Bir okuyucu, hepimizin bildiği Rahip Bahîra rivayetiyle ilgili olarak bir ilahiyat profesörünün yönelttiği aşağıdaki tenkitlerin durumunu soruyor:
1. Hz. Peygamber ölünceye kadar bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylardan ve rahipten niçin hiç söz etmemiştir?
2. Tüm bu bilgiler Hz. Muhammed’in son peygamber olacağını açıkça ortaya koyar ve Yahudi’si, Rum’u, Papazı herkes bunu görüp kendisini teşhis ederken, onun çevresi, büyükleri, Mekke ve Medine’deki Kitap Ehli’nin neden hiç ilgisi ve bilgisi olmamıştır?
3. Rivayette anlatılan olaylar ve durumlar kafilede bulunan insanların hiç mi ilgisini çekmedi?
4. Mekke ile Rahip’in memleketi Busra arası yüzlerce kilometre uzak olup yol boyunca taşların ve ağaçların Hz. Muhammed’i selamlayıp ona secde ettiğini, bulutun onu gölgelendirdiğini bu insanlar görmediği halde Rahip nasıl gördü ve anladı?
5. Resulullah’ın peygamberliğini gösteren bu kadar olağanüstü şeyler meydana gelir ve deliller ortaya çıkarken, yolculuğa katılanlardan onun peygamberliğine yetişenler bunu hatırlayarak neden İslâm çağrısını kabul etmediler? Neden Muhammed’i yanında götüren ve sözde olaya tanık olan Ebu Talib kendisi ona inanmadı ve bundan kimseye söz etmedi?
6. Bütün bunları insanlar gördüğü ve bildiği halde, Resulullah dini tebliğe başladığı zaman tepki gösterenler neden bu olayı gündeme getirmemiştir? Neden bu kadar tepki görüp yalnız kalırken ve sıkıntılarla karşılaşırken, bunu bilenlerden biri çıkıp olayı hatırlatmamış ve inanmaları gerektiğini söylememiştir?
7. Acaba bu muhteşem olayları görenlerin en azından Mekke’ye dönünce bütün halka olanları anlatması ve Resulullah tebliğe başlayınca zaten kabule hazır olan büyük bir kitlenin birden İslâm’ı kabul etmesi gerekmez miydi?
8. Hz. Muhammed’den önce nice peygamberler geldi geçti ama hiçbirine ağaçlar ve taşlar secdeye kapanmadığı, onları ağaçlar ve bulutlar gölgelendirmediği, çocuk yaşta peygamberliklerini kimse tanımadığı ve öldürmek için insanlar seferber olmadığı halde, neden Hz. Peygamber için bütün bunlar olmaktadır? Ağaçların, taşların, hayvanların bir insana secde etmesi tevhide ve Allah’ın sosyal yasalarına aykırı değil midir?
9. Bu kadar olağanüstü halleri yaşayan ve bilgi sahibi olan Hz. Peygamber Hira’da ilk vahye muhatap olduğunda neden şok oldu? Önceden bu halleri yaşayıp bazı bilgilere sahip birisi olarak bunu soğukkanlılıkla karşılaması gerekmez miydi?
10. Rahip, Hz. Peygamber’in tanınıp kendisine zarar verilmesinden korkarak geri gönderilmesini sağlıyor. Oysa Hz. Peygamber daha sonra Hatice adına Şam tarafına ticaret kervanları düzenleyip, bizzat başlarında bulunuyordu. Bu ikisi nasıl bağdaşır? O yaşlarda yabancı yerlere gitmesi tehlikeli olan Hz. Muhammed için genç yaşlarında aynı tehlike mevcut değil miydi?
11. Rivayetlerden anlaşıldığına göre bu yolculuk, Hz. Peygamber henüz 13 yaşında, Ebubekir de 11 yaşında iken olmuştur. Bilal bu yolculuğa katılmadığı gibi, Ebubekir’le de henüz bir ilgisi yoktur. Hatta Bilal henüz doğmamıştır.
12. Ayet, “Ey inananlar! Yoldan çıkmış/fasık biri size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete kötülük edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.” (Hucurat Suresi, 6) dediği halde, Peygamberlik gibi önemli bir konuda Müslüman olmayan birinin şahitliğine nasıl itibar edilir?
