Yıl 1978: Milli Gençlik Dergisi Sordu, Ali İhsan Yurd Cevapladı

Ali İhsan Yurd, uzun süre Sönmez Neşriyat'ın idaresinde bulunsa da, kendi dilinden ve kaleminden pek fazla eser göremediğimiz bir isim. İLEM'in hizmete açtığı İslamcı Dergiler Projesi (İDP) sitesi vasıtasıyla kendisinin 1978 yılında Milli Gençlik dergisine verdiği bir mülakata rastladık. M. Murtaza Özeren, Ali İhsan Yurd ile yapılmış nadir röportajlardan bir tanesi olması sebebiyle, önemine binaen bu röportajı alıntılıyor.

Yıl 1978: Milli Gençlik Dergisi Sordu, Ali İhsan Yurd Cevapladı

Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler kitabında kendisini anlatmamış olsaydı, muhtemelen hakkında derli toplu hiçbir bilgimizin olamayacağı isimlerden biriydi Ali İhsan Yurd. Fakat Gürlek'in anlatımı ve bunu destekleyen, Enderun'a iştirak etmiş herkesin hakkında hayranlıkla konuştuğu Ali İhsan Yurd, uzun süre Sönmez Neşriyat'ın idaresinde bulunsa da, kendi dilinden ve kaleminden pek fazla eser göremediğimiz bir isim. İLEM'in hizmete açtığı İslamcı Dergiler Projesi (İDP) sitesi vasıtasıyla kendisinin 1978 yılında Milli Gençlik dergisine verdiği bir mülakata rastladık. Ali İhsan Yurd ile yapılmış nadir röportajlardan bir tanesi olması sebebiyle, önemine binaen bu röportajı alıntılıyoruz. 

Ali İhsan Yurd ile Bir Röportaj – Milli Gençlik, Mayıs 1978

Muhterem A. İhsan Yurd’a hal tercümesinin nasıl olduğunu sorduğumuz zaman bize kısaca şunları söyledi kendisi için:

1928 yılında İzmir’in Ödemiş ilçesinin Adagüme köyünde doğdum. Tahsil çağıma geldikten sonra ilkokulu köyümde, ortaokulu da Ödemiş’te okudum. Malî durumumuzun yetersizliği ve o zaman Türkiye’de tahsil için diğer kaynaklardan istifademizin azlığı yüzünden tahsilime devam edemedim. 1942-46 yılları arasında kendi çevremdeki din adamlarından istifade ile kendi kendimi yetiştirmeğe çalıştım.

1948-50 arasında askerlik dolayısıyla Ankara’da bulundum. 50-55 arası köyümde merhum hocam Hasan Bilgin’den, Ödemiş’te hocam merhum Ali Efendi’den Arapça ve İslâmî ilimler okudum. Keza İzmir Kestane Pazarı Kur’an’ı Kerim Koruma Derneği’nde yurt müdürlüğü vazifesi ile birlikte kıymetli âlim ve kurra-i kâmilinden Hacı Salih Tanrıbuyruğu hocamdan okudum. Zaten yetiştiğim aile ocağında babam usulüyle medrese tahsili yapmış bir hoca idi, fakat resmî vazife kabul etmemişti (aile olarak böyle bir prensibimiz olduğundan hiçbirimiz resmi vazifeye talip ve razı olmamışız). O bakımdan dinî terbiyem aile ocağında başlamıştır. Ayrıca 1950’den beri merhum Bediüzzaman Said Nursi’nin asarını okudum ve okuttum.

1955 senesinde İstanbul’a geldim. 1956 senesine kadar İslâmî ilimler okutan zevattan okudum ve ticaretle iştigal ettim. 1965 tarihinden itibaren de Sönmez A.Ş.’nin Neşriyat Müdürlüğünü ve vekaleten Umum Müdürlüğünü yapmaktayım.

Eserlerim “Akşemseddin” ile “Kemaleddin Mustafa el-Bekrî”den ibarettir.

Efendim, tasavvufun doğuşuyla ilgili olarak birbirinden farklı görüşler ileri sürülmekte. Şöyle ki; İslâmiyet’in yayılmasıyla topraklar genişledi, bu topraklarla birlikte İslâm’ın nüfuzu altına birçok milletler ve medeniyetler girmiş oldu. İslâmiyet’in hâkim olduğu bu yerlerde zamanla insanlar arasında fikir ve içtihat ayrılıkları ortaya çıkmağa başladı. Zaman olarak hicretin beşinci asrından itibaren, böylece tasavvuf bir sistem haline geldi. Diğer bir görüşe göre ise: “Hayır! Tasavvuf, Asr-ı Saadet’te mevcuttur. Tasavvufun hayata tatbik halini ‘ehl-i suffa’da görebiliriz” denilebiliyor. Bizi bu hususta aydınlatır mısınız?

Tasavvufun kelime, lügat, ıstılah ve çeşitli manalarını o işin ilmini yapmakla meşgul olan mektep ve emsali müesseselerin müntesipleri kitaplarına yazmışlardır. Onları izaha girişmeden kısaca diyorum ki: Tasavvuf dinin emirlerini kendi şahsında yaşamak, yaşarken yanlış işler yapmadığını kontrol etmek için kurulmuş bir ilimdir. Bu mesele değerlendirilirken, muhtelif yönlerden bakılmak gerekir. İnsanlarda din hayatı bugün müntesibi olmakla öğündüğümüz İslâm’la başlamıyor. Gerçi Kur’an’ın bildirdiğine göre Adem (a.s.)’dan beri gelen (sayısını Allah’ın bildiği) peygamberlerin hepsi beşere din talim etmişlerdir. O bakımdan İslâm’dan önceki dinlerin müntesipleri de kendi dinlerine göre dinin emirlerini yapıp yapmadıklarını kontrol için birer müessese, usul, âdab, erkân kurmuşlardır. Onlardan İslâmiyet’in tebliğine kadar, İslâm topraklarına ulaşanlarını peygamberimiz ya görmüş ya duymuş veya etrafındaki sahabe duymuşlar ve kendisine arz etmişlerdir. Hatta bazı hususlarda Peygamberimize sorulan suallerin içinde tasavvufun mühim meseleleri de vardır. Bu meseleler Peygamberimize sorulmuş, O da bilindiği gibi vahiy olmadan kesin konuşmazlar, Rabbine mütevcelen vahye muntazır olur, beklerdi. Vahiy geldiğinde vahiy peygamber tarafından ümmetine Kur’an ise Kur’an olarak, değilse hadis-i kudsi olarak şerhedilir. Mesela, huzurunda bir iş yapıldığı zaman o iş kötü ise nehyeder, iyi ise emreder, bazen de sükûtla karşılardı ki böyle sükutla varid olan sünnete ‘takrirî sünnet’ adını veriyoruz. Huzurda işlenmiş olan bir fiili ve bir hareketi sükûtla karşılamakla onu kabul etmiş oluyor. 

