Dinin ve ahlâkın ne olduğu, kaynağı, ikisi arasındaki ilişki ve farklılıklar düşünce tarihi boyunca üzerinde sürekli kafa yorulan konulardandır. İlkel kabilelerden modern toplumlara kadar insanların sıkı bir şekilde din ve ahlâkla etkileşim halinde olduğunu söyleyebiliriz. Dinin ve ahlâkın bu denli yoğun ilişkisi, filozofların ve teologların zihnini sürekli meşgul etmiş, bunun sonucunda bu iki konuya dair birçok görüş ortaya konmuştur. “Din ahlâka temel olabilir mi, ahlâk olmadan dinler var olabilir mi, evrensel ahlâk var mıdır?” gibi sorular, hem felsefenin hem teolojinin en önemli argümanları arasındadır. Bu sorulara, insanın zihin tarihinin başlangıcından günümüze kadar sürekli cevaplar aranmış, böylece birçok ekol ve akım meydana gelmiştir.
Tanrı’nın, varlığın, doğanın, insanın mahiyetini araştıran ve insanın günlük yaşantısına etki eden teorik ve pratik konularla yakından ilgilenen filozoflar, zihnî faaliyetlerinin birçok bölümünü ahlâk üzerine kafa yorarak geçirmişlerdir. Bu serüveni, ahlâka dair tavrını bedel ödeyerek ortaya koyan Sokrates’le başlatabiliriz. Sokrates, felsefesinin merkezine erdemi koyar. Öğrencisi Platon ve Aristotales, bireysel ve toplumsal anlamda ahlâkiliğin ne olduğunu sorgulayarak ahlâk felsefesine giriş yaparlar. Antik felsefede yer alan ve daha sonradan hazcılık ve faydacılık gibi modern felsefî düşüncelerin oluşumuna etki eden Sofistler ve Kyrene Okulu ile Demokritos, Epikürös gibi filozoflar da aslında birer ahlâk görüşü dile getirmişlerdir.
Klasik felsefeden modern düşünceye geçişin öncüsü Descartes ise, felsefeyi bir ağaç metaforuyla açıklar. Bu ağacın köklerini metafizik, gövdesini fizik oluşturur. Bu gövdenin dallarında ise hekimlik, teknik ve ahlâk vardır. Diğer ilimler bu üç unsurdan ibarettir. Böylece Descartes için nihai noktada ahlâk vardır. Descartes için ahlâk, diğer ilimlerin tam bilgisidir ve bilgeliğin en son basamağını teşkil eder. Nasıl ki bir ağacın meyvesi köklerinden veya gövdesinden değil de dallarından toplanıyorsa, felsefenin de faydası ahlâktan elde edilir. Descartes’tan sonraki dönemlerde de Hobbes, Spinoza, Locke, Nietzsche, Bergson gibi filozoflar modern ahlâk felsefesinin öncüleri olmuşlardır.
Filozoflar tarafından ahlâkın mahiyeti, değerleri, ilkeleri ortaya konurken bu tartışmalarda ortaya çıkan en önemli problem, ahlâkın kaynağı meselesidir. Bu mesele içerisinde ise en çok dikkati çeken husus, dinin ahlâka kaynaklık edip etmeyeceğidir. Dinin ahlâkla ilişkisi noktasında yukarıda da ifade ettiğimiz üzere birçok görüş ortaya konmuştur. Kimi düşünürler dinin ahlâk için vazgeçilmez bir unsur olduğunu söylerken, kimi düşünürler ise ahlâkın dine ihtiyacı olmadığını söyleyerek ahlâkı tek başına bir olgu şeklinde ele alırlar. Modernite, pozitivizm ve sekülerizmle birlikte bu tartışmalar daha da alevlenmiştir. Biz de bu metnimizde, Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinden hareketle dinin ve ahlâkın mahiyetini, birbirleriyle olan ilişkisini, “Tanrısız ahlâk”ın imkânını ifade etmeye çalışacağız.
Din ve ahlâk ilişkisi
İnsanları mutlu elde etmek gayesi üzerine sistemini kuran ahlâk genel olarak, düşünce, gelenek, inanç töre ve yasalara göre belirlenen ve insanlar tarafından benimsenen bir yaşam biçimidir. Başka bir anlamda ise, insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen, insanlara yap veya yapma şeklinde davranış tarzları ortaya koyan ve nihai anlamda bireyin ve toplumun mutluluğunu amaç edinen kurallar bütünüdür. Bu amacı dolayısıyla insanlara en iyi, en doğru, en faydalı yaşam biçimini sunmaya çalışır. Bireysel ve toplumsal ilişkilerde kişileri güdüler, insanın içindeki potansiyele motivasyon kaynağı sağlar ve mutlak iyi olduğu düşünülen toplumsal bir olgudur.
