Nuri Pakdil sormuş Üstad cevaplamış!

Edebiyat dergisinin Şubat 1972 sayısında Nuri Pakdil Usta'nın Üstad Necip Fazıl ile röportajı yayınlanmıştı. Bu önemli röportajı alıntılıyoruz.

Nuri Pakdil sormuş Üstad cevaplamış!

NECİP FAZIL KISAKÜREK’LE BİR KONUŞMA

Konuşan: NURİ PAKDİL

EDEBİYAT

Aylık Dergi Şubat 1972

Necip Fazıl Kısakürek’in Ankara’ya geldiğini ve konuk olduğunu Akif İnan söyledi bana. O gece İnan’lardaydık. Edebiyat dergisinde yayınlamak üzere bir konuşma düşündüm. Sorular, konuştukça kendiliğinden beliriverdi. Rasim Özdenören de yazdı konuşmalarımızı.

Necip Fazıl Kısakürek’in sanat ve düşünce dünyamızda çok etken bir yeri vardır. Onun kişiliğinde, eylemci yazarın sürekli atılımlarını görüyoruz. Şiirleriyle, piyesleriyle, tarihsel eleştirileri içerleyen kitaplarıyla uygarlığımızın en güçlü savunucusu oldu. Onunla, kelimelere, kurşun gibi ağır, ama öldüren değil inşa eden, bir yük yüklendi.

Konuşmamızda, kısa çizgilerle de olsa, genellikle sanat, ama daha çok uygarlık sorunu üzerinde duruldu. Sanırım bir gecede bundan fazlası da yapılamazdı. N. P.

Bildiğiniz gibi, sanatçılarla yapılan konuşmalar, onların düşündüklerini, yazdıklarını açıklamakta çok yararlı oluyor. Hatta bu konuşmalar gereklidir de. Bu bakımdan sanatçılarla yapılan konuşmaları çok önemli bulurum. İzin verirseniz, ilk soruma şöyle başlamak istiyorum. Doğum tarihiniz kesinlikle bilinmiyor. Çeşitli kitaplarda ve antolojilerde farklı tarihler yazılı. Bu yanlışların düzeltilmesi için doğum tarihinizi söyler misiniz?

Aynı suali bana, Millî Eğitim Bakanlığının hazırladığı Türk Ansiklopedisinden sordular. Kendilerine cevap verirken Fransız Ansiklopedilerinde sıhhatla tespit edilen bazı hususiyetlerimin memleket içinde bilinmeyişine esef duyduğumu belirttim. Ben 1323 (1907) tarihinde İstanbul’da doğdum.

Doğum tarihinizi saptadıktan sonra nereli olmak sorununa geliyorum. Büyük Kapı kitabınızda, İstanbul’da doğduğunuz halde, Maraş’lı bir aileden gelmiş olmanıza büyük önem verirsiniz. Maraş’a verdiğiniz bu önemi ve Maraşlıların niteliklerini açıklar mısınız?

Ben İstanbul’da doğduğum gibi, babam Abdülbaki Fazlı Bey de, İstanbul’da doğmuştur. Fakat kendisine topyekûn çocukluk terbiye ve telkinlerini borçlu olduğum büyükbabam Maraş’lıdır. Maraş’ın en eski hanedan ailesine mensup Dulkadir sülâlesine bağlı Kısakürekoğulları soyundandır ve Sarayın verdiği en yüksek rütbelerden birini taşıdığı halde, bana onunla değil, Maraş’taki aile kökümüzle iftihar etmem gerektiğini telkin etmiş ve 45 yaşıma kadar görmediğim Maraş’ı nazarımda bir ideal toprak olarak ruhuma sindirmiştir. Çocukluğumda başlayan bu his, Maraş’ı tanıdıktan ve bir kaç kere gördükten sonra büsbütün içime yerleşmiş bulunuyor. Orada idealimin iptidai malzemesini tamamiyle bulmuş, bütün Türkiye’de olduğu gibi, binasına henüz şahit olmuş değilim. Etrafı huni gibi kaplayan dağların dip noktasında, sâf Türk kalmış olmanın mührünü çehresinde hecelediğim Maraşlı, gözümde, tarihî haklarını bile aramak gayretinden müstağni, iç hayatını dışına vurmaz bir hicap içinde Müslüman Türkün en zengin örneklerinden biridir; faziletiyle birlikte suçu da bu noktadadır.

