Oğuz Atay ile hayali bir röportaj

Kitap Haber dergisinin 29. sayısında yer alan Oğuz Atay ile yapılmış hayali röportajı alıntılıyoruz.

Oğuz Atay ile hayali bir röportaj

Bir insan, özellikle de sizin gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır?

Bilmiyorum, insan kendisi için böyle bir durumda olduğunu söyleyebilir mi? Bilmiyorum. Büyük bir acı; belki bir aşk, belki de çok başka bir sarsıntı sonucu insan kendini önemli bir karanın öncesinde; belirsiz de olsa yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir.

Nasıl bir bekleyiştir bu?

Korkulu bir bekleyiştir. İnsan bu bilinmeyen sarsıntının yaklaştığını hissedince bir süre ne yapacağını bilemez. Sonra bütün gücüyle, belki de daha önce hiç hayalinden geçirtmediği girişimlere atılır. Daha doğrusu, kendini daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylemin içinde bulur.

Hayalinden bile geçirmediği bir eylemin içinde bulur mu kendini insan?

Hayır, böyle bir şey olamaz. Hiç olmazsa daha önce tasarladığı ya da hayal gücünü aşmayan bir durumda insan akıl ve ruh gücünü koruyabilir.

Kim bu insan?

İnsan genel bir isimdir, çeşitli şartlar altında, çeşitli bireyleri ifade etmek için kullanılabilir. Ona, ‘insan’ yerine, mesela ‘x’ de diyebilirsiniz. Ona ‘x’ denilebilirse özellikle ben, bu varsayımdan dolayı çok mutlu hissederim kendimi. Çünkü ben bir matematikçiyim ve içinde bulunduğum durumda bütün umudum, başıma gelenleri, bir ‘x’ bilinmeyeninin çözülebilir fonksiyonlarından ibaret olarak görebilmektir. Böylece birçok korkulu rüya hiç yaşanmamış olacaktır.

Yani endişelerden, kuruntulardan sıyrılmak mı?

Esaslı bir yaşantı demek istiyorum. Kim böyle yaşadığını ileri sürebilir? Ben, hiç olmazsa, gerçekleri görmeye başladığımı, bir şeyler aramaya başladığımı ileri sürüyorum. Çünkü bir süreden beri biliyorum ki bir şey ileri sürmeden, ‘ifade edilmesi kaçınılmaz duruma gelen duyarlılıklardan’ söz et- menin anlamı yok.

Bu bir genelleme mi?

Genellemelerden uzaklaşarak kişisel bir belge ortaya koyma girişimi de beni ürkütüyor. Hayatım boyunca çeşitli vesilelerle, kendimden bile ‘biz’ olarak söz etmiş olmadan dolayı bir tutukluk var bu ‘kişisel girişim’le ilgili. Duygusal bir hesaplaşmaya girmiş olmaktan da ürküyorum.

Peki, ne istiyorsunuz?

Bilmiyorum, belki de her şeyi yaşayarak göstermek istiyorum. Ancak gerçek bir yaşantıda insan -bu kelimeyi kullanmayacaktım ya, neyse- insan filan değil, yani ben, hayatın dışında kalan küçük endişelerden, görünüşü kurtarmaya çalışan kuruntulardan sıyrılır... esaslı bir yaşantı demek istiyorum.

Yine ‘yazmak’ diyelim. Oğuz Atay, nasıl tanımlıyor yazmayı?

Yazmak mı? Ne demek yazmak? Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek... Rüyaların resmini çizmek kadar güç…

Kişi ne kadar seviyor olursa olsun, her eylem, kişinin ruh haline göre belki, bir sıkıntı haline gelebilir. Yazmanın da sıkıntı verdiği anlar olmuyor mu? Ya da oluyorsa ne yapıyorsunuz böylesi anlarda?

Yazmaktan sıkılınca, sayfaların kenarına, asık suratlı ya da mahzun bakışlı insanlar çiziyorum. Birbirlerine bakmayan yalnız insanlar.

