Nezuk-Potoçari arasındaki 110 km'lik güzergâhta attığım her adımda "Allah’ım şehitler için cennetten indirilmiş bir parça gibi burası, bu topraklarda şehit olunur ve kalınır", diye düşündüm. Ben ki ne çok coğrafyada adım attım, nefes alıp verdim. Gördüğüm en güzel tabiat parçasına burada şahit olmaktayım.
Yürüyüşten önce elimize 110 km'nin güzergâh haritası verildi. Trasaputa: Yürüyüş güzergahı. Smrtı/Slobode: Ölüm/Bağımsızlık. "Marş Mira 2009", 2009 Adalet Yürüyüşü. Nezuk'den-Potoçari'ye. Yürüyüş güzergâhı kırmızıyla çizilip gün içi mola noktaları, gece kalınacak yerler ve toplu şehitlikler belirtilmiş.
8 Temmuz 2009, 04.00. Sarayova Uluslararası Üniversitesi’nin demir kapısından içeri girdim. Altmış yedi yaşındaki yaşı ileri delikanlı matematik profesörü Mehmet Can Hoca’yı selamladım. "Hocam geldim. Kıble ne taraf?" Sabah namazını çimlerin üstünde kıldım.
Omzuma attığım çantamda, finalde giyeceğim temiz bir fanila, 1.5 litre su, dört paket pötibör bisküvi, yarım kilo bonbon şekeri, iki çikolata, iki tişört, yağmurluk, bir uyku tulumu vardı.
Not tutacağım defter sayfaları, cep telefonum ve fotoğraf makinem yeleğimin ceplerindeydi. Gelen bir minibüse doluştuk. Uluslararası ilişkiler bölümünde okuyan Fatma Betül'ün, Yusuf Z. Cömert'in kızı olduğunu öğrendiğimde kendi kızlarımdan birini görmüş kadar sevindim. Viyana'da eğitimini tamamlayıp buraya hoca olarak gelmiş olan Ali Osman Bey ve yine üniversite öğrencisi Eser'le beraber beş Türkiyeli, beş Boşnak, bir Mısırlı ve dokuz tane de Filistinli genç vardı. Minibüs hareket etti. Mısırlı Hüseyin "Allahu ekber, Allahu ekber Allahu ekber"den sonra sefer duasını araçtakilere tekrar ettirerek okudu.
Güvenli bölge ilan edilmişti güya
Üç saatlik bir asfalt yoldan sonra, büyük otobüslerin sokulmadığı bozuk zeminli bir dağ yoluna saptık. Yirmi dakika sonra polisin durdurmasıyla eşyalarımızı alarak aşağı indik. Pırıl pırıl güneşin altında, yeşilin en güzel tonunun başka hiç bir renk bırakmadığı bir orman içiydi burası. Rengârenk giysileriyle binlerce insan başlangıç işaretini bekliyordu. Ağırlıkta Bosna bayrakları arasında Kelime-i Tevhid bayrakları, Türk, Fransız, İtalyan, İngiliz, İspanyol, İsviçre, Avustralya bayrakları da vardı.
Savaş öncesi 10.000 kişinin yaşadığı Srebrenica şehir merkezinde 8000 müslüman vardı. Savaşla beraber şehir nüfusu 60.000'e çıkmıştı. İnsanlar aç ve açıkta yaşıyordu. Güvenli bölge ilan edilmişti. Fakat 6 Haziran 1995’de Sırplar tank, top kullanarak, şehri abluka altına aldılar. 15.000 Boşnak ,çoluk çocuk bir umut Tuzla'ya doğru dağlara vurmuşlardı. Onlar yürüdükçe Sırplar top atışıyla, kurdukları pusularla toplu katliamlar yaptı. Şu anda beş bin kişinin başlangıçta olduğu bölge son şehit kanlarının döküldüğü yerlerdi. Ve bu yürüyüşün her yıl büyüyen anlamı Bosna'da yok edilmek için, silinmek için, yeryüzü cenneti bu yeri sırtlanca bir refleksle insandan arındırmak için saldıran Sırplara ve onlara göz yumanlara, “on binlerin katledilişini biz unutmadık, insanlık unutmasın, 'Sırplar da unutmasın, onlar yalnız değil” yürüyüşü.