İslâm dininden sonra, Kur’an-ı Kerim’in neshetmemiş olduğu evvelki dinlerin bazı sahih hüküm ve fiilleri aynen geçerlidir. Bunlardan bir kısmı vardır ki sakal bırakmak, misvak kullanmak, koltuk altını tıraş etmek gibi. Bunlara sünnet’ül fıtra adı verilmiştir. Buna benzer şeyler İslâm’dan önceki dinlerden bize geçse dahi bunlar, geçmiş peygamberlerin şeriatından tahrife uğramamış olarak kalabilen şeyler olduklarından hükümlerin dışında sayılmaz, aynen geçerlidir. Bu hareketleri önceki dinlerin (Hıristiyanlık, Musevilik ki tahrif edilmemişlerini kastediyoruz) peygamberleri onlara emretmişler, fakat o peygamberlerin ümmetleri zamanla bozulmuş ve çoğu hükümlerini tahrif etmişlerdi. Fakat aslını bilmek, Peygamberimiz ve Ashabı için zor değildir. Bazı hususlarda Hıristiyanlar gibi mi hareket edelim, Yahudiler gibi mi hareket edelim, denmiş. Bu hususta, “Ne Yahudilere ne de Hıristiyanlara benzemeyeniz” buyrulmuştur. Bazı hususlarda da o zaman ehl-i kitap sayılan Yahudi, Hıristiyan ve Sabiilerle muamelede bulunmuşlardır. Onların dışında Mecusîler, putperestler ve müşrikler de vardı. Onlara itibar etmiyor ve etmeyi de kesinlikle reddediyor. Buna nazaran bazı sünnetler bozulmamıştır ki işte bunlar tercih edilir. Nitekim dinimizce de Hıristiyanların ve Yahudilerin kestikleri et yenir. Eğer onların kestikleri haram olsaydı, bizim onların kestiği eti yemememiz gerekirdi. Bu bakımdan bazı konulardaki eski dinlerin hükümleri önceden Allah ve Peygamberi tarafından (Hz. Musa İsa, Hz. Musa) ümmetlerine bildirilmiş, onların zaman içinde gelen ahfadı tarafından ise tahrif edilmişlerdir. İyisini, kötüsünü, yanlışını, doğrusunu birbirine karıştırmışlardır. Bunlardan doğru olanını, İslâmiyet’in koyduğu hükümleri bozmayan bazılarını almışlardır ki İslâm uleması bunu yapmışlardır. Tasavvufun doğuşunda bunları göz önüne getirmek gerekir.

Bir işin gayesi başka, vasıtası başkadır. Mesela, Kur’an-ı Kerim ‘Kitabullah’ olduğu halde, Kur’an-ı Kerim’in yazıldığı yazı Peygamber tarafından icat olunmamıştır. O yazıyı başkaları icad etmiştir. Yani yazı vasıta, kitabın manası hakikattir. O dillerin bize geçen bazı tabir ve fürüat kabilinden istifade edilen şeyler hakkında “Tasavvufta Hint, Yunan, Mısır tesiri var” diyenler, oradaki inceliğe dikkat etmemektedir. Bazı usullerin bu yabancı felsefelerden alınıp tasavvufa aktırıldığı iddiası doğru değildir. Alınan ufak tefek şeyler de usule değil fürua ait noktalar olabilir. Usul yine Peygamberimizin gösterdiği şekildedir. Kur’an’ın gösterdiği şekildedir. Ancak (zamanla) İslâm dininin gelişip İran’a, oradan Türkistan’a geçmesiyle orada eski inançlarından kalma (şüphesiz Kur’an’ın İbrahim suresinde) dördüncü ayetin hükmü iktizası onlara Hak Peygamber gelmiş ve dini, hakkı tebliğ etmiştir, bazı önemsiz meseleler İslâm potasında eritilerek tatbikata girmiştir, denilebilir. Girenler birer fer’i şeydir, vasıtadır ve İslâm’ın gayesine tesir etmediğine göre hükmü de bellidir. Dinde ve amellerde asıl olan gayedir, vasıta değil. Eğer iddiacıların dediği gibi İslâm dinine tesir ediyorsa onlar İslâm adıyla Müslüman kılığıyla içimize girmiş olan şerlerdir, şerlilerdir. Onlar tasavvuftan sayılmıyor, onları İslâmî eserler de ‘gulat’ diye sayıyor. Dinin dışında saydığımızdan dolayı onlara gulat deniyor ve onlara Müslümanlar itibar etmemişlerdir ve etmiyorlar da.

Tasavvufun aslı Asr-ı Saadet’te de mevcuttu ve bu şununla da sabittir: İmam Nevevî’nin el-Ezkar adlı eserini okuyanlar bunun bütün delillerinin hayatın her hal ve hareketinin nasıl evrad ü ezkarla cereyan etmesi gerektiğini bizzat hadislerden öğrenmiş olurlar. Yalnız ıstılahta talim ve taallümde değişiklik vardır. Bu da zamanın ilcaatıdır.