Ahlâk toplumdan topluma, milletten millete farklılık gösterir. Kültür, etnik yapı, millî karakter, din ve dünya tasavvuru gibi etkenler ahlâkın her millet tarafından farklı bir şekilde ortaya konmasına neden olur. Ahlâk, insanı kendi özüne ve çevresine uyumlu bir hale getirmeye çalışır. Böylece bireyin ve toplumun mutluluğu sağlanmış olur. Ahlâkın temel amacının mutluluk olduğu noktasında karşıt görüşler bulunsa da, bu görüş genel olarak büyük ahlâkçılar tarafından benimsenmiştir. Sokrates, Platon, Aristotales, Razi, Farabi, İbn Miskeveyh, Gazzali, Yusuf Sinan Paşa, Kınalızade gibi birçok filozof ve düşünür bu görüşü dile getirmiştir.
Din ise genel anlamda Tanrı’ya, kutsala, fizikötesi varlıklara inanmayı ve bu inanç doğrultusunda hareket etmeyi insanlara sunan toplumsal bir müessesedir. Din de yine ahlâk gibi insanlara iyi olmayı salık veren ve ilahi olduğu düşünülen öğretilerdir. İnsanın dünyada ve ahirette mutlu olmasını isteyen, iyinin ve kötünün ne olduğunu açıklayan, iyiye ve kötüye ulaşmada yol gösterici olan bir sistemdir. Ahlâk da din ile paralel bir şekilde davranışları iyi ve kötü olarak nitelendirir, bireysel ve toplumsal ilişkileri düzenler, din gibi bireyin ve toplumun mutlu olmasını amaçlar. Yani din ve ahlâk, amaç birliği içerisindedir. Din ve ahlâk, insan yaşamına dair birtakım kurallar ve davranış tarzları ortaya koyar. Diyebiliriz ki bu iki olgu, “yaşama ve mutlu olma sanatıdır.”(1)
Din ve ahlâk ilişkisini İslam dini özelinde tartışacak olursak, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in din ile ahlâkı bir tuttuğu görülmektedir. Din, Müslümanlar için inançlar bütünü ve bu inanca dayalı davranışlardır. Kur’an’ın müminleri “iman edip salih amel işleyenler”(2) şeklinde tanıtan birçok ayeti ve Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”(3) hadisi, konumuz açısından önemli bir noktayı teşkil etmektedir. Yine yol metaforundan hareketle, yol kelimesi ahlâkla ilişkilendirilmiştir. Yola girmek ve yoldan çıkmak terimleri, iyi ve kötü ahlâkı tanımlamak için kullanılır. Dinî kuralları içeren şeriat kelimesinin de yol anlamını içerdiğini düşünürsek, din ve ahlâk arasındaki bağlantıyı etimolojik düzlemde de ifade edebiliriz.
İslam, dini ve ahlâkı aynileştirmiştir. İslam varlığı bir bütün olarak ele aldığı için kapsayıcı bir konumdadır ve bundan dolayı din ve ahlâk birbirinden ayrılmaz. İsmail Raci Faruki’ye göre ahlâk, din üzerine inşa edilmiştir. İnsan, homo religiosus, yani dinsel bir varlıktır. Dolayısıyla insanın yaşantısını bu anlayış doğrultusunda ele almak gerekmektedir.(4) Tillich de bu noktada dinin ve ahlâkın birbirinden ayrı olamayacağını, bu iki olgunun kültürle birlikte insan ruhunun temelini oluşturduğunu ifade eder. (5) Görüldüğü gibi din ve ahlâk arasında doğal ve zorunlu bir ilişki söz konusudur. Hem dinin hem ahlâkın özellikle insan için mutluluğu öncelemesi, iki olguyu birbirine yaklaştıran en önemli, en geçerli unsurdur.
Tanrısız ahlâk mümkün mü?
Aydınlanma ve modernite sonrası Tanrı, varlık ve insana dair birçok kalıbın kırıldığını ve bunlara yeni anlamlar yüklendiğini görmekteyiz. 18. yüzyıl sonrası etkisini artırarak devam eden sanayi ve teknoloji, 19. yüzyıl sonrası güçlü bir konuma yükselen pozitivizm ve maddecilik modern insanı her yönden kuşattı. Bu süreçle birlikte insanın gündelik hayatı, Tanrı ve tabiatla olan irtibatı, geleneğe ve kutsala olan bakış açısı birçok kırılmalara uğradı. İnsan bir teknik geliştirdi ve bu teknikle Allah’ın yarattığı şartlara meydan okudu. (6) Bunun sonucunda da dinin ve ahlâkın mahiyeti değişti. Özellikle Kant’ın Orta Çağ düşüncesini felsefeden atmasını takiben, mutlak bir hümanizmi hayata geçirmesiyle (7) din ve ahlâk alanında insanın aktif ve birincil rol oynadığı, Tanrı’nın ve tabiatın ikinci plana atıldığı görüşler ortaya kondu.