Üç ayrı güzargâhtan kucaklama
Bu gün Potaçari Şehitliği’ne üç ayrı kucaklama yürüyüşü başlıyor:
1- DNA'larından kimlikleri tespit edilip kemikleri sandukalarına konan, üstlerine konan künyeleri çakılı 540 şehit. Onlar için Sarayova'da Kur'an okunup dua yapılacak; sonra Srebrenica'daki şehitliğe, Potaçari'ye doğru yola çıkılacak.
2- Bihaç'dan 131 bisikletçi 500 km'lik Potaçari Şehitliği’ne pedal çevirecek. Aralarında bir de Türk bisikletçi varmış.
3- Nezük’ten beş bin kişi Srebrenica şehitlerini kucaklamak için onların yürüdüğü aynı güzergâhı takip ederek toplu katliam noktalarını geçe geçe üçüncü günün akşamında Potaçari'ye ulaşacak.
Boşnaklardaki Türk bayrağı sayısı bizimkinden fazlaydı
8 Temmuz saat 09.00'da şehitleri anma, kucaklama, onların oluk oluk akan kanlarına üç beş damla gözyaşı katma yürüyüşümüz başladı. Sekizinci sınıfı bitiren Beyza ve babası Emir Bey de İstanbul'dan bu yürüyüşe katılmak için gelmişler. Onların yanında Bosna savaşının başında Selâmi Yurdan'la beraber gelip, savaş bittikten sonra geri dönmeyen Enes Bey de vardı.
Selami Yurdan, Sarayova'nın etrafını kuşatan Sırp gücünü kırmak için yapılan savaşta şehit olmuştu. Sağlığında yapmış olduğu vasiyeti gereği Travnik'teki Osmanlı kabristanına defnedilmişti. Yürüyen beş bin kişinin içinde sekiz Türkiyeli olmuştuk. Boşnakların elindeki ve tişörtlerindeki Türk bayrağı sayısı bizden fazlaydı.
Mehmet Can Bey'le beraber yürüyorum. Başımda güneşe karşı keten bir şapka var. Toplulukta fötrler, şapkalar, Boşnak külahları, başörtülü genç kızlar olduğu gibi, kısa pantolonlu, sırtları açık genç kızlar da epeyce vardı. Ben şapkayı çıkarıp, dantel işlemeli beyaz takkemi taktım.
Onlara dua için ben de bir bardağa uzandım
Yürüyüşçüler gayet sakin, önle arka birbirini göremeyecek kadar uzun bir kortej oluşturdu. Yol ağaçlar arasında bir görünüp bir kaybolarak uzanıyor. Öyle ki, yeşil adaların arasından kilometrelerce uzayan bir bayrak ve giysi renkliliği ortaya çıkıyor. Yürüyüşçülerin kendileri gördükleri manzaraya şaşırıp, resimlemeyi kaçırmıyorlar. Yavaş yavaş yanlarda taşınan sular içilmeye başlandı. Öğlen namazı girdiğinde ilk köye ve camiye rastlıyoruz. Burada bir kısım yürüyüşçüler mola vermişler. Abdest alıp camiye girdiğimde içerinin dolu olduğunu görmek beni şaşırttı. Üst kata çıktım. Öğlenle ikindiyi birleştirerek cemaatle kıldık. Tekrar yola koyuldum. Evlerin önünde kadınlar kahveler pişirmiş, geçenlere ikram ediyordu. Kahve fincanları, plastik bardaklar… Yürüyüşçülerin bir bölümü, birbirine dokunmadan uzanıp alıyor, çoğu yola devam ediyordu. Kahve ikram edenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Bir bahçe çitinin gerisine durmuş üç genç kız su dolduruyor, küçük bir kız da bardakları geçenlere uzatıyordu. Daha yeni sudan geçmiş olmamıza rağmen onlara dua için ben de bir bardağa uzandım. Biraz ileride elleri böğürlerinde, başları örtülü sağlı sollu yirmi Boşnak kadın dikiliyordu. Öndeki yaşlı ana ağlayarak gelenlere dokunuyor, kimine sarılıyordu. Ve oradan geçerken benim yüreğim de patladı. Uzun süre kendime gelemeden yürüdüm, gittim.
Nasılsın arkadaş?