Resim de çiziyorsunuz...

Resme kabiliyetim olduğunu söylerler. Bazı insanlar tabii. Bazıları da kendimi bir şey sandığımı, oysa daha doğru dürüst çizmeyi beceremediğimi söylerler. Benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar.

Peki, iç dökmeler, kendine dönmeler... Yani günlüğünüz neresinde yazı hayatınızın?

Beni hayata bağlayan tek şey günlük. Onun için yazıyorum. Yazdıklarımı da okumuyorum. Annem okur korkusuyla defteri yatağımın altına koyuyorum. Çok düzgün bir yazıyla yazmaya çalışıyorum. Fakat olmuyor. Sayfanın ortasına doğru yazı bozuluyor, titrekleşiyor. Ellerimin titremesine engel olamıyorum. Kendimden utanıyorum. Hiçbir işi sonuna getiremedim istediğim gibi.

Günlüğünüz değilse bile daha önceleri yazdıklarınıza geri dönüşler yapıyorsunuzdur mutlaka. Bugünkü Oğuz Atay’ın dünkü Oğuz Atay’ı değerlendirişi nasıl?

(Evet.) Eski yazdıklarımı okuyorum. Çok içten, nasıl bu sürekli duyarlığı becermişim hayret ediyorum. Fakat acemice ve düzensiz buluyorum. Şimdiki aklımla daha iyisini yazardım gibi geliyor.

Genel anlamda nasıl geçiyor hayat?

Oyunlar seyrediyorum, kitaplara göz atıyorum. Bizim yazarların kitapları... Günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. Otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok vs...

Sizi bu düşünceye sevk eden şey ne peki?

Belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. Sadece, yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim o kadar. Beni akıl yazarı olarak bulanlar var. Öyle olsaydım, hep yazacak bir şeyler bulurdum.

Anlaşılmadığınızı söylediğinize göre Peyami Safa gibi sizin de bir Simeranya’nız var mı? Size ait bir ülkeniz...

O uzak ülkenin özlemini duyuyorum (ben de). Belki de bu ülke çok yakın. Uzak olduğunu nereden çıkardım? Belediye otobüsüyle filân gidilebilir oraya. Gene kapılarını çalıyorum. Soruyorum: Burada da eskiden nasıl tanınmışsam öyle davranmak zorunda mıyım? Çok iyi bildiğim şeylerde bile şaşırma hakkı verilecek mi bana? Hangi gün doğduğumu bir an için unutsam, yüzüme garip garip bakılmayacak mı? Bakılmasa da bir gün olur hatırlar, bir gün olur düzelir, bir gün olur eskisi gibi normal duruma gelir gibi yorumlar yapılacak mı arkamdan? Eline tabancayı alıp da ateş eden adam, orada da var mı? Hamam böcekleri de var mı? "O" da var mı? sorularımın karşılıkları gittikçe duyulmaz oluyor. Bana öyle geliyor ki kimse beni dinlemiyor. Durup dinlenmesini bilmediğim için, bu ülkede de iyi bir karşılama göreceğimden kuşkuluyum

Anlaşılmadan gitmekten korkmuyor musunuz?

Neron da anlaşılmadan ölmüş. Başkalarına karşı insafsızmışım. Ya kendime? Başkalarına da en az kendime gösterdiğim saygıyı duymak... bunun için mi suçluyorsunuz beni? Hiç olmazsa, bütün bunların bana da çok zararı dokunduğunu kabul etseniz. Kendimi de ihmal ettiğime inansanız. Hayır, öyle yapmıyorlar. Karşıma geçip aptalca sırıtıyorlar. Özür dilerim, gülümsüyorlar. Kedimi boşuna da olsa, onlar için harcadığımı söyleseler; bu çırpınışların, kendimi korumak için olduğunu insafsızca ileri sürmeseler. Küçümseyici gülümsemelerinin beni gece yarısı uykumdan uyandırdığını, sabaha kadar yatakta kıvrandırdığını bilseler.

