Meleklerle ülfeti kesilen şehir!

İstanbullu muyuz yoksa İstanbul'da sadece 'yaşayan' biri mi? Sadettin Ökten'in Yeni Dünya dergisindeki bir yazısını alıntılıyoruz.

Meleklerle ülfeti kesilen şehir!

*** 

Yüzyıllar önce, kutlu bir müjde ile beyan buyrulduğu üzere gerçekleşen bir demde İstanbul’a bakan karşı tepeler “Üsküdar bir ulu rüyayı görenler şehri” olmuş, fetih vak’ası “Sanki halkın uyanık gördüğü rüya idi o” mısraı ile dile getirilmiştir. Ve Üsküdar “Görmüş İstanbul’a yüz bin meleğin uçtuğunu / Saklamış durmuş asırlarca hayalinde bunu” mısraları ile İstanbul’un büyük dönüşümünün başlangıcına şahit olmuştur. İstanbul’un bir ulu rüyalar şehri oluşu fetihle başlar ve asırlar boyu devam eder. Bu uzun zaman dilimlerinde bu şehre nice yüz bin melek uçmuş ve nice yüz bin melek-haslet insan bu beldede yaşamış; burayı kendi huzur, sükûn ve coşkusu ile tanzim ve tezyin etmiş ve vakti geldiğinde burada ilahî rahmete tevdi edilmiştir. Bu insanlar, bin yıllık kadim Ortodoks kültürünü -takriben bir yüzyıl içinde- Müslüman Türk üslûbuna ve zevkine dönüştürdüler ve bu şehir, İslam dünyasının medeniyet tasavvuru ve kültür uygulamalarının zirvesinde, saltanatı asırlar boyu sürecek bir merkez oldu. 

Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra… 

İslam medeniyeti Mekke, Medine ve Kudüs olarak ifade edeceğimiz kutsal şehirleri gönül âleminin fiziksel mekândaki rehberi kabul ederek dış dünyaya açıldı. Bu büyük hamlede bütün birikim ve ihtişamını ortaya koyduğu müstesna şehirler kurdu. Bunların içinde iki şehir, diğerlerinin fevkinde bir mânâ ve ehemmiyet arz eder. Bu şehirlerden ilki Bağdad’dır; bu şehir, İslam medeniyetinin bütün orta zamanları ihata eden vüs’at, derinlik ve zenginliğinin remzidir. Sonra Haçlı seferleri ve Moğol istilaları sebebi ile Bağdad bütün güzelliği, asaleti ve hatıraları ile tarihe intikal etti. İslam toplumları, yeni bir sembol şehrin zuhurunu beklemeye başladılar ve bu yeni oluşum için gayret ve himmet gösterdiler. İlahî takdir, İslam medeniyetinin Bağdad’dan sonra tecelli ve temerküz edeceği şehri İstanbul olarak seçmişti; fetihle başlayan bu yeni kader yeni ve yakın çağlarda hükmünü icra etti, bugün hâlâ bu kaderin hüküm-ferma olduğunu seziyoruz. 