İnsan modern dönemde kendi kendini yapmaya başladı. Bunu başarmanın yolunu da, kendisini ve dünyasını inşa ederken kutsallığı reddetmekte buldu. (8) Bu düşüncenin temelinde, Comte’a göre dinin bir işlevinin kalmadığı ve Weber’e göre de dinin bilinç ve duygu noktasında geçerliliğini yitirdiği düşüncesi bulunmaktadır. Thomas Luckman’in öncülüğünde dinin bireyselleştiğini; siyasal, ekonomik ve sosyal alanlarda yeni kurulan yapıların kurulmasında ve modern dönemdeki yerlerinin tayin edilmesinde dinin yol gösterici vasfını yitirdiği kabul edilerek yeni bir dinsellik ve yaşam tarzı ortaya çıktı. Robert Bellah ise sekülerleşme tezini savunarak, dinin bireyselleşme sürecine en önemli etki eden düşünürlerden oldu.
Ahlâkın bireyselleştirilmesi ve din’den arındırılması, birçok problemi beraberinde getirmektedir. Bu problemi, son dönem İslâm düşünürlerinden ve bir Avrupa ülkesi olan Bosna-Hersek’in siyasi lideri Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinden hareketle incelemeye çalışacağız. Öncelikli olarak Aliya, ahlâkı dinin öbür hâli olarak kabul eder. (9) Ona göre insanlık, yirmi bin sene aralıksız dinin tesiri altında yaşamıştır ve dolayısıyla din; ahlâk, kanunlar, anlayış ve hatta lisan dahil olmak üzere, hayatın bütün tezahürlerine girmiş bulunmaktadır. (10) Bundan dolayı ahlâkın dinden bağımsız bir olgu olarak kabul edilmesini doğru bulmaz.
Ahlâk sadece bireye indirgenir ve dinden soyutlanırsa, bireyin iyi veya kötü davranış sırasında yeterli motivasyona sahip olup olamayacağı sorunu ortaya çıkar. Bu noktayı Aliya’nın kendi ifadeleriyle açıklayacak olursak: “Din olmadan, prensip ve fikir olarak ahlâk olamaz; tatbikatta ise, ‘ahlaklılık’ mümkündür. Sırf yararcı, egoist, gayrı ahlâkî veya ahlâkdışı taleplerin hücumu karşısında ateizm tamamen güçsüzdür. Böyle isteklere ancak kuvvetle karşı koyabilir, fikirle değil. Öldürücü kuvvete sahip bir mantığa karşı ne yapılabilir? Eğer sadece bugün yaşıyorsam ve yarın ölüp de unutulmuş olacaksam ve imkân da varsa, niye kendi istediğim gibi ve mükellefiyetsiz yaşamayayım? Pornografi, ‘yeni ahlâk’ denilen cinsî hürriyet veya cinsî mesuliyetsizlik dalgası, sosyalist ülkelerin sınırlarında zorla, sansürle, yani sunî olarak durdurulmaktadır. Herhangi bir ahlâk düzeni bu dalgaya karşı koymuyor.”(11)
Aliya’ya göre ahlâklı olmak, Tanrı tarafından da talep edilir. Bundan dolayı tarih boyunca ortaya çıkan bütün dinler, dinî hareketler, kutsal metinler vs. hepsi ahlâklı olmayı savunur. (12) Dinin yanında geleneksel düşüncenin de ahlâktan ayrı tutulmasıyla, Aliya, dinden ve geleneksel düşünceden uzak yetişen neslin herhangi bir sanat eseri görmek, herhangi bir senfoni dinlemek, Sofokles’ten başlayarak Beckett’e kadar herhangi bir dram seyretmek imkânından mahrum bırakılacağını; insanlığın şimdiye kadar meydana getirdiği, mimari yapıları ve edebi eserleri bu nesilden uzak tutmak gerekeceğini; kültürün meyveleri veya ifadesi olarak vasıflandırılan hemen hemen her şey hakkında tam bir bilgisizlik içinde olunacağını (13) ve halkın hikmetinin, kanunlarının, sanatının, edebiyatının ve sairesinin ihtiva ettiği kültür ananesi sessiz ve göze batmaz bir din vasıtasıyla şualar neşretmeye devam ettiği müddetçe, tutarlı bir ateist sisteminin gerçekleştirilemeyeceğini söyler. (14)
