Sen sus! Hiç konuşma; çıt çıkmasın bu mabedden ki, taşların zikrini duyayım. Gönlümü genişlet, zihnimi aç, aklın kalbe giden yolu aksın ki, nefsime kapılmayayım. Sen aç ki “Sırat-ı Müstakim”de (dosdoğru yol) ilerlerken, “Hatt-ı İstiva”da birleşen bu külliyenin imzasında acziyetin temsili “El-Fakir” mührünü taşıyan Koca Sinan’ın, Yaradan’ın karşısındaki “hiç”liğini anlayayım.
“La ikrâhe fi’d-din”deki manayı merkeze alarak birleştiren, şemali hilal bir külliye, ortasında şimal yıldızı gibi parlayan cami… Güvenli ve kararlı şekilde adım atarken bu kulluk ve edeb eserine, tevhidin temsili mekâna açılan taç kapı, kendi kökenlerinin en büyük temsilin yansıtıyor. Aydınlanmanın, yeniden doğuşun temsili lotus çiçeklerinin güneşle beraber gökyüzüne tırmanışı gibi taç kapı süslemelerinin tekrara dayanarak bir akış içinde yükselmesi, dünyevi olandan uhrevi olana doğru giden bir yoldu benim için…
İlahî düzenin nasıl çalıştığını anlatan mukarnaslı kapıdan avluya girince asıl yolculuk başlıyor. Avlu, “İlme’l Yakîn” olmaktı. İçi, “Ayne’l Yakîn” olmak…
Adım atarken avlunun tam ortasından şadırvana doğru, her varlık ilmin sonsuz sayfalarıysa, “İlme’l Yakîn” olanı anlamak, kâinatta her an devam eden varoluş tecellilerini idrak etmek için etrafıma baktım. Gözün gördüğünün kalbin hissettiğinden olmasını diledim. “Keşke siz, ilme’l yakîn (kesin bilgi) ile bilseydiniz.” (Tekâsür suresi 5. ayet)
Şadırvanın zümrüt yeşiline boyanmış süslemeli demir parmaklıkları arasından gelmesini dilediğim su zerrecikleri kuru havayı nemlendirirken, sanki yüzüme tekrar abdest aldırıyor; Kâbe’nin minyatürünü avlunun tam ortasına konduran Koca Sinan, cami kapısına varmak için etrafını dolandırırken, kendiliğinden yarım tavaf ettiriyordu. “Ardından onu ayne’l yakîn görüp anlayacaksınız.” (Tekâsür Suresi 7. ayet)
Ruhtan açığa çıkan fiil ve sıfatların tüm varlıkta aynıyla Hakk’a (Ayne’l Yakîn) ait olduğunu hissettiren avlunun, kıble yönündeki cami kapısına doğru sağlı sollu devam eden duvarında, eşit 5 aralıkla gelen pencerelerin üstlerindeki mineli çinilerle süslenmiş levhalarda olan ayetleri dönemin şeyhülislamı Ebu’s Suud Hazretleri özenle seçerken, tevhidin en büyük temsili olan Ayet el-Kürsi’yi merkeze alarak, “O’nun kürsüsünün, bütün gökleri ve yeri kuşattığını” bir kez daha mavi çiniler arasından seslendiriyordu.
Cami kapısının önünde, kıbleye doğru döndüm yüzümü. Süleymaniye’nin temelleri atılırken nasıl fakir, dul, öksüz ve yetimlere yemekler yedirilip elbiseler giydirildiyse, kapılar aynı saf dua ve gönül temizliğiyle sonuna kadar açılsın diye… Allah’ın engelleri kaldıran “el-Fettah” ismiyle aralandı çift kanatlı kapı… Hz İbrahim’i, onun misyonunu ve ilk mabedimizi düşünürken adım attım “Hakke’l Yakîn” olana… Yaradan ile kul arasında her türlü aracılığı reddeden bir ruhaniyetle, gök kubbenin altında, ilahî sonsuzlukta, merkezi olmayan bir mekândayım. Yer ve zamandan münezzeh olan Allah’ın, sema ve arzın birleştiği sonsuzlukta tek bir noktada buldum kendimi; secde… “Üstte gök tengri, altta yağızyir, ikisi arasında Âdemoğlu...” Allah ile kul arasındaki en yakınlık, “hiç”liğin temsili, nefsin tükendiği yer…
Belki de yanan 1500 kandille yanarsın… Yanarken, bize Allah’ı, “gayb”ı yâd ettiren kıblenin temsili mihrabı tutarsın. Yivli bir girişle başlayan mihrap, yukarı doğru kabararak, mukarnaslı bezemelerin ahenkli tekrarlarıyla, çokluktan tek bir var olana doğru yükselirken, biçimlerin gerisinde bir özün saklı olduğunu hissedersin.