İstanbul bugün küller altında, çünkü… 

Büyük ve etkili olan bütün  şehirler, gerçekte bir medeniyet tasavvurunun dış âleme yansıtılmasından başka bir şey değildir. Bu tasavvur şehrin ruhunu meydana getirir, bu tasavvur bilinirse şehrin mekânları o doğrultuda okunarak şehre bir anlam kazandırılır ve derinlik verilir. Böyle bir tasavvurdan habersiz biri için ise şehir anlamsız ve boş mekân kurgularından ve belki çok yüzeysel teknolojik gösterilerden öteye gidemez. Bir şehri inşâ eden ya da dönüştüren toplumun kurucu iradesinin altında yatan ve bu iradeye yön veren kudret, o toplumun medeniyet tasavvurudur. İnsan duyguları ile var olan ve düşünen bir varlık olduğuna göre bütün eylemlerinin altında duygusal bir tercih ve aklî bir sebep olmak zorundadır ve şehir de insanın bu özelliklerinden bağımsız değildir. Ecdadın dönüştürdüğü İstanbul’a bu açıdan bakarsak kendi medeniyet tasavvurumuz noktasında en çarpıcı ve belirgin özellikleri Tarihî Yarımada’da buluyoruz. Üsküdar, Tarihî Yarımada’nın bir hülasası gibi ise de derine inildiğinde küçük ve zarif nüanslarla ondan farklıdır, onun mütemmim cüz’üdür. Bütün şehirler gibi İstanbul’a da yakından baktığımızda, ilk görünen şeyler bir takım mekânlar ve yapılardır, şehri uzaktan temaşa ettiğimizde ise onun siluetini fark ederiz. Gerek bu siluet ve gerekse mekânlar bu gün bize pek fazla bir şey söylemez, çünkü günümüzde İstanbul sisler veya küller altındadır, çünkü bugün toplumumuzun ma’şeri şuuru ve zevki, puslu ve dumanlı bir iklimin etkisindedir; net ve berrak değildir. Kısacası ne bizde İstanbul medeniyetini fark edecek basiret, ne de şehirde bu medeniyeti kendi zarif, asil ve mütevazı çizgileri ve tavrı içinde sergileyecek takat kalmıştır. 

İstanbul’un bir ulu rüyalar şehri olması ve melekler ile ülfet eden insanlarının yani İstanbulluların varlığı, yirminci asrın ortalarına kadar devam etti. İstanbul bir ulu rüyalar şehri idi, çünkü rasyonalitenin düzenli, mihaniki ve dar kalıplarına hiçbir zaman sığmadı; onun istediği kaidelere uydu ama kendini asla onlarla sınırlı hissetmedi, melekler âlemine giden yolları her dem açık tuttu. Bu sayede özellikle yabancı gezginlerin hatıralarında ortaya çıkan esrarlı, bazı kereler korkutucu fakat anlaşılmaz bir masal şehir doğdu, çünkü İstanbul kendisine sadece akıl penceresinden bakanlara bir sır vermiyordu. Onda yaşayanlar ve onda ölenler ise batılı gezginlerin idrak edemedikleri derin ve geniş bir huzur ve sükûn neşvesi içinde idiler. Bu, ecdadın dönüştürdüğü ve asırlar boyu işleyerek vüs’at ve ihata kazandırdığı İstanbul idi. 

Masal şehrin meleklerle dost masalsı insanı 

Sonra kader değişti; yirminci asrın ilk yarısında masal şehir kavramı unutuldu, bu kavramı  hayata geçiren kurumlar ortadan kalktı ve melekler ile ülfet eden insanlar, aramızdan çekilmeye başladılar. Bu yıllarda ülkede ve şüphesiz İstanbul’da, eskisinden farklı bir medeniyet tasavvuru hakîm kılınmak isteniyor ve bu istikamette bazı tasarruflarda bulunuluyordu. Fakat bu anlayış, şehri yeni bir kalıba dökmek noktasında pek aceleci davranmadı; “çağdaş İstanbul”un teşekkülünü biraz zamana bıraktı veya bu hususta başarılı olamadı; yahut İstanbul’u bu değişime karşı koruyanlar vardı. Bizim nesiller, masal şehri ve onun meleklerle dost masalsı insanını bu gecikme veya başarısızlık yahut muhafaza sayesinde tanıyabildiler ve o demlerde, melek-hasletlerle donatılmış bu son insanlar aramızdan hiç gitmeyecek ve hep bizlerle beraber olacak zannettiler. İnsanı ancak insanın yetiştirebileceği ve bunun da bazı kurumların çatısı altında muhabbet ve himmet ile mümkün olabileceği hiç akla gelmedi; vaktaki şehrin o güzel insanları bir bir gittiler, bizler onların ne değerde olduklarını o zaman anlamaya başladık. Bu insanlar, bizim medeniyetimizin yaşayan ve yaşatan mümessilleri idiler, bu hal onların tabii hayatları idi; huzurları ve varlıkları, rasyonalist bir uygarlık karşısında bunalan ruhlarımız ve gönüllerimiz için vahiy medeniyetinin metin ve müstakim melceleri idiler; kalp ağrılarımızı onlar dindirir, endişelerimizi onlar teskin ederlerdi. Onlar, eski İstanbullulardı; rüya şehrin meleklerle ülfet eden masalsı insanları. Bugün, onların gaybubetlerinde eksikliklerini giderek daha derinden hissediyoruz. 