İlk şehitliğe ulaştık. Komutan Ahmet Mesic için yapılmış geniş bir alan vardı. Konuşmalar yapıldı, ağıtlar söylendi, dualar okundu ve yola devam edildi. Tepelerden aşağı inmiştik. Drina nehrine doğru akan dereleri üst üste, taştan taşa atlayarak geçmek yürüyüşü yavaşlatmıştı. Ben ayakkabılarımı çıkarıp, paçalarımı sıvayıp geçmeyi sıra beklemeye yeğledim. Böyle beş geçiş yaptık. Cebime doldurduğum şekerlerden sağa sola ikram ediyordum.
Arkadaşlardan ayrılmıştım. Ortadan arkaya doğru selamlaşarak bir ileri bir geri kalarak devam ediyordum. Kelime-i Tevhid bayrağı taşıyan biri kız on kişilik bir genç ekip koşarak yanımdan geçiyordu. Bayrağı taşıyan uzun boylu genç sık sık tekbir çekiyor, grup "Allahu Ekber" diye ses veriyordu. Onların arasına katıldım. Üç gün boyunca zaman zaman onlarla yürüyüp ayrılacaktım. Uzun boylu, altmış yaşının üstünde bir Boşnak, "arkadaş sen Türk müsün?" dedi. Evet cevabını alınca elini uzatıp, "Nasılsın arkadaş?" dedi. Yürüyüş boyunca böyle onlarca insanla birebir tanıştım.
Vurulan, yerde bir hatıra olarak yatarken…
Mehmet Can Hoca’yla bir yokuş başında buluştuk. Yağmur başlamıştı. Şemsiye açanlar, yağmurluklarını giyenler oldu. Ben de rüzgârlığımı giydim. Yağmur iyice şiddetlenmişti. Ormanın içinde devam eden yürüyüş yağıştan az etkileniyordu. Orman bitti, yağmur kesilmedi. Ve bir yokuşa sardık. Su paçamızdan akıyordu, önümüze gelen bir caminin son cemaat yerine de bir süre oturduk. Islanan tişörtümü sıkıp yeniden giydim. Caminin minaresi savaşta Sırp helikopterlerince vurulup yıkılmış, vurulan, yerde bir hatıra olarak yatarken yerine minare yapılmış. Uzaktaki köylerde de kalem gibi minareler, “ölmedik ölmeyeceğiz, dimdik ayaktayız” diye varlıklarını haykırıyordu.
Fransız kadın herkesin annesi olmuştu
Mehmet Bey, “Yarım saat yukarıda bu günkü yürüyüş bitecek, geçen sene ben geri gelip bu camide gecelemiştim. Yine buraya dönüp kalırız” dedi. Kalktık, yağmurun ılıklığı altında yokuş yukarı devam ettik. Evlerin önünde yağmura rağmen kahve ikram edenler vardı. Biz de birer plastik bardak alıp yürüdük. Yol daralmış ve kayganlaşmıştı. İlk defa giydiğim ayakkabılarımın, çamur inişlerde iyi tutunup kaymamasına sevinmiştim. Yine de elime kalın bir sopa aldım. Bazen ona dayanarak inme ve çıkma ihtiyacı hissediyordum.
Diz kapağından protezle yürüyen genç adama arkadaşları yardım ediyordu. On yaşındaki Rahima buralarda babasının elini bırakıp yürüyordu. Yetmiş beş yaşındaki Fransız kadın, o kalın gözlükleri ardındaki maviş gözleriyle herkesin annesi olmuştu, kimse ona selam vermeden geçmiyordu.
“Arkadaş nasıl gidiyor?” Boşnak ekip burada beni bir kere daha vurup geçmişti. Bu kadar suya çamura batacağımızı bilsek o derelerde taştan taşa atlamayla hiç kimse uğraşmazdı her halde. Çıktığımız kadar inmiştik. Aşağıda cami ve evler belirmişti. Hoca, "Geçen seneki konaklama yerini çok geçtik, artık o camiye dönme imkânımız kalmadı" dedi. Asfalta inmiştik, yola devam ediyorduk. Yarım saat sonra ilk çadırlara rastladık. Enes, Emir Bey ve Beyza yolun solunda kendilerinin kurmuş olduğu üçer kişilik çadırların önünde dikiliyorlardı.