Büyük Kapı’da gençlik yıllarınızı, ailenizi, orta öğrenim döneminizi oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatıyorsunuz. Kitap 1965 yılında yayınlandığında büyük yankı yapmıştı. Aynı hafta içinde, tesadüfen Jean Paul Sartre’ın Kelimeler kitabını da okumuştum. İki kitap da, bir yaşamın anlatımıydı. Sizinki etkilemişti beni. Sanırım o günden beri kitabınızı yeniden okumak, üzerinde düşünmek fırsatını buldunuz. Kitabınızda anlatılanlar dışında gençlik yıllarınıza değin bize söylemek istediğiniz başka anılarınız var mı?

O kitapta gençlik yıllarım, anlatılmasına cevap verebileceğim veya veremiyeceğim çizgilerden sadece birkaç basit noktayı gösterir. Kendimi buluncaya kadar sürdürdüğüm 30 yıl içinde gayet dolambaçlı ve burjuva nizamına aykırı bir hayatım olduğunu itiraf ederim. Bu hayatın hulasası Büyük Kapı isimli eserimde kullandığım ifade ile mevsimlerce gündüz ışığını görmedim Paris gibi bir şehirdeki yaşayışımdan istidlâl edilebilir.

Konuşmamızın bu başlangıç bölümlerinde, bize, kişisel beğenilerinizden, çalışma tarzınızdan bahseder misiniz? Söz gelimi, atı sevdiğinizi biliyoruz. Nereden geliyor bu at sevginiz?

Allahın insana bir fatihlik sembolü olarak hediye ettiği at, benim nazarımda “Dünya saadeti atların sırtındadır” Hadisinden gelen bir mâna aranmak gerekir. Allah Resulünün atlarından birinin ismi Necip’tir. Aynı ismi taşımakla, Peygamberden mâna hâlesi içinde ata olan sevgimin saadetini yaşıyorum.

Çiçeklerle ilginiz?

Onların taşıdığı renk fenerlerine hayran hayran bakmadığımı ve oradan ilahi sanata çıkmadığımı söyleyemem.

Biraz da çalışma tarzınızdan, nasıl yazdığınızdan söz açar mısınız?

Umumiyetle içinin zindanında yaşayan bir insan olduğum için, hiç bir dekor kaygısına düşmeden yazarım. Otobüste, dolmuşta, kalabalık içinde veya tam sükûnet vasatında yazabilirim. Zaten çok defa kalabalık içinde kendi ruh zindanına hapsedilmiş bir insan olmak vasfını muhafaza ederim. Beni, kabuğunu sırtından atmış bir kaplumbağa gibi, çırılçıplak mahrem hücremde yakalayabilmiş dostlarım fevkalade nadirdir. Bu ölçüye göre, benim yazı yazarken hiçbir dış dünya etkisi altında kalmam hemen hemen imkânsızdır.

Niçin “içimin zindanı” diyorsunuz da “aydınlığı” demiyorsunuz?

Benim anladığım ışıküstü ışık, yani nur, gün ışığı ile değil ancak gece karanlığı ile ifade edilebilir. İçimin zindanı demekteki muradım, işte her atomun üstündeki bu zindanda ışığı bulmamdandır. Yoksa öbür türlü aydınlık, bayram yerinde eğlenen çocukların anladığı gündüzden ayrı değildir. Yâni aydınlığın ötesi, mâverası, işte bu zindanın içindedir.

Çocukluk döneminiz, ülkede büyük kargaşalıkların, bunalımların olduğu bir döneme rastlar. Bütün yazdıklarınızda hissedilen ruhçulukla çocukluk anılarınız arasındaki ilgiyi belirtir misiniz?