Şehir vandalizme teslim olunca 

Sonra şehirleşme başladı;  ülke hiçbir alt yapı tedbiri alınmadan tarımdan sanayiye geçiyordu, yüzyıllar boyu tarım mantalitesi ve geleneği ile yoğrulmuş milyonlar, kendisine özgü bir sanayi toplumuna dönüşmenin sancılarından habersiz, İstanbul’a aktı. Benzer bir süreç, kabaca bir asır evvel batı toplumlarında da yaşanmış ve birçok gaileye yol açmıştı. Ayrıca sanayiye geçiş, batı toplumunun ürünü idi ve arka planında kendi ürettiği bir mantalite ve davranış biçimi barındırmakta idi. Ülke, bütün bunlardan bi-haber bir sanayi yolculuğuna çıkmış, kırsaldan kopan kitleler ne olduğunu bilemedikleri bir ‘daha iyiyi’ bulmak için büyük şehirlere, özellikle İstanbul’a yönlenmişlerdi. Şehir, eski kurumları ve insanları ile faal ve etkin olsaydı zor da olsa belki böyle bir akımı dönüştürebilir ve buradan yeni bir medeniyet yorumu ve bize özgü bir şehir estetiği çıkarabilirdi. Lakin o da olamadı, çünkü yeni gelenler için ne örnek alınacak bir insan tipi, ne de hürmet gösterilecek bir mekân ve kurum vardı; kısacası İstanbul, rasyonalitenin en ilkel tarzına hazırlıksız bir biçimde teslim olmuş veya kurban edilmişti. 

Şehir mekânları, bu anlayış neticesinde süratle yok edildi ve yerlerine bize ait hiçbir anlam ve işaret taşımayan yapılar yapıldı. Bu dönemler, kentin çılgın bir vandalizme düçar edildiği vakitlerdir ve zaman içinde ortaya çıkacak toplumsal maliyet düşünülmeden, kazanıldığı sanılan anlık ve tatlı kârlar, bu döneme hâkim olan tek değer ölçüsüdür. Şehirde yıkılacak mekân kalmayınca bu anlayış, zahiren biraz yumuşamış ve insancıllaşmış görünerek banliyölere ve şehrin çevresindeki tabii yeşil alan dokusuna yönlendi.

Bu arada devir de değişmiş, dünyada bilgi çağına geçildiği ve bunun da küreselleşme rüzgârlarını estirmeye başladığı her an ifade edilir olmuştu. Ülke ve İstanbul bu yeni değişimi de algılayamadan süratli bir yapı faaliyeti ile karşılaştı. Toplumda biriken sermaye, siyasal egemenliğin el değiştirmemesi için belli ideolojik kurallar koyan seçkinler tarafından engellendiğinden üretime kayamadı. Ayrıca tarım toplumundan gelen ve hâlâ baki olan eğilimler de mülk edinmeyi en güvenli yatırım olarak görmekte idi. Buna, belli bir seviyede devam eden şehre göç olgusu da eklenince İstanbul’un etrafı, düşük gelirliler için varoşlar, yüksek gelirliler için de “ultra lüks” sitelerle çevrildi. Şehrin içi öylesine değişti ve dışı o mertebede çevrildi ki artık bize ait İstanbul, hani o eski masal şehir, rüyalardaki kadar efsunlu belde ve onun meleklerle dost insanlarının hatıraları bile görülemez oldu.