13. Ve nihayet Kur’an’ın “Sen, sana bu kitabın verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir...” (Kasas Suresi, 86), “İşte Sana da buyruğumuzla Cebrail’i gönderdik; Sen önceden kitap nedir, iman nedir bilmezdin...” (Şura Suresi, 52) gibi ayetler, Hz. Muhammed’in böyle bir olayı yaşadığını yalanlamaktadır. Çünkü böyle bir olayı yaşasaydı, en azından peygamber olacağına ilişkin bilgisi ve beklentisi olurdu. Kur’an ise, böyle bir bilgisinin ve beklentisinin olmadığını söylemektedir.
Cevaplar:
Gördüğünüz gibi işimiz bu defa zor ve uzun. Hayli vaktimizi alacak gibi görünen -ve kısaltarak zikrettiğim-bu tenkit ve sorulara mukaddime kabilinden olmak üzere şu kaideyi hatırlatarak başlayalım:
Herhangi bir rivayet tenkit konusu yapılacaksa önce senedine bakılır. Eğer sened itimada şayan ise metne geçilir. Sened itimada şayan değilse metin üzerinde durmaya da gerek yoktur. Zira metin bize ne kadar makul, doğru ve kabule şayan gelirse gelsin, şayet itimat edilecek bir senedden mahrum ise, ona “hadis” değeri atfetmek doğru değildir.
Rahip Bahîra hadisesi özeline geldiğimizde, bu konuda daha önce Arap aleminde de itirazcı yaklaşımlar bulunduğunu biliyoruz. Bunların bir kısmı sened, bir kısmı da metin cihetindendir. Bu yazının konusunu teşkil eden çalışmanın sahibi de meseleye aynı şekilde yaklaşmış ve hadisenin senedinin “çürük” olduğunu söylemiştir.
O halde önce senedden başlayalım:
Rahib Bahîra hadisesini et-Tirmizî, el-Hâkim, İbn Sa’d, Ebu Nu’aym, el- Beyhaki, İbn Asâkir ve daha başkaları Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Ebza, Abdullah b. Muhammed b. Akil (Allah hepsinden razı olsun) ve daha başkaları kanalıyla rivayet etmişlerdir. et-Tirmizi bu rivayet hakkında “hasen garibdir” demiştir.
Buradaki “garabet”[1] “Kurâd” isimli ravinin senedde tek kaldığını anlatıyor olmalıdır. Her ne kadar metinde, vakıaya aykırı bir kısım bulunması dolayısıyla ez-Zehebi tarafından “uydurma ve batıl” olarak tavsif edilmiş ise de doğrusu sadece o kısmın hatalı kabul edilmesidir. Zira Beyhaki, İbn Hacer ve daha başkalarının da vurguladığı gibi Rahip Bahîra hadisesi ehl-i siyer arasında bilinen, meşhur bir hadisedir.
Bu sebeple ed-Dimyati ve İbn Hacer gibi Hadis otoriteleri, rivayetin sadece son kısmının münker (sahih rivayetlere aykırı) olduğunu belirtmiş, İbn Hacer bu isnadın kuvvetli olduğunu söylemiş, el-Cezeri ise doğrudan sıhhatine hükmederek, ravilerinin el-Buhârî ve Müslim’in her ikisi veya biri tarafından hadisleri alınmış kimseler olduğunu tasrih etmiştir.
Rivayetin münker kısmı, Rahip Bahîra’nın uyarısı üzerine Ebu Talib’in Efendimizi (s.a.) Mekke’ye geri göndermesi esnasında Hz. Ebubekir’in (r.a.) de Hz. Bilal’i (r.a.), Efendimiz (s.a.) ile birlikte gönderdiğini anlatan son kısımdır. Bu sefer sırasında Efendimiz (s.a.) 12 veya 9 yaşındadır. Hz. Ebubekir (r.a.), Efendimizden (s.a.) yaklaşık 2 buçuk yaş küçüktür. Bilal-i Habeşi (r.a.) ise henüz dünyaya gelmemiştir.