Sonra Ashab-ı Kiram’dan Umran b. Husain diyor ki: “Benim evim çölün ortasında ve gece Kur’an-ı Kerim okuyorum. Bir gece sure-i Bakara ve Al-i İmran’ı oluyordum. Atımın kişneyerek eşindiğini gördüm. Hemen sustum. At da durdu. Sonra tekrar başladım, o da başladı. Sonra gökten beyaz bir şeyin indiğini gördüm. Sabahleyin Peygambere gelerek durumu anlattığımda, ‘Oku, oku, gökten yağan rahmetle evin nur doldu’ dedi.” Unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın tamamını okumak her zaman herkes için mümkün değildir. Tamamından bir cüzü de yani sureler ve ayetler de bu sevaba ermek için okunulur. Onların okunmalarına dair verilen rakamların (3 gibi, 33 gibi) diğer dinlerden alındığı görüşü tamamen yanlıştır. Şöyle ki teşbih adetleri Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilmiştir. Bunların bazıları Peygamber Efendimiz tarafından, bazıları ise ashabı tarafından belirtilmiştir. Burada bir hikmet aramak gerekir. Mesela Peygamber Efendimiz değişik zamanlara göre Yasin suresinin, bazen de İnşirah suresinin okunmasını emretmiştir. Bu yüzden bazı mürşitlerin değişik esma verişinin nedeni budur. Yine unutulmamalıdır ki: her insanın bünyesi aynı değildir. İnsanlar değişik bünyelerdedir. Bundan dolayıdır ki, her mürşit değişik şekillerde esma vermişlerdir. Kalplerin tabipliği (doktorluğu) Peygamber Efendimize verilmiştir. Kalp ve ruh tabipliğinin nasıl olduğu ve icra edildiği sorusunu büyük imamlar ve tasavvuf ehilleri düşünmüşler, araştırmışlar, kalp tedavisinin tesirli olması için belli sayılar bulmuşlardır. Ashab-ı Suffa’dan bunu bilenler, yapanlar vardır: Hatta Ebu Hureyre’ye (r.a.) bir haberde nispet olunduğuna göre, “Resulullah bize 3 ilim talim etti. Birini size söylüyorum, ikisini söylemiyorum.” Bunu aynen İbn Abbas da söylemiştir. Sayının, şeklin tayininde birçok hususlar Resulullah’a aittir. Ondan sonra gelenler bunu takip etmişlerdir. Tasavvufun aslı İslâm’dadır. Dışarıdan girmiş vasıtalar bizatihi meselenin aslına tesir etmez.

Tarikatların kuruluşları ve yayılışları daha çok Türklerin meskûn bulundukları yerlerde vuku bulmuştur. Bunun tarihi ve içtimai sebepleri ne olabilir?

İslâm tarihinin başlangıcında Peygamber (s.a.v.) ve getirdiği Kitabullah (Kur’an) ile onu kabul edenlerin dili aynı idi. Yani Kur’an da Arapça, kabul edenlerin dili de Arapça idi. Bu bakımdan o zaman onların Kur’an lisanı olan Arap diline ait yazılı bir gramer ve onu öğreten okulları yoktu. Fakat hem ana dilleri Arapça idi, hem de her hususta sorularına cevap verecek Resulullah (s.a.v.) aralarında idi. Herhangi bir hususu anlamakta zorluk çıkarsa ona başvurup cevap alıyorlardı. Hem o zaman ancak dilin mümessilliğini şiirlerinde göstermek için yapılan yarışmaların yeri olan iki panayır ile meşhur “Muallaka-i Seb’a” Arap dili ile söylenmiş olarak duruyordu. Arapçayı bizzat öğreten bir mektep de mevcut değildi. Araplar doğuştan kendi diline vakıf idi. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’den de anlıyorlardı. Peygamber Efendimiz ahirete intikal ettikten sonra Kur’an, Hadis, Sünnet ve Ashab’ını bırakmıştı.

Buhari’nin 12. cildinin (Diyanet İş. Başk. Yayını) 384. sahifesini takip eden sahifelerde civarındaki Bizans, İran, Mısır hükümdarlarına elçi göndererek name ile İslâm’a daveti ve tebliği vardır. İslâm dinine girmeleri için onlara mektup göndermişti. Onlar buna müspet cevap vermediler. Akıbetleri herkesçe malum. Eğer kabul etselerdi kendileri için durum (ibadet etmek yönünden) ne olurdu, bu da düşünülmeye değer sanırım. Gerçi Peygamberimizin yaşadığı Arap yarımadası Arapçayı biliyordu. Fakat Mısır o tarihte Arapça konuşmuyordu. Bizans Arapça konuşmuyordu. İran da öyle idi. Bunlara din talim etmek için gidenler, onları amentüdeki şartlara inandırmak için gitmişlerdi. Eğer Müslüman olurlarsa İslâm fukahasının içtihadına göre namaz kılacak kadar Kur’an öğrenmeleri gerekirdi. Halbuki Kur’an sadece namaz kılmak için gönderilmeyip 6666 ayeti birçok önemli konulara yönelikti. O tarihte lisan öğretimi için Arapça gramer kitabı olmadığına göre ve yine Arapça öğreten mektep olmadığına göre Kur’an’dan nasıl faydalanacaklardı?

Onlar Kur’an’ın emirlerini öğrenmişler ve dünyevi işlere yönelik kısımları tatbik ediyorlardı. Fakat ahirete inanan bir ruhun beslenmesi gerekirdi. İslâm fetihlerinden sonra oralara dini öğretmek için ashaptan bazıları gönderilmiş ve orada kalmışlardı. Gidenlerin kendilerine Arapça okuyup yazma öğretebildiği Müslüman miktarı ne kadardır? Henüz bunu ilim tespit edememiştir. Fakat o devletlere Kur’an’ın manasını iletebilmek için o dile tercümeleri gerekli ve nitekim yapıldı da. Bu tercümelerden bir şeyler alabilen insanlar kalbinin tedavisi için daha büyük çalışmalara girdiler. İşte tasavvufta büyük mutasavvıf olarak bilinen Hasan Basri, Zünun-u Mısrî, Abdülkadir Geylanî, Cüneyd-i Bağdadî ve emsali büyük âlimlere her hangi bir Müslüman insan gelip derdini anlatıyor, onlar da bu hak ve hakikat arayıcılarının dertlerine çare bulmak için çalışıyorlardı. Sünen-i Tirmizî’nin tespit ettiği Allah’ın güzel isimlerini (Esma-yı Hüsna’yı) ezbere sayabilenin cennete gireceği müjdesini bu işte ilaç olarak kullandılar. Kur’an-ı Kerim ve hadislerdeki Esma-yı Hüsna’yı ve manalarının ne olduğunu ve onun öğretilişini ve eğitimi, Kur’an ve hadis-i şeriflerdeki kullanışlarının nelere bağlı olduğunu gösteren usuller meydana getirmişlerdir ki işte bu muhtelif meşrep ve tarikatlar için usul olmuştur.

Hocam o halde tarikatların daha çok Türklerin meskun bulundukları yerlerde vuku bulmasını, lisanın yani Kur’an lisanının bilinmediğine bağlayabilir miyiz?

Tabii…

Yunus “Dört kitabın manası Allah” diyor. Kur’an-ı Kerim Allah’ın zatının, Esmaü’l-Hüsna’nın bir tecellisi olmuş oluyor. Yunus’un bu mısraına göre tarikatlar umumiyetle direkt Arapça öğretme yolunu değil de tarikata girmiş yeni salik’e Esmaü’l-Hüsna’nın zikrini yaptırıyorlar. Bu talim şekli bir usule bağlanmış mıdır? İnsan psikolojisinin ve kültürünün mahiyeti bu usulle uyum halinde midir?

