Kitaplarla Otuz Yıl

Mehmet Fatih Kaya’nın, Rıhle dergisinin Ekim-Aralık 2009 tarihli 7. sayısında yayınlanan “Kitaplarla Otuz Yıl” başlıklı bir yazısını alıntılıyoruz.

Kitaplarla Otuz Yıl

Kendimi bildim bileli kitapları sevdim hep. Tabir caizse, fıtrî-ıztırarî bir sevgi bu; kesbî-ihtiyarî değil. Kitabın olduğu bir evde büyüdüm. Bu, şimdi anlıyorum, ne büyük lütuftu! Sekiz-dokuz yaşlarındayken eve ciltler halinde, çivit mavisi ile koyu mavi renkte kitapların geldiğini hatırlıyorum. Bunların daha sonra, Hanefî fıkhının muteber kitaplarından Kâsânî’nin “Bedâyiu’s-Sanâyi”i ile İbn Hümam’ın “Fethu’l-Kadîr”i olduğunu öğrenecektim.

Çocukluğum, oynamanın dışında kitap okumakla geçti. Okulda kitaplık kolu başkanıydım. Elime geçen ufak tefek harçlıklarla kitap alıp, okuduktan sonra bunları okulun kütüphanesine bağışladığımı çok iyi hatırlıyorum. Cin Ali, Ökkeş serisi, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarından başlayıp çizgi-romanlara kadar varan bir yelpazede onlarca, hayır, yüzlerce kitap okudum. Tabii, hepsi seçilmiş, faydalı kitaplar değildi. Bununla birlikte, faydalı bir kitaba ulaşmak için, insanın yolu, bazen bir sürü faydasız kitaptan geçer.

Her neyse… Okuldan sonra medresede Arapçaya başladık. Biraz Arapça okuyup anlayacak seviyeye geldiğimizde, neredeyse her hafta sonu, eve gitmeden önce ne yapıp edip yolumu düşürdüğüm bir uğraktı benim için Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı. O zaman elimden tutacak bir mürşid, yol gösterecek bir kılavuz yoktu. Kitaplar beni kitaplara götürdü. Yani, çoğunlukla rehberim kitaplar oldu o zaman…

Kitapçıya girdiğimde bütün kitaplara tek tek bakardım

Kitapçıya girdiğimde genelde kitap sormaz, bütün kitaplara tek tek bakardım. Bunun ne meşakkatli bir şey olduğunu tecrübe eden bilir. O zamanki harçlığımla ancak birkaç kitap almaya gücüm yeterdi. Ama bu şekilde birçok kitabı görür, birçok kitap hakkında bilgi sahibi olurdum.

Baktığımız kitapların çoğu, sarf, nahiv, belağat, mantık, kelam gibi ilimlerde okuduğumuz ders kitaplarının şerh ve haşiyeleri niteliğinde veya bunlara yakın kitaplardı. Osmanlı döneminde basılmış ilmî kitaplar… Tabii, o dönemde basılmış kitapların hepsini tanımıyorduk. Ayrıca, bildiğimiz her kitaba ulaşmak da mümkün değildi. Genellikle, o dönemlerde çokça basılmış, medrese talebe veya hocaları tarafından aranan kitapları bulabiliyorduk. Ama mesela, Molla Cami haşiyesi “Ikdu’n-Nâmî”yi veya Kâfiye şerhi “Şeyh Razî”yi bulmak neredeyse mümkün değildi.

Takdir edilirse, dar bir çerçevede mütalaa edilebilecek kitaplar bunlar. Mesela, ilmî sahada, Ebussuud Efendi’nin, İbn-i Kemal Paşa’nın, Birgivî’nin, Hâdimî’nin risaleleri, Fenârî’nin “Fusûlu’l-Bedâyi’ fî Usûli’ş-Şerâyi” isimli usulü, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin’in “Câmiu’l-Fusûleyn”i, Hocazâde’nin, Gazalî ve İbn Rüşd’ün “Tehâfüt”leri arasında hakemlik yapmak amacıyla kaleme aldığı “Tehafütü’l-Felâsife” isimli eseri, “Mecelle” ve şerhleri, Ahmed Cevdet Paşa’nın “Mi’yâr-ı Sedad” ve “Âdâb-ı Sedâd”ı… o zaman tanımadığımız, değerli ilmî eserlerdi.