İbn Hacer, rivayetin bu kısmının aslında bir başka rivayete ait olduğunu ve ravilerden biri tarafından hataen bu rivayete monte edildiğini söyler ki Allahu a’lem doğrusu da bu olmalıdır. Zira Efendimizin (s.a.), 20’li yaşlardayken Hz. Ebubekir (r.a.) ile birlikte Şam tarafına bir ticari yolculuk daha yaptığını ve bu yolculuk esnasında da rahibe uğradıklarını anlatan bir rivayet mevcuttur. İbn Sa’d da Efendimizin (s.a.) Meysere ile birlikte Hz. Hatice (r.anha) validemizin kervanıyla Şam tarafına gittiği esnada yollarının bir rahibe uğradığını ve Efendimizdeki (s.a.) peygamberlik alametlerini gören rahibin Meysere’ye bu durumu haber verdiğini anlatan bir rivayete yer verir.
Yukarıda ez-Zehebi’nin, hadisenin kaynaklarından olan el-Hâkim’in el-Mustedrek’indeki rivayet hakkında (metnindeki nekaret sebebiyle) “mevzu” ve “batıl” ifadelerini kullandığını belirtmiştim. Bilebildiğim kadarıyla ulemadan bu rivayet hakkında böyle bir ifade kullanan başka birisi yoktur.
ez-Zehebi’nin söz konusu hükmü de ağırlıklı olarak rivayetin yukarıda belirttiğim münker kısmından kaynaklanıyor olmalıdır. Nitekim o, Tarihu’l-İslam’da bu rivayete yer verdikten sonra, “Cidden münkerdir” der ve ardından, bu yazının konusunu teşkil eden itirazları -hemen hemen aynen- sıralar. Aşağıda ele alacağım tenkitlerinden anlaşılan odur ki ez-Zehebî’nin itirazı olayın aslına değil, rivayetin uzun varyantında yer alan kimi detaylaradır.
Tarihu’l-İslâm’da söz konusu varyanta itiraz ettikten sonra, Rahip Bahîra hadisesini daha muhtasar olarak aktaran birkaç rivayete, herhangi bir itiraz ileri sürmeden yer vermesi de bunu göstermektedir.
Keza ez-Zehebi, Sahabe isimlerine tahsis ettiği Tecridu Esmâi’s-Sahâbe’sinde İbn Mende ve Ebu Nu’aym’a tebean Rahip Bahîra’nın da adını zikreder ve şöyle der: “Resulullah’ı (s.a.) bi’setten önce görmüş ve iman etmiştir.”
Burada iki hususu birbirinden ayrı değerlendirmek gerekir:
Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına giderken henüz 9 veya 12 yaşında bulunan Efendimizi (s.a.) de birlikte götürmüş, konakladıkları yerdeki rahip, Efendimizdeki (s.a.) olağanüstülükleri görünce Ebu Talib’e O’nu Şam’a götürmemesi gerektiğini, zira oradaki Yahudilerin O’nu tanıyıp hayatına kastetmelerinin kuvvetle muhtemel olduğunu söylemiş, Efendimizin (s.a.) Mekke’ye geri götürülmesini sağlamıştır. Olayın aslı budur ve bu noktada herhangi bir alimin itirazı -tespit edebildiğim kadarıyla- mevcut değildir.
Bu olay kimi kaynaklarda detaylı bir şekilde verilirken kimilerinde özet olarak nakledilmiştir. Olayın detayları meyanında zikredilen hususlar arasında ulemanın münker olduğunu belirttiği hususlar mevcuttur ve fakat bunları ileri sürerek olayın aslının bulunmadığını söylemek doğru değildir. İbn Seyyidinnâs’dan İbn Kesir’e, Alauddin Moğoltay’dan el-Kastallânî’ye ve es-Süyutî’ye kadar konunun otoritesi pek çok alimin tavrı bu doğrultudadır. ez-Zehebî’nin Rahip Bahîra’yı sahabe arasında zikretmesi de sonuç olarak bu tavrı benimsediğinin göstergesidir.
Muhammed Avvâme, Şu’ayb el-Arnaût ve Abdülkadir el-Arnaut, Nasiruddin el- Albâni, Ekrem Diya el-Ömerî gibi muasır alimler de Rahip Bahîra kıssasının bir aslı bulunduğunu, kimi detaylardaki nekaretin, olayın aslını inkâra müncer olmayacağını söylemişlerdir ki doğrusu da bu olmalıdır.