Hak erenlerden Yunus Emre (k.s.)’nin “dört kitabın manası Allah” diye beyan ettiği hakikate dair sorunuza şöyle cevap vereyim. Biliyorsunuz ilk peygamber Hz. Adem’den (a.s.) Hatemu’n-Nebi Efendimize kadar nübüvvet vazifesi ile Allah tarafından vazifeli kılınanların hepsi, insanlara kendi tebliğ ettikleri suhuf ve kitapları ile amentüde yazılı olan; 1- Allah’a iman, 2- Meleklere iman, 3- İlahî kitaplara iman, 4- Kitaplar getiren Peygamberlere iman, 5- Ahirete-Kıyamet Gününe iman, 6- Hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına iman etmeye davet etmişlerdir. İlahi vazife hepsinde aynıdır. Ancak cemiyetlerinin dilleri, yaşayışlarına göre tebliğlerinin zahiri şekillenmesi vardır. Hatta bir hadis-i şeriflerinde Peygamberimiz, “Benim ve diğer bütün peygamberlerin hepsinin tebliğ ettiğimiz en faziletli kelam, La ilahe İllallah’tır” buyurarak bu hakikati bulmamız için yol açmışlardır. Hem Peygamberimiz Hz. Musa, Hz. İsa (a.s.) için “kardeşim Musa, kardeşim İsa” gibi beyanlarıyla nesebi sihriyyetin değil nebevi sihriyyetin bulunduğunu beyan buyurmuşlardır.

Kendisinden evvel yaşayan İslâm büyükleri gibi Yunus Emre de birliği görmüş ve öyle buyurmuştur. Dinler tarihini inceleyenler bilirler ki, her geçen peygamber gelecek peygamberi müjdelemiş ve ona tâbi olunmasını ümmetinden istemiştir. Özellikle Peygamberimiz Hatemu’n-Nebi olması yönüyle çoğu ümmetine vasiyet etmişse de ona ümmet olduklarını iddia edenlerin çoğu o vasiyeti dinlememiş, nefislerine uymuşlardır. Yunus Emre (k.s.) bunu anlatmak istiyor ve bulunduğu asrın etrafında bulunanlara “Gelin Kur’an’a ve onu getirene uyun. Bunun sizin nebinizin size tavsiye ettiği Halaskar olduğunu kabul edin” demek istiyor. Yoksa asrımızda sayıları çoğalmaya başlayan dinsiz, mezhepsiz, amelsiz, sırf yaldızlı sözlerle insanları kendi batılları etrafında birleştirmeye çalışan Yahudi ve Hıristiyan propagandacılarının ortalığa yaydıkları uydurma kardeşlik safsatalarına delil olarak gösterdikleri gibi değil.

Ayrıca Yunus Emre’nin (k.s.) ömrü boyunca söylediği sözlerden yalnız kendine yarayanı alıp o da böyle söylüyor diye onu silah olarak kullanmak değil, onun bilinebilen ve bulunabilen sözlerini ilmi usulle tamamı üzerinden değerlendirdikten sonra sonuca varmak mümkün olur. Yoksa yanlış ve abes bir şey olur.

Sorunuzun ikinci kısmındaki Esmaü’l-Hüsna meselelerine gelince; bu husus Asr-ı Saadet’ten beri Kelam-ı İlahi (Kur’an), kelam-ı Nebevi (Hadis), Kelam-ı Ashap ve Tabiin (Eser ve Heba) olarak İslâm’ın büyük imamlarına ve tasavvuf büyüklerine vasıl olduktan sonra o günün gerektirdiği ve verdiği imkânlarla onlarca değerlendirilmiştir. Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinin manalarını diliyle söylemek, gönlünde, fikrinde onlarla meşgul ve hemhal olmak ve onun her an tecellisini o manalarla hem kendinde, hem kendi gibilerde, hem afakta ve enfüste görmek insanda onun marifetini temin ettiğini gören o büyükler Kur’an, Hadi’ste Allah’ın zikrini daima emreden ayet ve hadislerin nuru ile Esmaü’l-Hüsna’nın zikrini insan kalbi ve ruhu için en kısa ve kestirme yol olarak geliştirmişlerdir ve çoğu zaman işi gücüyle çubuğuyla meşgul olan, o zamanki ortamda talim-tedris-idare sisteminde vazife almak için Arapça ile İslâmî ilimleri tahsil etmeyenlerin çoğuna bu yolla Kur’an’ı ve İslâmî hakikati öğretmeye ve böylece Arap dili bilmedikleri halde eğitmeye muvaffak olmuşlar ve çeşitli tarikat adları ile tarihe ve İslâm milletine ve kültürüne büyük bir hizmet olarak bırakmışlardır. Bunun usulünden bahseden binlerce kitap ve risale yazılmıştır. Keşfü’z-Zünun’a bakılabilir.

Tarikatlara bir de icazet verme ve postnişinlik, halef tayin etme var. Bu nasıl oluyor? Bunu İslâmî şekilde nasıl izah edersiniz Hocam? Bunun günümüz cemiyet hayatındaki veya müesseselerdeki ‘başlar’ın değerlendirilmesi hususuna getirirsek… Yani başları kabul etmeyenler veya idareye muhalefet edenler İslâmî çerçevede nasıl yorumlanır?

Bu sualinizin cevabına girmeden önce şunu söylemek isterim: İnsan topluluklarının en küçük birimi sayılan ailenin içinde bile bu silsile-i meratip, hiyerarşik düzen vardır. O düzenin kuruluşuna babalık, analık, evlatlık gibi birbirine birçok yönden tesir eden ve onu tesis eden sosyal müesseseler vardır. Onun dışında birçok müessir de ona tesir eder. Böyle olması orada babanın anne yerine, evladın baba yerine geçmesini temin etmez. Eğer durum böyle olursa o en küçük topluluk birimi olan aile yıkılır. Yıkılmazsa da o normal seyrini terk eder.

İşte bunun gibi tarikatların içindeki dâhili nizam ve onun hükümlerini, o dini eğitim ve öğretim müessesini kuran ve her yönüyle zaman içinde devam ettiren zatın tayin ettiğini kabul eden kimse oraya kendi isteğiyle girer. Onların hükümlerine razı olur. Yoksa İslâm tarihinde bir misal gösterilemez ki herhangi bir Müslüman kendi isteği olmadan bir tarikata zorla götürülsün ve süluka zorlansın.