Bosna ordusu, geniş arazide yürüyüşçülerin kalacağı çadırları kurmuştu. Arazi mutfağının önünde sıraya geçenler akşam yemeğini alıyordu. Hoca, "Ben önce çadırımı kurayım" dedi. Ben de yemek kuyruğuna girdim. Melamin bir kase içinde haşlama et parçası, bir ekmek ve sabah kahvaltısı için hamsi konservesi verdiler. Kucağında battaniye olanlara nereden alacağımı sordum, kamyonlardan veriyorlarmış. Uzun boylu bir genç adam "Nerelisin?" dedi. ''Türkiyeliyim'' cevabını alınca askerlere, "Bu Türk misafire battaniye" diye yanaştı. Battaniye bitmiş, askerlerden biri kamyona bindi, iki battaniye uzattı. Ben birini aldım, o genç adam, "Yer buldun mu?" dedi. "Hayır" dedim. 'Benimle gel' dedi. O zaman etrafındaki on kadar genci fark ettim. “Ben Monstar Medresesi'nin hocasıyım. İmamım. Bizi takip et” dedi. Tekrar asfalta çıktık, geldiğimiz yola doğru geri gidiyorduk. İmam geri dönüp: “Camiye gidiyoruz, orada kalacağız" dedi. Camiye vardık. Üst kata çıktık. Gençler yerlerini tutmaya başladı. Ortada duran alüminyum merdivenleri kaldırdım. Açılan duvar kenarına battaniyeyi üçe katlayıp serdim. Neyim kuru kalmıştı, gece giymek için aldığım ince giysi ve son gün temiz giyeceğim fanilayla gömlek ıslanmamıştı. Onları mecburen giydim. Pantolonumu, ayakkabıları, tişörtleri yıkayıp merdivenlerin üzerine astım. O sırada Ali Osman, Eser, Arap gençler ve Fatma Betül de geldi. Onlar alt kata yerleşti. Fatma için imam gelince kapalı odayı açtıracaktık. Fakat imamın onu evine, ailesinin yanına götüreceğinden emindim, öyle de oldu. İmam Fatma'yı evine götürdü.
Kameniça köyüydü burası ve bugün kırk kilometrelik cennet yansıması bir arazide yürümüştük. Tek tedbir ilacı olarak kullandığım aspirinden bir tane ağzıma attım. Açtığım uyku tulumunun üzerine uzandım.
9 Temmuz; sabah namazına kalktık. Kalabalık bir cemaatle namaza durduk, müezzinliği ben yaptım. Duadan sonra toparlanmaya başladık. Herkes azığını çıkarıp kahvaltıya başladı. Ben balığı öğlene ayırmıştım. Çantamın yan gözündeki küçük reçeli ekmeğin üzerine sürdüm.
Drina-Drinaça
Pantolon hiç kurumamıştı. Tişörtler nispeten kurumuştu. Onları giydim. İnce giysinin paçalarını çoraplarımın içine soktum. Yelek yağmurluk kuşanıp aşağı indim. Ayakkabılarımın tabanına koli kağıtlarından yerleştirdim. Böylece ıslaklıktan korunacaktım. Yola çıktık. Evlerden kahveye davet ediyorlardı. İmam ve ekibi ilk eve girdi. Diğer ekip henüz yola çıkmamıştı. Ben tek başıma konaklama yerine yürüdüm. Saat henüz yedi buçuk olmamıştı. Fakat Marşa Mira'cılardan hiç kimse kalmamış, yola çıkmışlardı. Devam ettim. İlk rastladığım, sırt çantalarında dalgalanan bayraklarıyla yaşlı İtalyan karı-koca oldu. Aşağıda uzanıp giden yolda yürüyüşçüler düne göre daha uzun bir kol oluşturmuşlardı. Arkayla ön arasında kilometrelerce uzayan bir renklilik vardı. Güneş çıkmıştı ve bugün hava güzeldi. Öğleden önce Drinaça'nın üzerinden geçtik. Boşnaklara sorduğumda ‘Drina çayı’ ve ‘Drinaça’ yani daha sonra katılıp büyüyerek Drina adını almadan önce Küçük Drina manasında Drinaça dendiği gibi iki karşılık aldım. Üstünden geçtiğimiz bir çay değil, gecede yağan yağmurla coşmuş koca bir nehirdi. Drina Kanyonu’nda ve Vişegrad'da, Drina köprüsünün altından geçen tertemiz suyla toprak renkli Drinaça'nın renkleri bir birine hiç benzemiyordu.
