Yeni hayatımız Ramazan'a göre düzenlenmiş bir hayat değil. Sadece Ramazan'a değil, bize ait hiçbir değere ve o değerlerden neş’et etmiş biçimlere göre de düzenlenmiş değil. Birbirini izleyen sıradan günler ve aylarda bu düzenlemenin bize uymadığını, hayatın hızlı ve hırslı akışı içinde çok fark etmiyoruz. Ancak Ramazan gelince biraz kendimize geliyoruz ve “Bu hayat nedir?” sorusunu soruyoruz. Çünkü yeni hayatımızdaki düzenlemenin bize ait olmadığını Ramazan, bize çok daha iyi anlatıyor.
Hepimiz bir medeniyet gurbetinde yaşıyoruz
Bu hayat nedir? Bu hayat kime aittir? Biz bu hayatın neresindeyiz? gibi soruların kısa ve tek cümlelik bir cevabı vardır: Hepimiz bir gurbette yaşıyoruz. Bu bir medeniyet gurbetidir. Bu, kendi medeniyet değerlerimizden ayrı kalmanın gurbetidir. Medeniyeti oluşturan değerler, toplumun çok büyük kesimlerinde hâlâ İslam Medeniyeti’nden kaynaklanan değerlerdir. Bu değerler, toplumsal ölçekte insanımızın içinde mevcuttur. Tanımları ve mahiyetleri çok iyi ifade edilemese bile ruhun derinliklerinde, kalbin en gizli köşelerinde yine ve çok şükür bu değerlerle yaşıyoruz. Ve bu değerler hemen yakın bir gelecekte, hatta şimdi tüm insanlığın bizden talep edeceği ve ettiği değerlerdir.
Bir medeniyet algısının değerler sistemi, ancak biçimlere dönüşerek hayata intikal eder, yani yaşanır hâle gelir. Değerler biçimlere dönüşmezse sadece teorik olarak kalırlar ve hayatı yönlendirip yönetemezler. Eski toplumumuz, medeniyet algısını yorumlayıp buradan biçimler üretmişti. Ecdâd bu biçimlerle uzun yüzyıllar yaşadı, şehrini kurdu, mahallesini imar etti, evini inşa etti ve en önemlisi bu mekânsal kurgunun içinde bir inşa modeli ihya etti. Sonra zaman değişti; değişen şartlar eski biçimlerin yaşamasını imkânsız hale getirdi ya da çok zorlaştırdı. Çünkü biçimler, zamanın ve mekânın şartlarıyla değişime mahkûmdurlar. Önemli olan bir toplumun değerler sisteminden kopmaksızın, yeni mekânlar ve zamanlar için yeni biçimler üretebilmesidir.
Dünkü İstanbul'da değerler ve biçimler bütünlüğü içinde yaşayan ecdâd, bugün artık hayatta değil. Onların hatıralarını ve mirasını görüyor, biliyor, anlamaya ve benimsemeye çalışıyoruz. Toplumsal ölçekte değerler hâlâ içimizde olmakla beraber bugün yaşamak için gerekli ve bu değerlerden üretilmiş biçimlerimiz maalesef mevcut değil. Son yüzyılda kendi değerlerimizden neş’et eden biçimler ortaya koyamadık. Gurbet akşamı, bu aczin ve mahrumiyetin ifadesinden başka bir şey değildir.
Hayatımıza hâkim olan biçimler, başka bir uygarlığa ait olan biçimlerdir
Yahya Kemal Bey, Atik Valde’de yaşanan bir Ramazan iftarını, Ramazan mâneviyyetini ruhunun derinliklerinde sezdiği halde, buna katılamamaktadır. Çünkü o, bir gurbet adamıdır. Medeniyeti oluşturan temel değerler hâlâ içinde mevcut ve yaşamakta olduğu için Atik Valde’yi, oradan inen sokağı, yaklaşan iftar vaktini ve Ramazan mâneviyyetini hissediyor, fakat biçimlerle alakasını kestiğinden bu manevi sofradan nasib alamamanın hüznünü yaşıyor. Çünkü onun hayatına hâkim olan biçimler, başka bir uygarlığa ait olan biçimlerdir.