Peki, Oğuz Atay bir zamanlar nasıl bilinirdi?

Bir zamanlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim. Karşı kaldırımda görünce beni, gülmeye başlarlardı; yoldan geçen arabaların üstünden bağırırlardı benden duymuş oldukları gülünç sözleri. Siz hiç karşı kaldırımdan insanı ağlatan birini duydunuz mu? Bazı özel durumlar vardır elbette; bizim evde perşembe günleri temizlik yapan Fatma Hanım radyoda mevlüt okunduğunu duyunca bir yandan çamaşırları kaynatır, bir yandan büyük bir gürültü ile ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben de onlara bağırarak günaha girerdim.

Perşembe günlerinin sizde dişe dokunur, esaslı bir yeri olsa gerek.

Perşembe günlerini sevmem. Sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum. Bu nedenle bana kalırsa, perşembeleri sevmem sözünü, sabrınız olduğu kadar tekrarlayın daha iyi. Yoksa siz de ben de pişman olacağız.

Geçmiş sürekli kovalıyor insanı. Peki, insan kaçabilir mi geçmişinden?

İnsanın geçmişinden kaçabilmesi için kendinden kaçabilmesi gerekiyor. Bunu da bilinçsizce gerçekleştirirse sürdürebilir. İnsan hayalinin ürünlerinde, daha çok kalabalıkların yüzyıllardır usanmadan desteklediği eserlerde, kahramanları geçmişin dumanlı yaşantılarına sürükleyen rastlantılar, karşılaşmalar birbirini izler.

Ya siz?

Ben, yaşantılarımda tekrardan korkarım. Bu yüzden, yıllardan beri tanıdığım kişileri, hayatım boyunca, hayatımla birlikte sürüklemek isterim.

Bu iradeyi aşan bir durum tabii. Ortada ölüm gibi bir hakikat var değil mi?

Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. Hayat nerede bitiyor, ölüm nerede başlıyor? Ölümün bize bu kadar yaklaşmasına neden izin veriyoruz anlamıyorum. Tedbirlerimizi almalıydık; ölümün bizi böyle en hazırlıksız olduğumuz anda yakalamasını önlemeliydik. Bu hepimize bir ihtardır.

Sonuç: Bu dünya geçicidir, değil mi?

Bu dünya geçicidir, (evet). Bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece kısa ömrü için geçerlidir. Bunu unutmamalı. Mezarlıklar bu nedenle, gözümüzün önünde bulunmalı. Evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. Her şey geçicidir. Ölümle iç içe yaşama geleneğimizi sürdürseydik, gafil avlanmazdık belki... Eskiden insanlarımız ölümle yan yana hatta iç içe yaşarlardı. Eskiden ölüm, küçük mezarlıklarıyla evlerimizin bahçelerine kadar sokulmuştu.

Bu durum bir ihmal sonucu mu doğmuştu?

 (Hayır) İnsanlarımız buna, bilerek izin vermişlerdi. Hatta bu konuda ölümü teşvik etmişlerdi bile diyebiliriz. Her sokakta ahretin bir şubesi açılmıştı. Her şey belirli bir düzen içinde yürütülüyordu: Parmaklıklı pencereler, taş duvarlar, bu iş için özel olarak yetiştirilen serviler... ve her biri, temsil ettiği insana benzeyen o güzelim mezar taşları... Hayır, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı.

Doğru, o günün düşünce yapısı ve sanat anlayışı, ölümün soluk benizli mezar taşlarına dahi yansıyıp, onları ne kadar zarif ve sevimli hale getirmiş. Bugünün gençliği nasıl bakıyor sizce sanata?

Şimdi bütün gençler sanata karşı. Kendini genç sanan ihtiyarlar da sanata karşı. Herkes sanata karşı. Önce şiirden anlamı kaldırdılar, sonra müzikte melodiyi öldürdüler. Ya resim? Çizgi çizmesini bilmeyenler hemen meşhur oluyorlar. Sanatı öldürdüler!