Ancak hem her toplum, bir dâhili bir de haricindeki toplumla temasını temin ve beraber yaşamak için bazı kurallara uymak zorunluğundadır. O bakımdan değerlendirmelerde bu husus göz önüne alınmalıdır. Aslından kopmuş ve birer kalıntı ve isimden ibaret kalmış olan, fosilleşmiş olan, müessese kılığından çıkmış bulunan ve sadece isimden ibaret kalanların İslâm tasavvufu ile ilgisi yoktur.

Tasavvufa, kadim Yunan felsefesinin, Hint felsefesinin, Çin kültürünün sirayet etmesi doğru mudur? Eğer bu hadise doğruysa hangi asırda ve ne ölçüde olmuştur, bunu bize lütfeder misiniz?

Evvela Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in “innem’el müşrikûne necesün” emrine istinaden başkalarından, bilhassa ehl-i kitabın dışında olanlardan bir şey almak hususunda çekingendirler. Çünkü bu emir onları çekinmeye davet ediyor. Müslümanlar başkalarından bir şey alırken onun İslâmiyet ile alakasını tetkik etmelidir. Fakat İslâm tarihinde tercüme faaliyetlerinin başladığı Abbasiler devrinde Hint, Yunan ve İran medeniyetlerinin âsârı, Memun devrinde Süryani mütercimlere tercüme ettirilmiş. Tercümeler yapıldıktan sonra İslâm âlemi onlardan geri kalmadığını göstermiştir. Onların küfrü, şirki, dinsizliği gösteren kelimeleri tercüme kitaplarından çıkarılmıştır. Bu işler olurken kalpleri kara olanlar da, küfür ehli olanlar da bu alınan konulara sahip çıkmışlardır. Onlar İslâm âleminde Hurremiler, Babekiler gibi, Hasan Sabbah gibi sapık fırkalara dâhil olmuşlardır. Onların İslâm âlemi içinde doğmuş olmaları Müslümanlığı lekelemez. Bu konu İslâm’la değil Müslümanlarla konuşulmalıdır. Müslümanlığın ana kitabı Kur’an ve onun şerhi Hadis bütün yönleriyle Müslümanlar tarafından tespit olunmuş, ananesi ile, bütün senetleri ile, her türlü tenkit usullerinin tatbiki ile tespit olunmuştur. Bu çalışmaları ile İslâm âlimleri, Avrupa’nın Hıristiyan, Musevi ve dinsiz münekkidlerini bile kendine hayran bırakmışlardır. Biz Kur’an’ı kendi kıraati ile ağızdan ağıza ve yazılı olarak 1300 sene getirmişiz. Ayrıca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sözlerini de muhaddisler (Allah onlardan razı olsun) kitaplara geçirmişlerdir. Daha sonra okutmuş, tashihi etmiş ve okuttuğuna icaze vermiştir.

Bir kimse Hint’te bir şey düşündüğü zaman, aynı anda aynı şeyi başka bir âlemden başka biri aynı şekilde keşfetmiş olabilir. Hatta bununla ilgili olarak size garip bir misal vereyim. Fizikte “Maryo” kanunu diye bir kanun vardır ki İngilizler buna “Maryo” kanunu demezler. Buna “Boyle-Mariotte” kanunu derler. Aynı anda ikisi ayrı ayrı bulduğu için… Bu maddi âlemde bir şey. Bunun gibi ruhi meselelerde de aynı; tasavvufla ilgili şeylerde de bu olabilir.

Efendim, Esma-i Hüsna’nın rakamlarını, bilmem “Lailahe illallah”ın rakamlarını Pisagoras’tan almışlar, diyorlar. Pisagoras da onu Süleyman (a.s.)’dan almıştır. Bu bugün sabittir. Mısır’da Süleyman (a.s.)’ın yanında gitmiş olan âlimlerden ders okumuş ve onlardan ders almıştır. Yani, yine bu ilahi ve İslâmidir. Kıyafete çok düşkün olan Avrupalı tasavvuf ehlindeki kıyafetin de oradan alındığını ileri sürüyor. Halbuki kıyafetler hususunda, İslâm’ın hükmü ve tutumu açıktır. Yaşanılan muhit, işlenilen iş, bağlanılan müessese ve hizmet, mali kudret, sosyal ve tarihi bağların hepsi buna tesir eder ve oluşturur. İlimler, milletlerin müşterek malıdır. İlim bir millete mal edilemez. Ne Arap’ın ne Alman’ın ne de Rus’un malıdır o. İlimle bir şey yapılırsa o âlemin zatı bakımından o millete nispet olunmaz. Belki tekâmül tarihinde hissesi zikrolunur. Fizik Avrupa’da da fiziktir, Türkiye’de de. Biz ilimlerin oradan gelenlerini de inkâr etmiş değiliz. Hatta eski mantık kitaplarının başında “Aletün kanuniyyetün, Yunaniyyetin” ibaresi vardır. “Bu bir alettir ve aslı Yunanîdir” diye tasrih etmişizdir. O usullerin (eğer gereği gibi kullanırsak ve kendi müesseselerimizin hükmü altında tutarsak) bize zararı olmaz. Avrupalının yaptığı modern eşyaları (taksi, uçak, tank) biz de kullanırız, eşya olduğunu biliriz ve bizim de malımızdır. Vasıtadır, gaye değildir. Gaye, kısa zamanda gidilecek yere varmaktır. Burada müşahhas olarak anlatılmak için gösterilen misalin mücerrede tatbikçileri de aldanıyorlar.

Efendim, neslimizin talihsizliklerinden birisi de “Osmanlı realitesini” bilmemektir.  Osmanlılarda “cihat” fikri ve buna bağlı olarak ülkeler almak ve aldıkları ülkelerin topraklarını işlemek düşüncesi hangi esaslara istinat etmekteydi? Yani “İşte dünyada sadece ben varım” psikolojisine dayanıyordu diyenler, bu yolla izah etmek isteyenler var son zamanlarda…

Böyle diyenlerin çoğu hayatı maddeden ibaret sayan materyalistlerdir. Osmanlılar her gittikleri ülkeye Allah’ın (c.c.) kullarına hizmet etmek için gitmişlerdir. Evvela, biz eğer öyle olsaydık, bugün Balkanlarda tek Balkanlı millet kalmazdı. Ancak oraya Allah’ın emrini ve adaletini götürmüşüz. Osmanlılar her zaman “Allah için ve onun dinini tebliğ için gidiyoruz” demişlerdir. Eğer öyle olsaydı, (Macar âlimlerin tespitlerine göre) Peşte için üç buçuk milyon duka altın alıyorlar (haraç), altı buçuk milyon altın duka masraf ediyorlardı; niçin bu masrafı etsinler? Tarih daima bunların aksini söylüyor. Bizim himayemiz altındayken daima varlıklarını devam ettirmişler ve birer millet olarak, devlet olarak karşımıza çıkmışlardır.