Rahip Bahîra olayının detaylarıyla ilgili itirazlara gelince:
1. Efendimiz (s.a.) niçin daha sonra bu olaydan hiç bahsetmemiştir?
Efendimizin (s.a.) mucizeleriyle ilgili rivayetlerin genel karakterine baktığımız zaman bu sorunun cevabını görürüz. Şöyle ki: O’nun mucizelerini bize nakleden rivayetler hemen tamamen sahabe gözlemi tarzında gelmiştir. Acaba doğrudan Efendimizin (s.a.) mübarek ağzından menkul kaç adet mucize rivayeti bulabiliriz? Dolayısıyla Rahip Bahîra olayının da sahabi gözlemi olarak nakledilmiş olmasında şaşılacak bir taraf olmadığı gibi, bu durumun, olayı nakleden rivayetlerin sıhhatine halel getirici özellikte olduğu da söylenemez. Hatta bu, sadece mucizelerle sınırlı bir durum değildir; Efendimizin (s.a.) siretini anlatan rivayetlerin genel karakterinin de böyle olduğu malumdur. Esasen terminolojide “fiili hadis” denen kategorinin özelliği sahabi gözlemine dayanıyor ve sahabi sözü olarak aktarılıyor olmasıdır.
2. Rahip Bahîra’nın dikkatini çeken olağanüstülükler, kafiledekilerin dikkatini niçin çekmemiştir?
Rahip Bahîra’nın, Son Peygamberin (s.a.) zuhurunun yakın olduğu konusunda bilgi sahibi birisi olarak çevresindeki olay ve insanları titizlikle gözlemlediği anlaşılmaktadır. Hatta bu konuda bilgi ve beklentisi olan sadece o değildir; gerek ilgili rivayetin, gerekse daha başka nakillerin ortaya koyduğu gerçek odur ki Yahudisiyle Hristiyanıyla bilgi sahibi Ehl-i Kitab’ın genelinde bu beklenti mevcuttur. Dolayısıyla çevresini böyle bir hassasiyetle gözlemleyen birisinin, başkalarının göremediği incelikleri görmesi şaşırtıcı değildir.
Esasen mucize de olsa, herhangi bir hadiseyi basiret gözüyle görmeyenlerin arzu edilen sonuca ulaşması mümkün değildir. Böyle durumlar, “Sen onların sana baktığını görürsün; halbuki onlar görmezler.” (Araf Suresi, 198) ayetinin misdakını teşkil eder. “Gerçek şu ki gözler körelmez, fakat asıl göğüslerdeki kalpler körelir.” (Hac Suresi, 46)
3. Bu yolculuğa katılanlar bi’setten sonra bunu hatırlayarak neden İslâm’a girmedi? Neden Efendimizi (s.a.) yanında götüren Ebu Talib bilahare O’na iman etmedi?
Bu soru, mucizeyi müşahede eden herkesin behemehal iman edeceği gibi bir lazım-melzum ilişkisi mantığına dayanmaktadır. Evet mucize, muhatabın imana direnmedeki bahane ve gerekçelerini ortadan kaldırır; ama mucizeyi gören herkesin hemen iman etmediği de naklen ve adeten sabittir. Aksi olsaydı söz gelimi Miraç sonrası Efendimize (s.a.) Mescid-i Aksa’nın pencerelerinin kaç adet olduğunu soran Kureyşlilerin, aldıkları cevap üzerine hemen Müslüman olması gerekirdi. Ya da Hz. Musa’nın (a.s.) asasının sihirbazların yılanlarını yuttuğunu gören Firavun ve avanesinin -tıpkı iman eden sihirbazlar gibi- secdeye kapanması gerekirdi. Onlar ve insanlık tarihi boyunca peygamberlere direnen benzerleri niçin iman etmediyse, Rahip Bahîra olayını yaşayanlar de onun için iman etmedi.
Esasen o yolculuğa kimlerin katıldığını ve bi’set sonrası tavırlarının ne olduğunu bilmiyoruz. Rivayette bununla ilgili herhangi bir tasrihat mevcut değil. Orada bulunup da bi’set sonrası İslâm’a girenler bulunmadığını nereden bileceğiz? Dolayısıyla burada sadece Ebu Talib hakkında konuşmak daha gerçekçi olacaktır.