Ne varoşlardaki mekânlar ne de ultra lüks siteler insanî bir yaşam için elverişlidir; ilkinde sağlıklı ve huzurlu bir hayatı sağlayacak asgari ölçüde gerekli fiziksel şartlar çok eksiktir, ikincisinde ise toplumdan tecrit edilmiş, tekdüze, birbirine benzer ve gösteriş yarışına dönüşen hayatlar, bütün lükse rağmen ruha ağır gelmekte ve ruhsal sağlığı etkilemektedir. Varoşlarda ya da şehrin içinde varoşlara benzer mekânlarda başını sokacak bir daireye kavuşmanın mutluluk olduğunu zanneden halkımız ile şehir dışındaki yeşil alanları sorumsuzca kullanan lüks sitelerdeki gösteriş yarışçısı seçkinler arasında İstanbul’da yaşamanın getirdiği iç huzurundan nasipsizlik ve bu şehre aidiyetin sağladığı ruhî zenginlik ve derinliğin eksikliği yönünden hiçbir fark yoktur. Çünkü bu iki grup insanımız da sadece enlem ve boylam olarak tanımlanan bir İstanbul’da yaşamaktadırlar; onun tarihi birikiminden habersiz, medeniyet tasavvurundan bi-haber ve kültürüne bigane bir hayattır bu.

Son dönemlerde İstanbul’da kamu yararına birçok yapısal düzenleme gerçekleşiyor; bunlar, bu şehre yapılması çok çok geciken yatırımlardır ve mutlaka en kısa zamanda bitirilip hizmete açılmalıdır. Bunların tümü ile bitirilip hizmete açılması, şehre zahiren çağdaş şehirlere benzer aldatıcı bir görünüş verir. Bunlar olmadan zor fiziksel şartlar altında İstanbul’da yaşayan insanın aklına İstanbullu olmak hiç gelmeyebilir, gönlüne İstanbullu olmak sevdası hiç düşmeyebilir. O sıradan insan, hayatın maddî gaileleri arasında varlığının temel gayesi olan kimlik meselesini hiç düşünmeden kaybolup gitmiştir. Altyapısı bitmiş bir İstanbul’da yaşamak ise ruhî bakımdan şimdiki kadar kolay olmayacaktır; böyle bir İstanbul’da yaşayan bir kimse için şehre ve dolayısı ile bu şehri kuran medeniyete olan mesafe ve aidiyet, çok daha önemli bir kimlik sorunu olarak gündeme gelecektir. Bu sorunu, o kimse kaale almasa bile batı uygarlığı dikkate alacaktır; nitekim batının İstanbul kimliği ile ilgili niyetleri, projeleri ve uygulamaları giderek daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 