Ekmek ve su olsun yeter
Nehrin üstündeki köprüden karşıya geçenlerden ateş yakıp eşyalarını kurutarak dinlenenler vardı. Sık orman içinde güneşin süzülüp içine giremediği bir dağ patikasını tırmanmaya başladık. Zaman zaman iki kişi yan yana olabiliyor, çoklukla tek sıra halinde yürünüyordu. Yağmurdan kayganlaşan çamurlu yol zaman zaman beklemelere neden oluyordu. Marşa Mira'nın en zorlu yeri burasıydı. Fakat yürüyenler sakin, telaşsız, sessizdi. Bazen kenara çekilip dinlenenlere rastlıyorduk. Saatler sonra güneş çıktı. Vardığımız geniş düzlükte önden gidenler mola vermişti. Mehmet Hoca da bir kenarda oturuyordu. Ben de çöktüm. Çantamdan bisküvi çıkardım, hocaya ikram ettim. Isırdığım bisküviyi ağzımda çevirip yutamıyordum. Suya ihtiyaç vardı. O zaman "ekmek ve su olsun yeter" cümlesinin manası bu olsa gerek diye düşündüm.
Bir de toplulukla kalalım
Tekrar yürümeye başladık. Çıktığım dağın uzayıp giden inişindeydik. Yine evler ve kahve ikramları başlamıştı. Önüme güzel bir cami çıktı. Ravaşi, şehit Dzamiya Camii. Başlama 1988, bitiş 2006. Kiremit çatılı giriş kısmında bakır kaplı üç küçük kubbesi, tek şerefeli bir minaresi var. Abdestlikleri içeride ve çok güzel yapılmış. Akşam beraber kaldığım bütün Boşnak ekip namazdaydı.
Namazdan sonra yola devam ettim. İkinci günü bitiriyorduk ve geçtiğimiz bölgede henüz Sırp köylerine rastlamamıştık. Tırmandığımız bir yokuşta ikinci geceyi geçireceğimiz mola yerine ulaşmıştık. Mranvinçi bölgesi. Bu gün otuz kilometre yürümüştük. Etap çok kısa gelmişti. Ali Osmanlar’ı büyük bir çadırın girişinde yer tutmuş buldum. Ben de içeri girip eşyalarımı koydum. Kamyona gidip bir battaniye alarak yatacağım yere açtım. Sonra Mehmet Hoca’nın çadır kurduğu alana çıktım. Yan taraftan bir ses, "Arkadaş nasılsın?" Amsterdam'da oturan Boşnak genç Ernad'dı bağıran. Yanlarına gidip hepsiyle tokalaştım. Fotoğraf makinem su almış ve çalışmıyordu. Betül'ün makinesini alıp kamp yerinde resim çekmeye indim. Geri döndüğümde, "Boşnak gençler bize karpuz gönderdi" dedi Mehmet Hoca. "Ernad, karpuz ikramına teşekkür ederim" diye seslendim. Yemeğe indik. Etli pilav vardı. Gece yakmak için odun topladık. Katalan gençler de karşımızda yatıyordu. Saat 11.00’de uzandım. Dışarıda ateş yanıyordu. Bütün çadırlar uyanıktı. Arap gençler toplandı. Dört kilometre ilerideki camide yatacaklarmış. Ben, “bir de toplulukla kalalım” dedim. Eser'le Ali Osman kaldı. Betül'ü yine eve götürmüşler.
Ben imamım
10 Temmuz: Sabah namazına kalktım. Mehmet Hoca da tanker başında abdest alıyordu. Sonra mescit çadırına gittim. Kalabalıktı, zorla yer buldum. Sünneti kıldım. Oturuyoruz, ortalık ağarıyor. Farza kalkılmadı. Yanımdakine, “vakit geçiyor” dedim. Anladığım kadarıyla imam aranıyordu. “Ben imamım” dedim, hemen yolu açtılar. Hayret ederek namazı kıldırdım. Normal zamanda Fatiha'yı okurken öksürmekten korkarken şimdi sesim daha iyi çıkarak namazı kıldırmıştım. Şehitlerin toprağında yürümek ve yatmak “üşütürüz” korkusunu silkeleyip üzerimden atmıştı. O kadar yağmur, tek battaniye altında çadırda uyumak, iki günde 70 km yol yürümek bedensel bir direnç oluşturmuştu. Namazdan sonra yol hazırlıkları başladı. Uyku tulumumu, battaniyeyi, naylon torbaya koydum. Omuz çantamdaki fazlalıkları da onların arasına sıkıştırıp sardım. Kamyonlar eşyaları alıp bir sonraki kalınacak yere taşıyordu. Bunu yeni keşfetmiştim. Eser'in fazlalıklarını da sararak kamyona verdim. Böylece yükümüz hafiflemişti.