Evet, sadece bu olayı değil, Efendimizin (s.a.) hak peygamber olduğunu gösteren daha başka hususları da müşahede ettiği ve O’nun tebliğinin hak olduğunu bildiği halde Ebu Talib’e İslâm’la şereflenmek nasip olmamıştır. Meselenin detayları Hadis ve Siyer kaynaklarından okunabilir. Burada sadece şu kadarını söyleyelim: Ebu Talib’in iman etmemesi Efendimizin (s.a.) davetinin hakikatinden şüphe duymasından değil, gururundan ve kendisine “dönek/korkak” denmesinden duyduğu endişedendir.
4. Acaba bu muhteşem olayları görenlerin en azından Mekke’ye dönünce bütün halka olanları anlatması ve Resulullah tebliğe başlayınca zaten kabule hazır olan büyük bir kitlenin birden İslâm’ı kabul etmesi gerekmez miydi?
Burada da aynı yanlış lazım-melzum ilişkisi kuruluyor. Hz. İsa’nın (a.s.) beşikteyken konuştuğunu aynelyakin gören Yahudiler’in iman etmemesinin izahı neyse, bu ve diğer mucizat-ı Ahmediyye’yi aynelyakin gören müşriklerin iman etmemesinin izahı da odur!
5. Hz. Muhammed’den önce nice peygamberler geldi geçti, ama hiçbirine ağaçlar ve taşlar secdeye kapanmadığı, onları ağaçlar ve bulutlar gölgelendirmediği, çocuk yaşta peygamberliklerini kimse tanımadığı ve öldürmek için in- sanlar seferber olmadığı halde, neden Hz. Peygamber için bütün bunlar olmaktadır? Ağaçların, taşların, hayvanların bir insana secde etmesi tevhide ve Allah’ın sosyal yasalarına aykırı değil midir?
Bir peygamberin peygamberliğinin gerçekliği, diğer peygamberlerin gösterdiği mucizelerin aynısını göstermesine bağlı değildir! Kuşlar, rüzgâr ve sair varlıklar emrine amade kılınmak başka hiçbir peygambere nasip olmamıştır diye Hz. Süleyman’ın (a.s.) bu mucizesini inkâr etmemiz mi gerekiyor?
Diğer peygamberler içinde çocuk yaşta peygamberliği tanınmayan (anlaşılmayan) birisi bulunmadığını söylemek de doğru değildir. Beşikte konuşan Hz. İsa (a.s.) örneği bunun en açık delilidir.
Öte yandan, “çocuk yaşta peygamberliklerini kimse tanımadığı ve öldürmek için insanlar seferber olmadığı…” ifadesi peygamberler arasında, Peygamber olacağı önceden bilinen ya da tahmin edilen ve bu sebeple öldürülmek istenen kimse bulunmadığını anlatıyorsa bu da doğru değil. Firavun’un, İsrailoğulları’nın doğan her erkek çocuğunu öldürtmesi ya da Hz. Meryem (r.anha) validemizin, Hz. İsa’yı (a.s.) dünyaya getirdikten sonra Filistin toprağını terk edip Mısır diyarına gitmesi ne sebeptendir?
Ağaçların, taşların, hayvanların bir insana secde etmesi tevhide ve Allah Teala’nın yasalarına aykırı olup olmaması meselesine gelince, buradaki “secde”nin nasıl bir secde olduğu çok önemlidir. Meleklerin, “Adem’e secde edin!” emr-i ilahisine ittibaen Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmesi Tevhid’e nasıl aykırı değilse, taş ve ağaçların bir peygambere secde etmesi de aynı şekilde aykırı değildir. Zira buradaki secde “ubudiyyet (kulluk)” secdesi değil, “tahiyyat (selamlama)” secdesidir. Üstelik taşların ve ağaçların secdesinin meleklerinkine kıyasla daha “sembolik” bir secde olarak (mesela selamlamak maksadıyla kıpırdanmak, yolundan çekilmek vb. tarzında) izah edilmesi de pekala mümkündür.
6. Bu kadar olağanüstü halleri yaşayan ve bilgi sahibi olan Hz. Peygamber Hira’da ilk vahye muhatap olduğunda neden şok oldu? Önceden bu halleri yaşayıp bazı bilgilere sahip birisi olarak bunu soğukkanlılıkla karşılaması gerekmez miydi?