Türklerde İslâm’dan evvel de sonra da bir “cihan hâkimiyeti mefkûresi” var. Osmanlılar bunu Nizam-ı Âlem esasına bağlıyorlar. Bu dünyaya hâkim olmak keyfiyetinin esasında hangi niyetler veya hizmetler yatmaktaydı? Bunu izah eder misiniz Hocam?

Merhum Osman Turan Bey, bu konuyu kitabında çok güzel bir şekilde izah ettiği için ben izahına girmeyeceğim.

Hocam, malumunuz 29 Mayıs İstanbul’un fethi tarihini simgeliyor. 525. yıldönümünü idrak edeceğimiz bu fetih yıldönümü dolayısı ile bazı hususların izahını istesek. Mesela bazı kaynaklar İstanbul’un 9 defa kuşatıldığını, bazı kaynaklar ise 10 defa kuşatıldığını, fakat fethin nasibinin ise Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğunu tarihte kaydediyor. Oysa bazı kaynaklar da fetih başarısının Fatih’e ait olduğu kadar hocası Akşemseddin’in de bu muvaffakiyette yeri olduğunu söylüyor. Tasavvufi açıdan ele alındığında bu fetih hareketinin Hacı Bayram Veli’ye kadar uzandığını sizin eserlerinizde de görmek mümkün… Bu hususta neler söylersiniz?

İstanbul’un asıl Fatih’i Kur’an, İslâm ve Hz. Muhammed Mustafa’dır. O fikrini atmış, idealini kurmuş ve onun gelişen fikri Fatih Sultan Hazretlerinde vücud sahasına çıkmıştır. Çıkışlarında, Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin, hem yârânı, hem de mürşidi olmuşlardır. Bunu Akşemseddin adlı kitabımda da belirtmiştim.

“Kuşatma” sözü tarihçiler arasında değişik manalarda anlaşıldığından adet tehallüfü ortaya çıkmıştır. Aslında 32-33 kuşatma vardır. Bunun 9’u (diğer görüşe göre 7’si) Müslümanlar tarafından yapılmıştır.

Diğer hususa gelince; Anadolu’nun Müslüman Türkler’e ve dolayısıyla İslâm’a geçişinde tasavvuf ehlinin büyük hizmetleri vardır. Bunu görmek isteyen vakıfların neşrettiği Vakıflar dergisinin 2. sayısında Prof. Ömer Lütfi Barkan’ın “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşunda Kolonizatör Osmanlı Dervişleri” adlı uzun (eser kapasitesindeki) makalesine bakabilirler. Adım adım, bucak bucak Anadolu’yu fetheden ve imar eden sayısız tasavvuf ehli oradakileri mutlu kılmışlardır. Yine de İstanbul’un fethinde bizzat Fatih Akşemseddin’e, “fetih müyesser midir?” diye sormuş, o da “evet, fetih müyesserdir” diye cevap vermişlerdir. Bunun böyle olduğunu bizim tarihçiler yazdığı gibi Bizans ve Batılı tarihçiler de yazmışlardır. Sonra İstanbul’da devam edegelen bir adet vardır. İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’a yerleşen tarikat ehilleri buraya yerleşip tekke kurmuşlardır. Daha sonra gelenler ise öncekilerine intisap edip hırka giymişler ve böylece devam etmişlerdir.

İslâm gazilerinin arasında her şeylerini ortaya koyarak İstanbul’un fethine katılmışlardır.

Hacı Bayram Veli’nin “Konstantiniyye fethine bizim köse ile beşikteki çocuğunuz Fatih Sultan Mehmed Han muvaffak olacaktır” derken buradaki “Köse” kimdi ve Sultan Mehmed Han’a “Fatih” tabiri o zamandan beri verilmiş miydi? Tasavvufun muhtevasında bunları görmek mümkün müdür acaba efendim?

Köse” Akşemseddin’dir. Diğer hususa gelince kaynaklarımızda “Fatih” dendiğine dair bir belge yoktur. Yalnız fethin onun (Mehmet’in) elinden olacağına dair beyanatı var. “Köse” tabiri Akşemseddin Hazretlerine Hacı Bayram Veli’ye ilk intisap için geldiğinde söylenmiştir. Sonra Akşemseddin hafif seyrek sakallıdır.

Hocam, Hacı Bayram Veli’nin manevi gözüyle, Konstantiniyye’yi fethedecek “Güzel Emir”i görmesine rağmen, ona manevi yardımları hazırlamaktansa kitap yazmayı daha uygun bulmasını nasıl izah edersiniz? Zaman, zemin ve mekân mefhumlarının bu düşünceye tesiri oldu mu acaba?

Bilakis kitap yazmamış. Hacı Bayram Veli tek kitap yazmamıştır. Sadece 4 nutku vardır. Nakledilen şeyler yanlıştır. Hatta Hacı Bayram Veli’yeNiçin kitap yazmıyorsun” demişler, o da “Bir kitap yazmaktan bir sine şerhetmek hayırlıdır” diyor.

İstanbul’un fethine Hacı Bayram Veli’nin 4 büyük halifesi gelmiştir. Akşemseddin gelmiş, İnce Bedrettin gelmiş, Kızıl Bedrettin gelmiş, Eşrefoğlu gelmiştir. Bilemiyorum Yazıcıoğulları gelmiş miydi?

Hocam, biz bu “fetih” hareketlerini Nizam-ı Âlem düşüncesine bağlayarak yorumluyoruz. “Ümmetçilik”le Nizam-ı Âlem fikri arasında mahiyet itibariyle siyasi ve dini bir uygunluk var mıdır?