Peki, insanımızı nasıl değerlendiriyorsunuz, dünyaya bakışını?

Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, ‘myth’lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Öyle yarım yamalaklığımız var ki bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da sosyal birtakım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin, ‘muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile, ‘muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir ‘mış gibi yapmak’ tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya... mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor. Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları. Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum.

Kısaca böyle insanımızın sorunu. Peki, Türk romanının sorunu?

Türk romanının sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlığından haber siz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. Köylünün sefil yaşayışı olgusu büyük roman yazmayı gerektirmez. Buna benzer sözler söyleyenlerin de aslında sözlerinin anlamını kavramamaları da daha acıklı bir durumdur. Halka, büyük doğrular adına yalan söylemekten kurtulamamaktır sorunlardan biri. Kültürsüzlüktür. Ve en önemlisi ne kendini ne gerçeği sezmektir. Sezgisizliktir. Duyarsızlıktır. Kültür kopukluğudur. Kendinden yirmi yıl önce yaşamış bir romancıdan yirmi yıl ilerde olduğunu düşünme yanılgısıdır. Kötü romanları, büyük sözlerle yutturacağını sanma yanılgısıdır. Bir iki toplumsal gerçeği bir yerden duyan insanın başka şeyleri duyamamasından ileri gelen bir cahillik coşkunluğudur. Bir edebiyat çetesine yaslanmanın verdiği rahatlıkla yıllar boyunca bir arpa boyu ilerleyememenin zavallılığıdır. Öyle bir çıkmazdır ki düzenden yana olanın da düzene karşı olanın da aynı sularda çırpınmasıdır.

Aynı zamanda insanlar, tatsızlıklardan bahsetmek, acıklı sözler duymak istemiyorlar da değil mi?

Haklısınız. İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar. Onlar üzmek çok zor: kitabı suratınıza kapatıveriyorlar, sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında.

Edebiyat dünyasından Halit Ziya ile bir benzerlik kuruluyor aranızda. Siz ne diyorsunuz buna?

Halit Ziya, insana ve onun ruhsal durumlarına eğilmek bakımından bana benziyor. Ayrıca Kink Hayatlar ve hâlâ Mai ve Siyah’taki ‘tutunamayan’ tiplerle bir duygu benzerliği de söylenebilir.

Peki, siz nasıl buluyorsunuz Halit Ziya’nın dilini?

Halit Ziya’nın dili, bugünkü kuşaklar için ağır. Sinema onun tanıtılması için bu bakımdan yararlı. Ayrıca tasvirler uzun ve fazla süs ve benzetme dolu. Sinema bu zorluğa da yenebilir. Ayrıntılar ve resim gibi tasvirler sinemaya uygun. Sinematik bir anlatımı var. Olay örgüsü için de aynı şey söylenebilir.

Sözün sonuna yaklaşırken gençlik yıllarına bir daha dönsek Oğuz Atay’ın… Hangi yönüyle eşini etkilediğine evliliğine...

Gençliğimde kendimi çekici bir erkek sanırdım. Ama bu sanımı benimle paylaşacak bir kadın çıkmadığı için bir süre ortalıkta mahzun ve kalbi kırık dolaşmayı denedim. Sonradan karım olan genç kızın, hangi özelliğimi beğendiğini hiç- bir zaman kesinlikle bilemedim. Evlendikten bir süre sonra yapma hüznümü yürütmeyi beceremediğim için, olsa olsa çekiciliğimle karımı etkilemiş bulunabilirim.

Aşk ile hitama erdirsek sözü Sayın Atay…

“Gönül derdiyle düştüm gurbete ben kaç yıldır

Aşk kapısında girdim gurbete ben kaç yıldır

Yarime kavuşunca Allah’a şükreyledim

Doydum sevda denilen şerbete ben kaç yıldır”

Kitap Haber dergisi, 29. sayı

YORUM EKLE