Saat yedide yürüyüş başladı. İlk tepeyi aşınca, güneş bu günün daha güzel olacağını, gösteren ihtişamıyla çıktı. Saat onbir olduğunda Marşa Mira'nın ilk gün çıkışındaki toplu yürüyüşten hiç bir eser kalmamıştı. Katılımcılar alışmışlığın verdiği rahatlıkla ikişerli üçerli yürüyordu ve arkayla ön arasındaki açıklık beş kilometreye ulaşmıştı. Bir uç bir yamaçta, diğer uç başka bir yamaçtaydı. Saat onbir sıralarında geçtiğimiz tepelerde beş kadar hristiyan mezarı, bir küçük Ortodoks kilisesine rastladık. İleriden duman yükseliyordu. Bu harika tabiatı bozan bu duman da neydi? Sağda ve solda yanan iki ot yığını vardı. Kilisenin etrafında polisler nöbet tutuyordu. Ortalıkta başka insan yoktu. Bu iki ot yığınını yürüyenler yaktıysa büyük hataydı ve yapmamalı, engellenmeliydi. "Yürüyenler Sırpların mallarına zarar veriyor" propagandası yapılabilirdi. Aldığımız bilgi Sırpların bu yürüyüşlerin sürekli artan bir grafik yakalayacağını ummamaları, hatta ilk yıllardaki azlığa bıçak sopa gösterdikleriydi. On beşinci yılda sayının on binlere ulaşacağı bekleniyor. Fakat bu anlamlı yürüyüş, iki yığın otla dumanlanmamalıydı. Hava iyice ısındı. Uzun süre çeşmeye rastlanmadı. Sonra yine çeşmeler, kahve ikramları başladı. Yine insanlar birbirini itmeden su kuyruğuna girdi. Vardığımız bir köyde, su tankerlerinin yanında sandviç ekmeği, petlerde içecek ve su dağıtan araçları da bizleri bekler bulduk. İki sandviç ekmeği aldım. Kahve dağıtan evden bir kahve alıp bir ağaca sırtımı verip oturdum. Son kalan bisküvi paketini kahve dağıtan evin çocuğuna uzattım.
Gelecek sene bu yürüyüşe katıldığımda kadınlara hediye edecek eşarp, çocuklar için çikolata, şekerleme, erkekler içinde tesbihler getirmeyi unutmadan notlarımın içine yazdım.
Tekrar yürümeye başladık. Öğle sonrası bütün yürüyüşçüleri, bir meydanda çayırlar üzerine ağaçlar altına toplanmış olarak buldum. Su tankerleri yine gelmişti. Cuma namazı için ses düzeneği de kurulmuştu. Bu manzarayı çekmek için fotoğraf makinesi aramaya başladım. Dün ki kamp yerinde resimlerini çektiğim başörtülü kızın elindeki makine benimkine benziyordu. Hemen belleği çıkardım. Kızın elindeki makineyi istedim, verdi. Kartları değiştirdik. Bu görüntüyü kaydetmezsem çok üzülecektim.
Cumayı kalabalık bir cemaatle kıldık, seyreden sayısı daha fazlaydı.Yaşlı Fransız kadın elinde tab edilmiş resimleri dağıtıyordu. Bu arazide bu işi nasıl becerdiğini merak etmiştim. Eser açıkladı; bu hanım her yıl katılıyormuş. Bir yıl önce çekip bastırdığı resimleri bir yıl sonraki yürüyüşte sahiplerine hediye ediyormuş.
Cumadan sonraki etapta Tuzla Medresesi’nin hocası ve öğrencileri arasında yürümeye başladım. Altmış yaşındaki hoca efendi yürüdüğümüz süre boyunca Kur'an-ı Kerim'den sureler okuyor, arada bir “Allahu Ekber Allahu Ekber” diye tekbirler getiriyordu.
Saat 16'da Potoçari Şehitliği yeşillikler arasında göründü. Karşıda Hollandalı askerlerin, kendilerine sığınmış altı bin Boşnak müslümanı Sırp kasapların kamyonlarına yükletip zorla ölüme gönderilen yüz karası karargâhları vardı.