Ümmetçilik tabirini lügatteki manasıyla anlamak belki bir yanlışa götürebilir. “Ümmet” sözünü, Muhammed’in ümmeti, İslâm ümmeti diye anlamakta mahzur yok. Çünkü Resulullah (s.a.v.) daima kitapsız müşriklere karşı çarpışmayı esas tutmuştur. Yani Allah’ın varlığını, Resulünün varlığını kabul etmeyen, haşrı ve ahirete gitmeyi kabul etmeyenlerle çarpışmayı esas tutmuştur. İlahi takdir kendisini Mekke’den Medine’ye hicrete emir buyurup o da hicret ettiğinde ehl-i kitabın en mütemerrit taifesi olan Yahudilere karşı karşıya getirilince Yahudilerle mücadele etmek mecburiyetinde kalmış, Yahudilerle bidayette ehl-i kitap muamelesi yapmış, onlarla anlaşma yapmış, onlarla anlaşmasını yazıyla tespit etmiş ve bu yazıyla tespit Prof. Hamidullah’ın İstanbul Üniversitesi’nde verdiği derslerde İslâm’ın ilk anayasası diye neşrolunmuştur. Sonra İslâm Vahy’in tamamlanması yönünden tekemmül ve tekevvün ederek, nüfus ve ülkece (daha genişleyerek) o İslâmî devlet ve ilahi son din vasfını almış ve ehl-i kitap ile suret-i kat’iyyede Müslümanlar kendileri önce taarruza başlayıcı olmamışlardır. Nitekim Necran Hıristiyanları, Hz. Peygamberin kendisine geldiklerinde Hz. İsa ve validesi Hz. Meryem hakkındaki münakaşadan sonra, eğer sözlerinizde sadık iseniz, dost olalım, değilseniz davamızı ispat için mübahale edelim. Yani mübahale İslâm hukukunda bir müessesedir ki birbirlerine mübahale eden her iki taraf da en sevdiği ve kendisine en yakın hissettiği kimseyi yanına alıp, Allah’a karşı “Ya Rabbi, eğer ben bu sözümde yanlış isem beni kahreyle” diye açıkça Allah’tan sözünde sadık olduğuna dair şahitlik istemektir. Bu mübahaleye Necar Hıristiyanları katılmadılar, geceleyin kaçmışlardır. Kur’an hususen mübahalesi akabinde Ali İmran suresi ayetlerinde: Ey ehl-i kitap, hükümler ve inançlar bakımından ikimizin de inandığı ve kabul ettiği şeyleri esas tutalım, birbirimizle birleşelim diye onları davete çağırmıştır. Allah’a ibadet etmek, ona şirk koşmamak, valideyne ihsan etmek hususunda birleşelim diye onları birliğe çağırmıştır. Bu birlik onlar tarafından kabul edilmemiş, red olunmuştur.

Her peygamber azap etmekte meşhur olan ve tıynetleri icabı bunu yapan Yahudiler, Uhud muharebesinden önce Resulullah ile yaptıkları ahdi bozmuşlar, Resulullah’ın ordusunu arkadan vurmuşlardır. Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak Hz. Peygamber’e Yahudilerle olan meselesini halletmeyi emretmiş, o da emri yerine getirmiş, ehl-i kitabın, Resullulah’ın memleketinde ilk karakolu durumunda olan Yahudiler, ehl-i kitaptan evvel (Hıristiyanlardan) Resulullah ve Kur’an tarafından istenilen sulhu bozmuşlar, harp neticesinde mağlup olmuşlardır. Mağlubiyetin cezası kendi inandıklarını iddia ettikleri zaman ellerinde bulunan Tevrat’a göre Saad bin Muaz tarafından hükmedilmiş ve Müslümanlarca verilmiş, Yahudiler Saad’in verdiği o hükmü, evet isabet ettin, Tevrat böyle diyor diye kabul etmişlerdir. O tarihte Medine’de bulunan Yahudi kabilesi (Ben-i Kaynuna, Ben-i Nadıyr, Ben-i Kreyze) Müslümanlar tarafından bulundukları yerlerden çıkarılmış, çıkarılan Yahudilerin büyük bir kısmı İskenderiye, Mersin, Selanik, Şam ve Avrupa’ya doğru gitmişlerdir. Ticareti ve parayı çok iyi bilen Yahudi, İslâmiyet’te bu tarihten beri muarızdır ve hâlâ bu muarazeye devam ediyor. Haçlı seferlerinin finansmanını onlar yaptılar. Ümmet tabirinden kasıt Kur’an’a inanan, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber kabul eden, Kur’an’ın emrettiği hususlarda Kur’an’ın önderliği altında yürümeyi kabul eden insanlar hakkında kullanılır ki, bugün onun düsturlarının ilimden dışarı olmadığını, bilakis ilmin onun düsturlarını ispat ettiğini herkes biliyor. Bu manada bu insanları kendi akıllarıyla, hepsinin hayrına olan bir şeye çağırmak ve onu kabul ettirmek demektir ümmet fikri. Bu, bugünkü manada bizi ümmetçilikle itham edenler, kendileri Kur’an’ın on üç asırlık verdiği ilimden istifade eden Avrupa, Amerika gibi milletlerin kurdukları beynelmilel hukuk müesseseleri kabul ediyorlar. Birleşmiş Milletler’de inananlar bir tarafta inanmayanlar bir tarafta harp ediyorlar. Ümmet de odur. Eğer onlar kabul ediyorlarsa Hz. İsa, Hz. Muhammed’i müjdelemiştir. Ümmet bu manada anlaşılırsa bir zararı yok.

İslâm hiçbir zaman dine kimseyi zorla çağırmamıştır. İslâm’ın birinci şartı dini kabul eden kimsenin reşit olmasıdır. Avrupa bunu daha 19. asırda kabul etti. Biz 13 asırdır bunu tatbik ediyoruz. Sonra ikinci şart akıllı olmasıdır. Deli adamın İslâm’ı kabul ettim veya etmedim demesi bir şey ifade etmez. Ve herhangi bir şeyden dolayı olmaması lazımdır İslâmiyet’i kabulün. Bu bakımdan biz kimseyi zorla dine çağırmıyoruz. Çağırmadığımız meydandadır. On üç asırdır içimizde azıcık olan Hıristiyanlar, öbek öbek durmakta ve kendi dinlerini yaşamaktadırlar. Ama Avrupa’da Endülüs yok oldu, Sicilya yok oldu. Asıl ümmet fikri onlarda vardır. Taassup manasında ümmet fikri onlarda vardır, bizde yoktur. Avrupa’da bir adam Hıristiyan olsa, Romalı Hıristiyan başka, Fransalı Hıristiyan başkadır. Ama Katolik olursa aynı cinsten demektir. Bizde böyle bir şey yoktur.

