Vaktiyle bütün medeniyetler ve dinler kendi mensuplarına her sene birkaç gün oruç tutmayı öğretmiştir. Ne için? Bu sadece bâtıl bir inanç mıdır yahut bu amel birtakım faydalar mı ihtiva ediyor? Zengin veya fakir her vatandaşın eğitim yapmış olabileceği zamanda yaşıyoruz ve hükümetlerimiz bizi dini vazifelerimizi yapmaya zorlamamaktadırlar. Öyle ise bu kadim oruç vazifesinin hâlâ cemiyetin menfaatine olup olmadığını öğrenmek faydalı olabilir.
Bu konunun giriş mahiyetinde ve tarafsız tetkiki sadece onu telkin eden akıla değil daha çok Müslümanlara düşmektedir. Hatta İslâm’ın temeli olan Kur’an-ı Kerim de bunu onlara emrediyor. Hakikatte Kur’an tarafından farz kılınan dinî vazifelerden hiçbir tane yoktur ki akla, düşünceye, tefekküre hitap etmesin! Ta ki insan o vazifeyi yerine getirmenin kendi faydasına olduğunda ikna olabilsin. Yaptıklarımızdan tam bir hakkaniyetle şahsen sorumlu olmamız için birçok kere Kur’an-ı Kerim bizi ecdadımızın alışkanlıklarını körü körüne takip etmemeye, bizzat kendi kendimize de düşünmeye teşvik etmemektedir. İnsanlar hayvanlar gibi içgüdü ile değil, iradelerini kullanarak hareket ederler. Çünkü bu, Allah’ın akıl verdiği canlıya en uygun durumdur. Diğer canlılar bu akıl nimetinden mahrumdurlar. Yine insan ne kendini, dinden aklı uzaklaştıran esrarengiz ve aldatıcı amellerin kucağına bırakmalı, ne de gerçek inancı olmadan inanmak için inanmalıdır.
Elbette fertler arasında mizaç ayrılıkları vardır. Bütün insanlar aynı eğilimlere sahip değildirler. Topluma göre akıl, herhangi bir işe girişmeden önce kendini meşgul eden şeyin maddi bir faydası olup olmayacağını araştırır. Bunun aksine dindar bir sofu, hiçbir kimse tarafından zorlanmaksızın ancak manevî faydalar ve uhrevî saadet peşinde koşar. Bu iki şekilde hadiseleri aşırı uca götürenlerin sayısı çok sınırlıdır: Bütün dünyadaki insanların pek çoğu yeryüzünde olduğu kadar öbür dünyada da saadete kavuşmayı ister. Bu iki nokta-i nazarda İslâmiyet, insanın ihtiyaçlarını temin edeceği mahiyette kendini gösterir. Kur’an-ı Kerim, “Kimi de Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hâl ver, ahirette de iyi hâl ver ve bizi o ateş (cehennem) azabından koru der.”1 diyerek Allah’a dua edenleri över. Çünkü İslâm’ın zihinlere nakşetmek istediği ideal budur. Oruç bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından farz kılınması itibariyle dünyada ve ahirette sağlayacağı faydayı görmeye çalışmak bize düşmez mi? Bunu yapmak zorundayız. Öyle ki insan sırf bedenden ne de sırf ruhtan ibarettir. Hâlbuki her ikisinden meydana gelen insan hem ruhî hem de bedenî faydayı birlikte aramalıdır. Sadece birinin fayda görmesi dengeyi ve beden-ruh ahengini bozar. Eğer biz ancak ruh için çalışırsak melekleşiriz, hatta onları da aşarız. Fakat Allah daha önce melekleri yaratmıştır ve onların sayısını arttırmaya gerek yok. Aynı şekilde eğer bütün enerjimiz maddî ve bencillik menfaati amacıyla sarf edilirse hayvanlaşır, şeytanlaşır hatta kötülükte onları da geçeriz. Allah daha önce bu tür canlıları yaratmıştır. Biz hayvanlaşır ve şeytanlaşırken maddî ve manevî çalışmayı yerine getirmek için gerekli kapasitelerle ve iyi ile kötüyü ayırt etmek için akılla donatılan insani varlıkların yaratılış düzenini alt üst ederiz. Öyleyse insan ilerlemeli ve Allah’ın ona verdiği bütün kabiliyetleri ahenkli bir şekilde düzenlemelidir.
Orucun temel prensiplerine nüfuz etmeyi araştırmadan önce içinde Kur’an-ı Kerim’in bu hükmünü bildiren açık ıstılahlarına kulak verelim:
ORUÇ VE KUR’AN-I KERİM
İşte oruç hususunda Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı. İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerden sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlar için bir yoksulun (günlük) yiyeceği kadar fidye yeterlidir. Bir iyiliği mecbur olmadan yapan için bu (yaptığı) iyidir. Ama orucu tutmanız -bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. O (sayılı günler), doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, başka günlerden sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu göstermesinden ötürü Allah’ı tazimle anmanız için ve şükredesiniz diye (uygun hükümler gönderiyor).”2
Zikredilen bu metnin başlangıcında, orucun aynı şekilde diğer dinler tarafından da farz kılındığı haber veriliyor. Şimdi bu mevzuda diğer dinlerin ne öğrettiğini görelim. İslâm’la bir mukayese faydadan uzak değildir.
DİĞER DİNLERDE ORUÇ
Birbiri peşine gelen peygamberler vasıtasıyla birçok kereler insanlığa gönderilmiş bir din olduğu kabul edilen İslâmiyet’in görevi, ebedî gerçeği canlandırmak ve ümmetine doğru yolu göstermek için İlâhî vahyi alan peygamberden, kurucusundan gelmeyen sonradan ona katılanları temizlemektir.
Sabiilik:
İbrahim Iraklı Sabiilere peygamber olarak gönderilmiştir. Harranlı Sabiiler, ayın şerefine güneşin doğuşundan batışına kadar yemeden içmeden 30 gün oruç tutuyorlardı. Kur’an-ı Kerim güneşe veya aya ibadet etmeyi yasak kılar, ancak bunları yaratana ibadet etmeyi emreder. Aynı şekilde Allah bir ay oruç farz kıldı demek hanifliğin veya İbrahim Peygamberin gerçek dininin ihyası demektir.
Yahudilik:
Yahudiler arasında fazla dindar olanlar her pazartesi ve perşembe günleri oruç tutarlar ve Musa’nın bir pazartesi Sina Dağı’na çıktığını ve 40 gün sonra bir perşembe günü döndüğünü kabul ederler. İslâmiyet aynı suretle bu orucun bir nafile ibadet ve müstehap olduğuna hükmeder, fakat herkes için mecburiyet yoktur.
Muhammed Hamidullah, Nesil, Sayı 11, Ağustos 1977
Hüma Dergisi, Sayı: 15
Dipnot:
1 Bakara Suresi, 201
2 Bakara Suresi, 183-185