![]() |
(+) |
Bembeyaz mermerlerin güneş altında parladığı, dünyanın en büyük şehitliklerinden biri olmaya doğru yürüyen Potoçari. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar, onlara sağlığında sarılamasa da günbegün büyüyen bir Marşa Mira. Unutturulmama, tekrarlatmama buluşmasına dönüşüyordu. Onbeş bin Srebrenicalı’nın bir kurtuluş umuduyla çoluk çocuk dağlara vurduğu yerlerdi buralar. Sırtlan belgeselini izleyenler bir gün Sırp belgeselini de paramparça bağırla izleyecektir elbette. Yürüyüşçüleri kalabalık bir halk karşıladı. İranlı, Macar, İsveçli televizyoncular bütün bu yolu bizle yürümüşlerdi. Belki bizim çocuklar aşağıda bekliyorlardır. Arada bir TRT ekibinin yürüyüş kolunu beklediği gibi.
Aynı anda Bihaç'tan yola çıkan bisikletçiler de geldi. Bizim ekibin ilk geleni bendim. Bütün çadırlarda şehir isimleri vardı. Kamyondan indirilen eşyaların arasındaki emanetimi bulup aldım. Bir şey daha öğrendim. Küçük gruplar kendi çadırlarını kuruyordu. Kamyondan bir çadır da ben aldım, meydana çektim. Yan çadırda Türk bayrağı asmış Boşnak gençlere, "Ben Türküm ve çadırı kurmak için yardıma ihtiyacım var" dedim. Hemen kalktılar, medrese öğrencileri de geldi. Çadırı kurdular. Altına naylon serip üzerine battaniyeler attık. Fakat bizim ekipten haber yoktu. Çadırları dolaşmaya başladım. Onları bir yere yerleşmiş buldum. "Haydi, kalkın, bu defa kendi çadırımızda kalacağız." Onlar da şaşırdı. Gelip çadırı gördüler. Arap gençlerin büyükleriyle beraber sekiz kişi çadıra taşındı.
Bugünkü yemekte barbunya içine sosis konuyordu. Sosis istemedim. Weska kahve firması yemeğe ek tatlı dağıtıyordu. Yol yemeklerinin tamamını Tuzla Merhamet Vakfı ikram etmişti.
Gelen şehit sandukalarını taşıyıp geniş alana dizdik. Şehit aileleri sarılıp ağlıyordu. Akşam namazında şehitliğin içindeki camiye gittik. Mustafa Çeriç başta olmak üzere şehir müftüleri buradaydı. Çeriç kısa bir konuşma yaptı: "Burada olanlara kimse yok diyemez ve kimse göz yumamaz, işte her şey ortada." Sonra hatim okundu.
Burada gözlerim bizimkileri aradı
11 Temmuz; sabah namazı vakti bütün çadırlar aceleyle sökülüp toplandı. Bu alana, gelen otobüsler park edecekmiş. Hava hafif yağmurluydu. Yol arkadaşım Boşnak, "Arkadaş nasılsın, benim hanım da geldi. Kahve ve börek var, gel bizimle otur" dedi. Bu samimiyet ve dostluğa memnun olmuştum.
Merhamet Vakfı, kurduğu stantta küçük petlerle su, gazlı içecek dağıtıyordu. Weska kahve firması da plastik bardaklara doldurduğu kahveleri masanın üstüne yığıyor, gelen geçen alıyordu. Burada gözlerim bizim vakıflardan birini, birkaçını, dünyanın her tarafına mal ulaştıran suculardan, kolacılardan, bisküvicilerden birinin standını aradı.
Şehidimin başından ayrıldım
Saat 11.00’de şehitlik, kalabalıktan girilecek gibi değildi. Şehit sandukaları geceledikleri yerden alınıp, hazırlanmış olan ebedî topraklarına götürülüyordu.
Ben de şehit sandukalarından birine sahiplenircesine sarıldım. Arayarak yerini bulduk. Kabre indirdik, içeri inen akrabalarına tahtaları uzattım. Başı daha az kalabalık bir şehitti. Bir kürek buldum. Tek kürekle elden ele toprağını attık. Sonra Kur'an ve Fatiha’sını okuyup şehitimin başından ayrıldım.
Merhum Bahattin Yıldız’ın bu Srebrenica yürüyüşü notları dunyabulteni.net’ten ç-alınmıştır.
Orada neler yaşandığının derin delili... Dilini anlamasak da ruhunu anlayabiliyoruz elhamdülillah. Haydi dinleyelim: srebrenicki inferno!