Bugün pek çoğumuzun hali, Yahya Kemal'in halinden hiç farklı değildir. Daha da kötüsü o, kendi gurbetinin farkındayken bugün toplumun büyük bir ekseriyeti, yaşadığı gurbetin de farkına varamamaktadır. Ramazan mâneviyyetine katıldım zanneden büyük kalabalıklar, zahiren birtakım şölen ve törenlere katılmakta iseler de medeniyet değerleri ve bunlardan oluşan biçimler noktasından bakıldığında başka biçimlerin ürettiği bize yabancı etkinliklere iştirak etmektedirler.
Toplum bugün genel manada başka bir medeniyet anlayışının ve değerler sisteminin ürettiği biçimlerle yaşamaktadır. Bu gerçeklikten birey olarak tek başına insanın kendini kurtarması fevkalade müşkildir. Ancak herhalde bu gerçekliğin farkına varmak, Ramazan mâneviyyetine katıldım derken katılamadığını ve bir gurbette yaşadığını idrak etmek beşeri ve ferdi bir vazifedir.
İftara ve teravihe sirayet eden gurbetlik
İsterseniz bu tesbiti şu üç özellik, yani iftar, teravih ve mukabele üzerinde deneyerek irdeleyelim. Kimlere, nerede, nasıl, hangi ruh haleti içinde iftar veriyoruz? Veya kimin iftarına, nerede, nasıl ve hangi ruh haleti içinde iştirak ediyoruz? Günümüzde iftar, dostlara bir ikram, fukaraya bir infak mıdır, yoksa bir saygınlık ve mecburiyet göstergesi midir? Böyle bir iftar garazsız ve ivazsız bir hizmet midir, yoksa etkisi, yankısı ve karşılığı umulan ve beklenen bir eylem midir?
Bu soruları çoğaltabiliriz. Her yeni soru, içimize hiç de parlak olmayan tortular bırakıyor. Endişelerimiz, sıkıntılarımız ve ruhî kesafetimiz artıyor. Çünkü hayatımıza hâkim olan biçimler, Ramazan'a ve iftara da intikal etti. Biz hayatımızı kendi değerlerimize göre değil, başka bir değer sisteminin ortaya koyduğu biçimlere göre yaşamaktayız.
Diğer iki göstergeyi, çok kısa değinerek ifade etmek istiyorum. İstanbul Ramazanlarında selâtin camilerinin iç mekanları ne teravihlerde ne de mukabelelerde doluyor. Yazın, hayatın hareketi ve tatil zamanı, kışın ise eğitim ve iş yoğunluğu ve trafik birer mazeret olarak ileri sürülüyor. Bu mazeretleri reddetmemiz mümkün değil. Meseleleri başka bir medeniyetin sunduğu veriler içinde ele alıp ferdi bu büyük sorunlarla karşı karşıya bırakırsanız insanın bu hayata teslim olmaktan başka çaresi kalmıyor. Belki çok güçlü şahsiyetler, büyük nasib sahipleri ve yüce ruhlar, büyük fedakârlıklarla bu kısıtlamaların ve engellerin dışına çıkabilir. Ancak cemiyetin büyük bir ekseriyeti bu biçimlere teslim olmaktan başka bir çare bulamıyor ve bulamaz. Bu ise inandığı değerlere göre yaşayamayıp bir başka biçimler sisteminin tabii olmak halidir. Yani bir gurbet akşamıdır.
Gurbet akşamının nihayete ermesi ve bize ait medeniyet değerleriyle yeni bir visalin başlaması için behemahal bu değerlerden neş’et eden bir biçimler bütünlüğü ortaya koymak mecburiyetindeyiz.
Sadettin Ökten, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı, Ötüken Neşriyat.
Murtaza Özeren alıntıladı