Görüldüğü gibi Aliya, ahlâkın dinden ayrı olamayacağını savunur ve ahlâkın bireyselliştirmesini reddeder. Bununla birlikte bu noktada bir hususa dikkat çekmeye çalışır. Aliya için herhangi bir ahlâk sistemi dinden ayrı tutulamaz. Ateist birisi ahlâklı olabilir, fakat ahlâklı bir ateizm mümkün değildir. Çünkü, “Din dışı, insan eliyle oluşturulmuş ahlâk ilkeleri, kitabi dinlerin sahip olduğu ahlâkı ahiret inancıyla destekleme imkânından yoksun oldukları için, ilkeyi koyanla söz konusu ilkeye uyması beklenen kişi aynı olunca ahlâk kurallarının ve ihlali durumunda uygulanacak müeyyidelerin geçersiz olması söz konusudur. Oysa genel bir değerlendirmeyle İslam’da olduğu gibi iyiliği farzla, kötülüğü de haramla birlikte düşünmek, ahlâki ilkeyi hem kaynağı bakımından hem uyulmadığı durumda karşılaşılacak ceza bakımından güçlendirmek demektir.”(15) Yani din, “ahlaki ilkelerin yaşama yansıtılması için önemli bir yönlendirici ve motivasyon kaynağı olacaktır. Seküler ahlak ise imkândan yoksundur.” (16)
Din ve ahlak birbirini tamamlar
Diyebiliriz ki, dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte ahlâk sistemi de ortaya çıkmıştır. Bütün dinlerin ortak amacı, insanları iyiye ve doğruya yönlendirmektir. Bu yönlendirmeyi ise bir sistem dahilinde insanlara iletir. Ahlâkın da bu amaca ortak olduğu söylenebilir. O da din gibi insanları iyiye ve doğru yönlendirirken belirli kurallar çerçevesinde bunu gerçekleştirmeye çalışır. Modernite sonrası değişen din ve ahlâk tasavvurlarını bu noktada sağlıklı ve tutarlı bulmuyoruz. Çünkü dinlerin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Buradan hareketle dinin, ahlâka etkisinin olmadığını söylemek art niyetli olmasa bile eksik ve tarihi gerçekliklere aykırı bir görüştür.
Aydınlanma ve sonraki dönemde ortaya konan bireysel ve dinden ayrı tutulan ahlâk anlayışının, insanlık için zararlı olduğunu Durkheim’ın şu ifadeleriyle daha net açıklayabiliriz: "İnsan, kendinin üzerinde, ait olduğu herhangi bir şey görmediği takdirde kendini aşan amaçlara bağlanamaz ve bir kurala uyamaz. Onu her türlü toplumsal baskıdan kurtarmak, kendi başına bırakmak, iç-gücünü yıkmak demektir.”(17) Sonuç olarak, din ve ahlâk birbirlerini tamamlayan iki unsurdur. İkisini birbirinden ayırmak, insanın sahip olduğu potansiyelin ortaya çıkarılması noktasında sıkıntılar doğuracaktır. Dinin oto-kontrol vasfı ile ahlâkın iyiye ve doğruya yönelmedeki etkinliği, insanın erdemli olanı daha sağlıklı bir şekilde elde etmesine yardımcı olacaktır.
Notlar
1. İ. Hakkı Aydın, Seküler Ahlak Bağlamında Din-Ahlâk İlişkisi, Atatürk ÜİF Dergisi, Sayı: 35, Erzurum, 2011
2. Bakara Suresi, 25. Ayet; Nisa Suresi, 57. Ayet; Yunus Suresi, 9. Ayet; Hac Suresi, 14. Ayet vd.
3. Muvatta, Hüsnu’l-Hulk, 8.
4. İ. Raci Faruki, Tevhid, İnsan Yay., İst. 2006
5. Paul Tillich, Ahlak ve Ötesi, çev. Aliye Çınar, Elis Yay., Ank. 2006
6. Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak, Timaş Yay., İst. 2016
7. Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yay., İst. 2018
8. Din ve Fenomenoloji, ed. Constantin Tacou, çev. Havva Köser, İz Yay., İst. 2000
9. Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, Yarın Yay., İst. 2011
10. İzzetbegoviç, s. 193
11. İzzetbegoviç, s. 199
12. Ahmet Sarı, Aliya İzzetbegoviç’in “İhlas Ahlakı”yla İmmanuel Kant’ın “Ödev Ahlakı” Üzerine, Hece Dergisi, Sayı: 229, Ankara, 2016
13. İzzetbegoviç, s. 193
14. İzzetbegoviç, s. 193
15. Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İst. 1991
16. Aydın, s. 17
17. Durkheim Emile, İntihar-Toplumbilimsel İnceleme, TTK Basımevi, Ank. 1986
Emeğinize sağlık.