O yıllarda henüz ben çocuk yaşlardaydım, o yaşlarda bir çocuğa herhangi bir sosyal endişeden bahsedilemez. Âmma o yaşlarda bile denize bakarak saatlerce ağladığımı, evimizin önünden akşam üzerleri geçen satıcıların haykırışları yüzünden melânkoli buhranları çektiğimi, evimizin renkli camlarla kaplı arka merdivenlerinde süzülen ışık huzmelerine öteler âlemini sorarcasına baktığımı, bir kelimeyle metafizik bir oluş çilesi içinde çırpındığımı hatırlarım.

Bu dönem, Osmanlı Devletinin çökme ve sonunda yıkılma yıllarını kapsar. 600 yıllık Osmanlı Devleti çökertilirken (burada özellikle ve bilinçle “çökertilirken” diyorum) siz büyüyordunuz. Osmanlı Devletinin çöküşü ile Türk Ulusu, tarih içinde artık aynı yükü taşımıyor ve aynı ödevi yüklenmiyordu. İçinde yaşadığınız 1918-1923 yılları arasında ne hissediyordunuz?

O yıllar, beni, bütün memleket aydınlarına eş olarak istiklâl hareketinin heyecanı içinde bulur. Geleceğin ne olacağındansa kimsenin haberi yoktur.

1940’lara kadarki dönemde, uğraşınız şiir ve tiyatro oldu. O dönem şiirimiz, o dönem tiyatromuz sizinle çok güçlendi. O dönemde bile toplum sorunlarına daha çok mistik bir yaklaşımla çözüm aramaktaydınız. 1936’larda yayınladığınız Ağaç Dergilerinde “1001 Çerçeve” başlıklı fıkralarda, tutumunuz genellikle böyle. Antimateryalist ve ruhçu bir uslup. (Edebiyat dergisinin bazı sayılarında bunların anlatılmasına çalışıldı. Daha yazacağız.) Bu tutumunuz, o dönemin genel şartlamasıyla çelişiyordu. Şöyle açıklayayım bunu: 1923 Devriminin üslûbu, özünde tabiatçılık ve maddecilik bulunan bir değişimi öneriyordu. Böyle bir ortamda, mistik bir yaklaşımla nasıl düşünebiliyor ve yazabiliyorsunuz?

Benim ilk şiirlerim, çocukluğumda geçirdiğim metafizik ürpertilerin bir dökümü olarak Allah ve ölümü ele alırken, üniversite talebeliğimden sonra Yakup Kadri’nin idare ettiği Yeni Mecmua ve Anadolu Mecmuasında ancak çocuk çapında ele alınabilen bu temaları bir kenara bırakır ve sâf sanata yönelmeyi hedef tutar. Kaldırımlar şiirinde tecelli eden bu sanat ve şiir arayışı 1934’e kadar devam eder. Bu tarihte tanıdığım büyük bir veliden aldığım tesir beni tekrar başlangıcıma iade eder ve aynı temaların en ileri kutbuna yükselmeyi bana gaye olarak verir. Bunun da örneği Çile şiiridir. O şiiri Bir Adam Yaratmak vesair eserlerim takip eder ve o güne değin Berceste Mısra hududunu aşmayan tab’ım birden bire –yine aynı velînin feyz eseri olsa gerek- büyük bir veludiyete kavuşur. Benim 1934 sonrası sanat ve fikir hayatım, başta şiir olmak üzere, orkestranın her âletinden ruhçuluğu ilân eden ve bütün beşeri bilmecelerin çözümünü bu noktada bulan bir inkılâp ifadesidir. Nitekim her büyük sanatkârın hayatında aradığım ve bir fikir meydan muharebesi diye vasıflandırabileceğim büyük kafa yarası, bana, o velîyi tanıdığım günlerde musallat olur ve yara kapadıktan sonra bende bugünkü sanat ve fikir adamının mimarisini kurmuş olur.    