Kıble duvarındaki Türk motifleri ile süslü vitraylar, dengeli ve aydınlık iç mekânı sanki göz alıcı ışık demetlerine dönüştürürken, “Kelime-i Tevhid” levhalarının arasındaki mihrabın sağ ve sol omzuna kondurulan mavi zemin üzerine beyaz harfli İznik çinileriyle, “Ümmü’l Kuran” olan Fatiha suresinin ayetleriyle mülkün asıl sahibine seslendiğini duyarsın.
“Hamd sana! Şükür sana! Rahman ve Rahim olan sensin! Biz ancak sana kulluk eder, senden yardım dileriz. Bize dosdoğru yolu gösterecek olan sensin! Nimet bahşettiklerinin yoluna, gazaba uğrayan ve sapmışların değil.”
İbadet ruha yayılırken, mekân da bu ruha göre şekillendi aniden… Bütünleşmenin, bütünleştirmenin, birleşmenin en güzel örneği; “Tevhid” inancının medeniyete yansımış hâli: SÜLEYMANİYE…
Külliyenin merkezinde cami; çevresinde sıbyan mektebi, yanında medreseler var ki ileride ne olmak istediğini gör diye; Darü’t Tıp, yanında Darü’ş Şifa var ki hayatın hekimliğini yap diye; imarethane altında kervansaray var ki kazandığını paylaş diye…
Burası; tarihi özümseyen bir imge, sosyal bir düşünce, mükemmel bir şehircilik planlamasının 462 yıllık ürünü, 750 kişilik kadrosuyla Türk mimarlık tarihinin en geniş programlı külliyesi! Tam 9 yıl boyunca 20 bin kişiyi organize eden, yaşadığı toplumun iç dünyasını yansı - tan, şahsiyetini yaptığı eserlerle temsil eden, 3 kıtada Osmanlı medeniyetini inşa edecek eserlerin ana koordinatörü Mimar Sinan’ın eseri.
Aslında o bir mimardan çok daha fazlasıydı. Ölmeden önce mezar taşı başına “Mimarbaşı” külahı değil “Haseki” külahı konmasını isterken Süleymaniye’nin bir kenarına mütevazı türbesini yaptırıyordu. Öğrendikçe Rabb’inin karşısında bilgisizliğini düşünür, inşa ettikçe acziyetinin farkına varırdı. Şahsiyetini yaptığı işle resmetti… Edebi onun eseriydi, eseri ise onun edebi…
“Dünya durdukça aklıselim sahipleri, eserlerime insaf ile bakanlar eserlerim - deki derinlik ve güzelliği idrak edecekler ve inşallah Allah onları kıyamete kadar ayrı tutacaktır.” El Fakirü’l Hakir Sinan
Süleymaniye’ye bakan, sadece bir yapı görmüyordu. Bir izdi Süleymaniye… Taşlardaki iz, duvarlardaki zikir, taşların zikri. İz ve zikir arasındaki ince çizgi… Görmek; bu zikri duymak, bilmek ve Sinan’ın izinden onun götürdüğü yere gitmekti… Avlu kapısından mihraba kadar her kapı bir eşikti gidilmesi ve çıkılması gereken yere. Gök kubbeyi ayakta tutan şehadet parmakları neyi kaybettiğini hatırlayan insanın yeniden cennete gitme arzusu ile ötelere yükselme arzusuydu. Bir iz’di Mimar Sinan, bir yoldu. Yaptığı eserin bir işaret olduğunun bilincinde, namazın müminin miracı olduğu idraki ile insanı geldiği yere çağırıyordu. Namazın sadece hareket olmadığını, taşın sadece duvar olmadığını, mekânın sadece suret olmadığını, eşiğin, kapının, pencerenin, kubbenin, tesbihin ve zikrin birer iz oldu - ğunu insan Mimar Sinan’ın izinde onun dilinden yeniden, yeniden anlıyordu.