Efendimizin (s.a.) Hira’da yaşadığı hadisenin etkisini uzun süre üzerinden atamaması, bir beşer olarak böyle olağanüstü bir durumu ilk kez yaşamış olmasındandı. Yoksa Efendimizin (s.a.) Hira’da Cebrail (a.s.) ile karşılaşmadan önce, sadık rüyalar vasıtasıyla vahiy olgusuna bir nevi hazırlık süreci geçirdiğini biliyoruz. Başta el- Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis imamının “Bed’u’l-Vahy (Vahyin Başlangıcı)” başlığı altında ilk naklettiği rivayet, Efendimizin (s.a.), düzenli olarak Hira’da uzlete çekilmeden önce, olacak hadiseleri sadık rüyalar vasıtasıyla önceden haber aldığını bildirmektedir.
Bu bile Efendimizin (s.a.) Hira’da -itirazcının tabiriyle- “şok” yaşamasını engellememiştir. Dolayısıyla Hira’da yaşadığı “şok”, önceden hazırlıksız olmasından değil, hadisenin tahammülfersa özelliğinden kaynaklanmıştır.
7. Hz. Peygamber daha sonra Hatice adına Şam tarafına ticaret kervanları düzenleyip, bizzat başlarında bulunuyordu. O yaşlarda yabancı yerlere gitmesi tehlikeli olan Hz. Muhammed için genç yaşlarında aynı tehlike mevcut değil miydi?
Bu ifadeler Efendimizin (s.a.), Hz. Hatice (r.anha) validemiz adına ticaret yapmak için Şam tarafına defaatle gittiğini anlatmaktadır. Oysa kaynaklarda Efendimizin (s.a.), küçük yaşta Ebu Talib ile birlikte gittiği dışında, Şam tarafına ticaret için sadece 1 kere gittiği nakledilmektedir.
Bu sefer de amcası Ebu Talib’in, uzun zamandır içinde bulundukları maddi sıkıntıdan şikâyetlenmesi ve Hz. Hatice (r.anha) validemizin kervanıyla ticaret yapmasını önermesi sonucunda gerçekleşmiştir. Oldukça başarılı geçen bu sefer sonucunda Efendimiz (s.a.) Hz. Hatice (r.anha) validemiz ile evlenmiş ve bir daha ticaret için bir yere yolculuk etmesi söz konusu olmamıştır.
Elbette ilk yolculukta Rahip Bahîra’nın duyduğu endişeler ikinci yolculuk için de geçerlidir. Ancak öyle anlaşılıyor ki Efendimizin (s.a.) gönlü, amcasının maddi sıkıntı içinde kıvranmasına daha fazla dayanamamış ve bu sefere çıkmak O’nun için adeta bir zorunluluk olmuştur. Efendimizin (s.a.), -normal şartlar altında gerekli emniyet tedbirlerini alarak çıktığı söylenebilecek- bu ikinci yolculuğunda herhangi bir tehlike yaşadığının nakledilmemiş olması, gerekli tedbirleri almadan çıktıkları anlaşılan ilk yolculuğunun hiç yaşanmadığı iddiasına gerekçe olamaz.
8. Fasık birisinin haberini tahkiki emreden ayetin Rahip Bahîra olayını nakleden rivayetin adem-i sıhhatine delil kılınması şaşırtıcıdır. Zira Efendimizin (s.a.) peygamberliğine bu olayı temel kılan kimse yoktur. Bu olayı hiç yaşanmamış kabul etsek bile Efendimizin (s.a.) “hasaisi” bağlamında nakledilen sahih rivayetler ortadadır.
Kaldı ki Efendimizin (s.a.) geleceği müjdelenen peygamber olduğunu konusunda sahih bir itikada sahip bulunan Rahip Bahîra, bi’sete yetişmemiş olsa dahi Efendimize (s.a.) iman etmiş demektir yani mümin ve ehl-i necattır. Dolayısıyla Varaka b. Nevfel’in Efendimizin (s.a.) hak peygamber olduğu konusunda Hz. Hatice (r.anha) validemize verdiği haberle bu olay arasında meselemiz bakımından herhangi bir fark yoktur.
9. Ve nihayet Kur’an’ın “Sen, Sana bu Kitab’ın verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir...”, “İşte sana da buyruğumuzla Cebrail’i gönderdik; sen önceden Kitap nedir, iman nedir bilmezdin...” gibi ayetler, Hz. Muhammed’in böyle bir olayı yaşadığını yalanlamaktadır. Çünkü böyle bir olayı yaşasaydı, en azından peygamber olacağına ilişkin bilgisi ve beklentisi olurdu. Kur’an ise böyle bir bilgisinin ve beklentisinin olmadığını söylemektedir.
