanperver devlet ricalinin neredeyse la yüced bulunduğu, politikacıların ihtiraslarının kurbanı olduğu, Batı’ya köle olmaya namzet birçok insanın makamları işgal ettiği en mühimi de liyakat sahibi olanların işbaşına gelemediği buhranlı zamanlarda hatıra yazmak okuyucuyu dilhun etmekten başka bir sonuca müncer olmayacaktı nitekim bu Hatırat da daha çok menfi ve üzücü hadiseleri ihtiva etmektedir. Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatinde vuku bulan şu trajikomik hadise buna misaldir:

“Sadrazam, Hünkâr namına buradan güzel bir nutuk irat etti. Fakat onun güzel sözlerini anlayacak kim vardı? Suret-i mahsusada nutkun Arnavutça tercümesini yapmak için maiyeti şahanede getirilmiş olan Ayan’dan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi bu vazifeyi ifa etmek üzere kürsüde sadrazamın yanında bulunuyordu. Bütün Arnavutlar padişah namına sadrazamın neler söylediğini anlamak için kendi ırklarından olan bu zatın kendi lisanlarıyla ağzından çıkacak sözlere sabırsızlıkla muntazırken işte bu dakikada beklenmeyen bir hadise oldu. Meğer İsmail Hakkı Efendi hiç Arnavutça bilmezmiş…”

Kitap, yukardaki pasaj gibi pek çok yerde devletin içine düştüğü zaaf hali ve kifayetsizlikleri, mali müzayaka ve halkın mahrumiyet hallerine rağmen bir türlü vazgeçilmeyen debdebe ve şatafatı, özellikle de resmi alay ve merasimlerin tüm görkemine rağmen bir arka sokakta fakir, zelil bir hayatın soğuk nefesini yüzünüze üfürecektir.

Yazarın, kitap boyunca en çok tenkit ettiği hususlardan biri de halkın fakrına rağmen sarayın israf ve şaşasıdır ama şu kadar var ki aynı hassasiyeti ne hikmetse Cumhuriyet devrinde; aralarında iki kilometre bile mesafe bulunmayan Samanpazarı Mahallesi ve Ankara Palace arasındaki mali uçurum, yaşayış ve dengesizlik hakkında, rejim yanlısı yazar Yakup Kadri’nin “Panorama” adlı kitabındaki kadar dahi tenkit edebilmiş değildir. Fakat bu bahsi diğer olup burada yazarın ahlaki tutumundan çok eseri üzerinde durmayı yeğleyerek sadece tutarsızlık ve adil olmama illetinin münevverlerimize son senelerde arız olan bir maraz olmadığını, öteden beri bununla malul olduklarını ifade için bu tespiti yapma ihtiyacı hasıl olmuştur.

Velhasılı kelam daha çok hüzün ve gözyaşı ile dolu olan son çeyrek asrın bir kısmını Halid Ziya’nın kaleminden saray, hükümet ve padişah cihet ve perspektifinden okumak; yakın tarihi bir nebze anlayabilme yolunda mühim bir vazife ifa edecektir.