Kafkasya’da Gürcüler duruyorlar, görmüyorlar mı onu? Onları kendimizden ayırmışız. Fatih İstanbul’a girince Genedias efendiye verdiği sözü tuttu ve onu patrik yaptı. Ellerine ahidname verdi. Siz, benim oğullarım ve benim ülkem durdukça bu ülkede serbestsiniz, istediğiniz gibi yaşayıp dininizi icra edeceksiniz dedi. Bugün İslâm âleminin muhtelif yerlerinde, hatta Abbasî saraylarında, Osmanlı saraylarında yüzlerce tabip, yüzlerce Hıristiyan vardır. Devletin en mahrem işlerinde dahi onlar getirilmiş ve o yerlerdeki yaptıkları işlerin karşılığını almışlar, hiçbir zaman bundan men edilmemişlerdir.

Eğer taassup manasında ümmetçilik fikrini gütmüş olsaydık onların Endülüs’te ve Sicilya’da yaptıkları gibi, biz de onlara yapsaydık içimizde bir tane Hıristiyan kalmazdı. Zaten İslâm dinde zorlama fikrini kabul etmemiş, bilakis yasaklamıştır. Zorla insan Müslüman olmaz. Tarih bunun aksine şahitlik ediyor.

İslâmî olan ve İslâm’a uyan her hareketi, her davranışı, fikri ve sistemi kabul ediyoruz. Türk tarihinin İslâm tarihine teallük eden kısmını gerek tarihi, gerekse dini ve içtimai ve hatta fikri noktalarıyla gerektiğince bilemiyoruz. Bilmediğimiz için de yorumlayamıyoruz. Böylece yeni bir fikir hareketini veya fikir adamını esası tam bilmediğimiz için de teşhis edemiyoruz. Öteden beridir fikir hayatımızda görülen bulanıklıklar günümüzde de devam etmektedir. Bu endişeler ve tereddütler içinde bizlere, gençliğe neler tavsiye edersiniz?

Ben kendi görüşüme göre şunu söyleyebilirim: Dedelerimiz, dünyanın kaderinin bir yıl Bizanslılar zamanında beş yüz yıl Osmanlılar zamanında çizildiği, karar verildiği, pek büyük ve kıymetli toprağı vatan olarak bin yıl evvel almışlar ve bize bahşeylemişlerdir. Bu vatan bütün dünya milletlerinin hepsinin hâkim olmak istedikleri bir vatandır. Bunu tarih birçok defa tespit etmiştir. Bu bakımdan biz cihan milletlerinin güneyden kuzeye, kuzeyden güneye, doğudan batıya, batıdan doğuya mihrak noktası olan bir yerde oturuyoruz. Bu bakımdan siyasi, içtimai her yönden çeşitli cereyanların muhatabı oluyoruz. Tabii esen rüzgâr toz kaldırmazsa da yaprak sallandırır. O yaprak düştüğü yerde bir şey çıkarır, mutlak ya çürür veya yok olur. Müellifler kendiliğinden bir şey yapmazlar. Düşünmesi gerekir. Bu düşünce esnasında dışardan bir şeyler almak ister. Bizim için esas olan Allah’ın (c.c.) kulu olduğumuzdur. Yaratıcımız olan Allah insanları tanışsınlar, bilişsinler, birbirleriyle yardımlaşsınlar diye Kur’an’da, “Ey insanlar, sizi bir tek ana ve babadan yarattım, sonra kabile kabile, boy boy yaptım. Bu aranızda döğüşmek için değildir” buyuruyor. İdeal bir Müslüman olmak Sibirya’da bir Türk için de mümkündür, Arabistan’daki bir Arap için de… Milli kültüre sahip olmak normaldir. Fakat dinin aslına zıt ve yıkmak düşünce ve emeli ile söyleyen, davranan zihinlerin peşinden gitmek iyi şey değildir. Söylediğim gibi kıyafet bir düşünceyi ve hatırayı daha kolay canlandırır.

“Benim emirlerime uyan en iyinizdir” buyruluyor. Araplık, Türklük, Acemlik; öyle bir şey mevzuu değildir. Selahattin Eyyubi, Osman Bey hiçbir zaman “biz sizden üstünüz” dememişlerdir. Mesela, Nureddin-i Şehid Zengi bunu demeye lüzum görmedi. Zaten hareket ve yaşayışıyla üstünlüğünü kabul ettirmişti. Sultan Selim Han, Şam’da minberde “hakimü’l Haremeyn” diyen hocaya “hayır, ben ‘hadimü’l Haremeyn’im ” dedi. Evet, dünya gözüyle bakıldığında öyle idi. Fakat o kendisini Peygamber hizmetçisi olarak tanıttı. Böyle düşünülürse belki bir çıkış yolu bulunabilir. Hiçbir zaman Osmanoğlu olduğunu inkâr etmedi. Ne Türklüğünden çıktı ne de Müslümanlığından. Gençler bu şekilde düşünürse aradaki tefahür davası ortadan kalkar ve karşılıklı anlaşma daha kolay olur. Hiçbir millet kendisinin üstün olduğunu dünyaya kabul ettiremez. Ama bazı milletler bazı vasıflarıyla diğerlerinden üstündür. Bu üstünlük diğerlerini yermekle elde edilmez. Ancak biliyorsunuz hadiste “seyyidü’l-kavmi hadimühüm” (kavmin efendisi o kavme hizmet edendir) buyuruluyor. Türk milleti Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak yeryüzünün iyi bir yerinde yaratılmıştır.

Bu bakımdan müsait olduğu için o nimeti ödemeye çalışır. Bir Afrikalı sıcakta ne yapabilir. Ama Türk en iyi bölgede yaratılmıştır. O bakımdan talihliyiz. Fıtrat olarak iyi bir fıtratı var. Bunu İslâm’a hizmetle ödemeye çalışmıştır. Öyle derler: “Olgun başakların başı eğik olur”.

Teşekkürler, hürmetler…

Milli Gençlik dergisinin bu çeşit çalışmalarını müspet karşılıyor ve tebrik ediyorum. Çalışmalarınızda muvaffakiyetler diler, ben de teşekkür ederim.

Not: bu röportaja ulaşmamıza imkan sağladığı için İDP'ye teşekkürlerimizi iletiriz.

 

Alıntılayan: M. Murtaza Özeren

YORUM EKLE
YORUMLAR
süleyman
süleyman - 4 yıl Önce

teşekkürler

Ömer Küçükağa
Ömer Küçükağa - 11 ay Önce

Nefis bir röportaj okudum,gerçek bir Osmanlı münevverinin düşüncelerinden