Önce Efendimizin (s.a.) Kitap ve iman nedir bilmediğini ifade eden ayetten başlayalım: Bu ayet, Efendimizin (s.a.), geçmişinde ve kültüründe münzel kitap bilgisi ve sahih iman tecrübesi bulunmayan bir toplumun üyesi olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla kendisinde birtakım olağanüstülükler müşahede edilmesi, hatta kendisinin de bunların farkında olması, O’nun Kitap ve iman bilgisine sahip olmadığı gerçeğiyle çelişki teşkil etmez.
İlk ayete gelince “Ve mâ kunte tercü en yulkaa ileyke’l-Kitabu illâ rahmeten min Rabbike...” ifadesinin şöyle anlaşılması da mümkündür: “Sen sana Kitab’ın, ancak Rabb’inden bir rahmet olarak vahyolunacağını umardın.”
Diyelim ki Fahruddin er-Râzî’nin de altını çizdiği bu anlam, ayetin zahir ve mütebadir anlamı değil, “ikincil” anlamıdır. Öyle de olsa, Efendimizde (s.a.) bi’set öncesi müşahede edilen olağanüstülükler, O’nun Kur’an vahyine muhatap olacağını bire bir anlatan hususlar değildir ki burada bir çelişkiden söz edilebilsin! Kendisine peygamberlik verilebileceği konusunda şu veya bu tarzda bir ön-bilgi/tahmin içinde olmak farklı şeydir, muhtevası hakkında hiçbir bilgisinin bulunmadığı Kur’an gibi bir kitabın kendisine indirileceği beklentisi içinde olmak daha farklıdır.
Sonuç
Rahip Bahîra hadisesi üzerindeki soru işaretlerinin kıymet-i harbiyesini kısa kısa da olsa ele almaya çalıştığım bu yazıyı uzattığımı düşünenler olabilir. (Konu üzerinde daha derinlemesine yapılacak bir çalışmada ortaya daha farklı izah ve boyutların konabileceği izahtan varestedir.)
Evet, bu meseleyi önemsiyorum. Zira Hadis ilmi, “rivayet” ve “dirayet” kısımlarıyla bütün bir sistemdir. Bu sistemin bir yerinde açılacak bir gedik, özellikle günümüzde Hadis sahasıyla başı hoş olmayanların oradan girerek bütün bir sistemi tartışma konusu yapmasına imkân verecektir. Nitekim modern zamanlarda gördüğümüz hadise de bundan başkası değildir.
Denebilir ki bu rivayetin Hafiz ez-Zehebî gibi bir Hadis ve Rical otoritesi tarafından tenkit edilmiş olması sisteme zarar vermiyorsa, bir başkasının tenkitleri niçin zarar versin?
İşte asıl mesele burada! Geçmiş ulemanın tavrını örnek göstererek, onların yaptıklarını yıkmaya çalışanların bu yöntemine dikkat edilmelidir!
Hafiz ez-Zehebî ya da onun gibi “içeriden” konuşanlar, bizzat bu sistemi temsil eden, bu binayı yükselten kimselerdir ve onların bu tür “cüz’i/noktasal” tenkitleri hiçbir zaman sistemi ve binayı yıkmaya yönelik olmamıştır. (Kaldı ki özel olayımızda ez-Zehebî’nin Rahib Bahîra’yı sahabe arasında saydığını görmüştük.)
Ama günümüzde sistemin kendisiyle problemli olanların bir-iki rivayet hakkındaki itirazları, söz konusu rivayetlerle sınırlı kalmamakta, daha temelde ve nihai olarak sistemin bütününü hedeflemektedir. İşin içine biraz “akıl oyunu”, bir-iki de ayet katıldığı zaman zaten karışmaya hazır olan kafalar hemen allak-bullak oluvermektedir. Meseleyi önemli kılan budur.
Ebubekir Sifil
Sana Din’den Sorarlar
[1] Bu bir Usul-Hadis terimidir ve seneddeki ravilerden bir veya birkaçının rivayetin aktarımında tek kaldığını anlatır. Yani bu tabir, doğrudan hadisin sıhhat ve zaafını anlatmaz.