Yukarda değindiğim değişim, hiç kuşkusuz, 19. yüzyılın başından beri, çoğunluğu dış etkenlerle başlayan batılılaşma hareketinin son aşaması oluyordu. 1943’den beri çıkarmaya başladığınız Büyük Doğu dergisi ile devrimlere karşı ilk yazılı eleştiriyi yapan ve başlatan oldunuz. Yalnız eleştiri ile kalmıyor hüküm de getiriyordunuz. Hem Batıya yönelmeyi (değişimi ve yabancılaşmayı) eleştiriyordunuz, hükme bağlıyordunuz, hem de Batı düşüncesi yerine yerli düşünceyi yeniden ikame ediyordunuz. Derginizin adı da bu amaçla seçilmişti. Bu eyleminizi, aynı içtenlikle, sapma yapmadan, kesintisiz sürdürüyorsunuz. Aşağı yukarı otuz yıl olacak. Otuz yıldır savunuyorsunuz inandıklarınızı. Sizi, bu tarihsel eleştiriye ve bir dâvayı otuz yıl boyunca savunmaya iteleyen, sizi buna mecbur eden, zorlayan, sizi bu direncinizde yıldırmayan nedenleri bir kez daha açıklar mısınız?

Sorduğunuz şeyin izahını bizzat kendiniz yapıyor ve farkında değilmiş gibi cevap istiyorsunuz. “Nedenler” diye öğrenmek istediğiniz Saikler bir tanedir, tek saik ve sebepten ibarettir, o da yazımda “Ceplerde Kaybedilen Güneş” tabiri ile belirttiğim gibi, İslâm lafzı içinde, İslâm ruhunu kaybetmiş olmanın ve bütün kurtuluş çarelerinin bu kaybedilmiş anahtarlar destesinde olduğunu bilmemenin verdiği ıstırap. Bütün davamızı, şu cümlelerin etrafında toplayabiliriz: “Türkün ve bütün insanlığın biricik kurtuluş formülü elimizde küflü ve paslı kabuklarından başka bir şeyi kalmayan İslâmın özüne nüfuz etmektir ki, bu da, gökyüzünde muayyen ve belirli bir yıldıza gitmekten daha çetin bir iştir. Zira malik bulunurken mahrum kalınan bir şeyi elde etmek, en olmayacak malikiyetten daha zordur.” Dolayısıyla dünyaya en uzak bir yıldıza gitmekten daha zor olduğunu keşfettiğimiz güneş, böylece bir el atışta ele geçirilebilir bir kolaylık da arz etmektedir.

1943’den itibaren şiddetini ve dozunu gittikçe arttırarak bütün yazdıklarınızda (şiirlerinizde, piyeslerinizde, hikayelerinizde, düşünü yazılarınızda) angaje edebiyatın belirişini görürüz. Sağ’da angaje edebiyat sizinle başladı. Şunu da söyleyeyim: Siz, edebiyatı, ülkünün buyruğunda düşündükçe ve öyle verimlendirdikçe, sol, kendi ortamında sizin kıvamınızı bulamadı, bu yüzden, yani kendi alanındaki dengesizliğinden (dengeyi kuramayışından), genellikle öldürdü edebiyatı ve görünürde sadece kupkuru angajmanları kaldı. Bu açıklamalarımdan sonra, angaje edebiyat üzerine, özellikle ve genel çizgileriyle Türk Edebiyatını içerleyen angaje edebiyatın gereği ya da gereksizliği üstüne ne düşünüyorsunuz?