‘Şehirli’lik başka şehirde yaşamak başka 

Şehirli olmadan şehir olmaz. İlk bakışta şehir gibi devasa bir olgunun karşısında yalın ve yalnız bir birey olarak algılanan şehirlinin bir hiç olduğu, ne yaptırım gücüne ne de değiştirici 
ya da ıslah edici bir etkiye sahip olduğu düşünülebilir. Böyle güçsüz ve etkisiz olan birey, gerçekte şehirli değil, sadece şehirde yaşayan bir kimsedir. Burada bütün mesele, şehirde yaşayan ile şehirlinin farkını kavramaktan, bu ayrımı sarih bir şekilde yapabilmekten ibarettir. Şehirli, o şehri kuran veya dönüştürerek istikbale taşıyan medeniyet tasavvurunun müntesibi ve o tasavvurdan doğan kültürün mümessili iken; şehirde yaşayan, ancak o şehrin fiziksel imkânlarından istifade eden fakat o şehirde tecelli eden medeniyet tasavvuruna ve şehre ruhunu veren kültür uygulamalarına bigane olandır. Bu bakımdan şehirli derin ve zengindir, şehir gibi dar ve mahdut bir mekânda yaşadığı halde bilgi ve görgü bakımından geniş ve zarif, iç dünyası ile de ihatalı ve vüs’atlidir. Çünkü arkasında tevarüs ettiği medeniyet tasavvurunun yüzyılları kapsayan birikimi ve yine bu tasavvura dayalı olarak yaşanan şehir hayatının engin ve zevkli hatıraları ve tecrübeleri vardır. Şehirli, bu gücü ile şehre hayat ve ruh verir, gerektiği zaman şehri o muhafaza eder, gerçekte şehri o inşa etmektedir, mihaniki bir hareket olarak görülen inşâ faaliyetinin ardında onun manevi gücü ve rehberliği yer alır. Bu yüzden bir şehir için en büyük tehlike, kendi şehirlisini kaybetmektir. Bu tehlike, o şehirden dış âleme yansıyan medeniyet tasavvuru için de geçerlidir; çünkü şehirli, diğer bir deyişle bir medeniyet tasavvurunu yaşayan ve yaşatan kimsedir. 

İstanbul’da fetihten başlayarak yirminci asrın başına kadar uzanan zaman dilimi içinde, İslam medeniyetinin yeni ve yakın çağları kapsayan ve ana kaynağa sadık kalan özgün bir yorumunun en seçkin örnekleri, bir bütünlük içinde yaşanmıştır. Son yüzyılda dünyayı sarsan uygarlık değişimleri ise bu şehirdeki mekânlarda köklü bir değişime sebep olmuş, dolayısı ile İstanbul’da tecelli eden özgün medeniyet tasavvurunun varlığını bir miktar örtmüş, değerlerini sisler ardına itmiştir. Ancak şehrin tarihî birikimi ve muhteşem mazisi, bütün bu etkileri geçersiz kılacak kudrettedir. Yeter ki İstanbul, İstanbullu olmak sevdası ile yola çıkan kendi şehirlilerine kavuşsun. İstanbul şehri için endişesi olanlar bilmelidirler ki bu endişe, İslam medeniyet tasavvurunun zamanımızdaki hayatiyeti için duyulan endişedir ve bu yüzden çok asil ve mukaddes bir ruh halidir. İstanbullu olmak demek, bu şehri inşa ve imar eden medeniyet tasavvurunu bilmek ve bunun asırlar boyu hayata geçirilmesi ile oluşan binlerce hatırayı paylaşmak demektir. Bilgi ölçeğinde gerçekleştirilen bu merhale, İstanbul gibi bir şehir için asla kafi gelmez, İstanbul’a ait bir şehirli olmak için bu şehirdeki manevi havayı teneffüs etmek, duygu ve zevk sahasında da eski İstanbulluların devamı olan yeni bir İstanbullu olmak icap eder. 

İstanbul seni bekliyor! 

İstanbul, şu son zamanlarda, artık serviliklerde yatan ve meleklerle dost eski İstanbulluların bilgisi, görgüsü, edebi ve zevki ile teçhiz ve tezyin edilmiş yeni ve genç şehirlilerini bekliyor. Bu yeni İstanbullulardır ki kendi köklerine sadık kalarak bu şehri gelecek zamanlara taşıyabilir ve dolayısı ile İslam medeniyetinin diriltici sesini, İstanbul mekânları üzerinden bu sese her zamankinden daha fazla muhtaç olan insanlığa duyurabilirler. 

Prof. Dr. Sadettin Ökten’in bu değerli yazısını Mehmet Emre Ayhan alıntıladı.

YORUM EKLE
YORUMLAR
gulcin küley
gulcin küley - 4 yıl Önce

Allah razi olsun çok değerli düşünceleriniz için.