1943 yılına kadar sanat anlayışım fildişi kule şairini azizleştirmek ve sanatkârı kapitolün mukaddes kapıları gibi fildişi kulesinde besiye çekilecek bir nahvet kayası kabul etmekten ileri geçmiyordu. Öyle bir sanat anlayışı ki, çin manderenleri gibi halkı sadece alkış vergisine tabii gören ve ancak elitlerin eliti bir zümreye kapısını açan korkunç bir imtiyaz aristokrasisi… 1934’te başıma inen balyoz Cahiliye devrinin Arabistan’ı gibi bütün dünyamı altüst etti. Peygamberlerin öncülük ettiği insan akınlarında bir fener taşıyıcı olarak kabul ettiğim şair, topyekün memuriyeti ile o zaman nazarımda tecelli etti. Hiçbir şiir, Peygamber kelâmına yaklaşamayacağına göre, bizzat resullerin mucizelerine muhatap olan halk, birdenbire bana en büyük sanat tecellisinin istiğna kabul etmez aynası olarak göründü. O gün, bugün geçmiş gaflet yıllarına tükürdüm ve mucizelere muhatap olan halkın herhangi bir nahvet kaygısına kurban edilemeyeceğini anladım. Halk, mucizenin ne olduğu, ruhunu ve keyfini bilmez, ama muhatap bizzat kendisidir. Bilmeden anlar ve anlamadan hayran kalır. Şiir de, peygamberlik hikmetinden bir zerre olarak aynı kanuna bağlıdır. Bu yakıcı hakikatı anladığım gün, şiiri, Peygamber alayının en hakir fenerciliği işi kabul etim ve sağır ferdiyetçiliğinden fırlayıp şamatalı cemiyetçiliğe döküldüm. Bazı fikir yoksulları ve fikir nâdânları bu yola döküldüm döküleli şiirime kıydığım kanaatindedirler. Halbuki bu oluş, bende asıl şiiri bulduğum ve onun memuriyetine erdiğim inkılâp devresinin en bariz nişanesidir. Ben, Kaf Dağının tepesinde billurdan bir saray içinde ziyafet veren bir prens gibi davetlilerime bütün bir renk ve ses ziyafeti hazırlarken, sarayın hizmetçilik işlerini de üzerine alan hazin ve mahzun şartların zoru ile sosyal plana atılmak zoru altında kaldım. Eğer cemiyetimde bütün düzenler yerli yerinde olsaydı, bana şiir düzeninden başka bir yer kalmazdı. Demek ki, ben şiirimin dilediği iklimin inşaası mecburiyeti altında başka sahalara kayarken yine şiirimin koruyucusu olmaktan başka kimse değilim.

Angaje edebiyat diye vasıflandırdığınız belli başlı bir gayeye bağlı sanat bahsine gelince, benim şimdiki kanun kadar muhkem sanat ölçüm şudur ki sanat ne sadece sanat, ne de cemiyet içindir; sanat, kendi için olduğu kadar, mutlaka başka bir şey içindir ve o da, dünyanın ötesine köprü atmaktan başka bir şey değildir.

Sol cepheye ait angaje edebiyatın bizim tecrübelerimizi andırır gibi gördüğünüz çizgileri ise, içine bal yerleştirilemeyen bir peteğin hasis hendesini ihtar etmektedir ki, bunda başlıca iki saik görülür: Biri bala malik olamamak, öbürü de bala benzer bir iç imal kudretinden mahrum bulunmaktır. Demek ki, ideal kıvam hem dıştaki ve hem içteki balların katışmasındadır. Zira iç imal ile anlattığımız bal verimi nasıl olsa gerçek balı bulmak, gerçek bal ise, peteğine yerleştiği sanatkârda cevherinden kaybetmemek gibi karşılıklı iki ihtiyaç ifade eder ve bu bakımdan sahte bal usta petekçiler elinde bile sırıtmaya mahkûm kalırken, gerçek bal da, kaba dillerde cevherinden kaybedebilir. Bu iki akıbetin misalleri sayılamayacak kadar çoktur.

Yavuz Ertürk alıntıladı

Röportajın ikinci bölümünü okumak için tıklayınız

YORUM EKLE
YORUMLAR
Cemil Metin
Cemil Metin - 11 yıl Önce

Cevaplar kadar soruların da önemli olduğu nadir konuşmalardan birini arşivlerden bulup bizimle paylaşan Yavuz Bey'e teşekkür ederiz.

Hafize İhtiyar
Hafize İhtiyar - 5 yıl Önce

Nuri Pakdil'in Konuşmalar kitabında da yer alan bu röportajda Üstad'ın doğum tarihinin (1905) olduğu yazılmış. Ancak burada (1907) diye belirtilmiş. Halen muamma.