İlmî-edebî-tarihî sahada, “eş-Şekâiku’n-Nu’mâniyye” ve zeyilleri, yine Taşköprüzade’nin “Miftâhu’s-Saâde”si veya oğlu Mehmed Kemaleddin Efendi tarafından birçok ilave yapılarak zenginleştirilen “Mevzûâtu’l-Ulûm” isimli tercümesi, “Keşfu’z-Zunûn” ve zeyilleri, Mütercim Âsım Efendi’nin “Okyanus” diye meşhur “Kâmûs” tercümesi, Müstakîmzâde’nin “Tuhfe-i Hattâtîn”i, Şemseddin Sâmî’nin “Kâmûsu’l-A’lâm”ı, Bursalı Mehmed Tahir’in “Osmanlı Müellifleri” isimli eseri, Mehmed Süreyya’nın “Sicilli Osmânî”si… o zamanki medrese bilgi ve irfanımızla ulaşamayacağımız kitaplardı. 

Bu noktada, tanıdığım, farklı kitaplar ihtiva eden ilk kütüphane, medreseden mezun olduktan sonra, 1989 yılında yanında kalmak bahtiyarlığına erdiğim Emin Saraç Hoca’mızın çocuklarına ait Risale Yayınları’nın kütüphanesiydi. Gönül hoşnutluğuyla bana açtıkları bu kütüphanede farklı kitaplar görme imkânım oldu. Söz gelimi, İbnu’l-Cevzî’nin Kur’ân ilimlerine dair “Funûnu’l-Efnân”ının bazı bölümlerini, İbn Kayyimi’l-Cevziyye’nin, yâdına düşen ilmî fevâidi fevt etmemek için tuttuğu notlardan oluşan “el-Fevâid” nâm eserini o zaman mütalaa etmiştim.

Kahire Yılları

Sonra Kahire yılları… 90–94 yılları arasında Ezher’deki öğrenimim vesilesiyle Kahire’de geçirdiğim yıllar, kitaplarla beslenmem açısından en verimli yıllar oldu. Özellikle ilk sene, 90–91 senesi, kitaplara doyduğum bir yıl oldu. Kitaplara doyulur mu?! Bugün, acaba, Ezher’den değil, Kahire’nin kitapçılarından istifade ettim dersem, hürmetsizlik mi yapmış olurum?

Haftanın altı günü her sabah namazından sonra, Arapçası yeterli olmayan bazı okul arkadaşlarımızla, Ezher’de tedrisi mukarrer olan kitapların, Allah selamet versin, “Sarı Süleyman” diye meşhur değerli Süleyman Aydın Hoca tarafından altları çizilen bölümlerini okur, sonra kahvaltı yapardım. Sonra mı? Sonra, ver elini Atebe!

Atebe, Mısır’ın kitap ambarıdır. Mısır’ın birçok meşhur kitapçısı ordadır. İbrahim Paşa heykelinin olduğu Atebe meydanına iner, oradan Abidin caddesiyle beraber sağlı sollu kitapçılara kıvrılırdınız.

Yaklaşık her gün sabah namazından sonra bu şekilde çıktığım ve yalnız sabah kahvaltısıyla yetinip, akşamları iki elimde iki çanta kitapla, Kitab-ı Kerîm’in ifadesiyle “urcûn-ı kadîm” gibi eve döndüğüm Kahire günleri, kuşkusuz, hayatımın kitap açısından en verimli günleri olmuştur.

Her kitap hemen ilk elde kendisini size açmaz

Hangi kitabı arıyordum? Böyle bir sorum yoktu. Ben kitabı arıyordum, yani kitapları, yani kitap olmak şanından olan her şeyi! Kitapçıya giriyor, sağdan, en üst raftan başlıyordum. Kitapları teker teker indiriyor, ismine, yazarına, konusunun ne olduğuna, en son, ilgimi çekiyorsa fiyatına bakıyordum. Hemen almak gibi bir acelem yoktu. Ta o zaman şunun farkındaydım: Kitapları yeni tanıyordum. Başka, daha değerli baskılarının olup olmadığını bilmiyordum. Öyleyse acele etmemem lazımdı. Ayrıca, sınırlı bütçemi de düşünmek zorundaydım.

Muhtemelen uzun zamandır ilk defa benim karıştırdığım bu kitapları, tozlu rafları içerisinden çekip çıkarıyor, zaten çoktan toza batmış ellerimle siliyor, silkeliyor ve kitabın ne olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Bilirsiniz, her kitap hemen ilk elde kendisini size açmaz. Bir kitabın, bazen üç, bazen beş, bazen on defa baktıktan sonra ne olduğunu yahut kıymetini anlıyordum. Mesela, İbnü’s-Sübkî’nin o nefis ve sahasında benzeri az “Muîdu’n-Niam ve Mubîdu’n-Nikam” isimli eserini ilk gördüğümde, o günkü sahip olduğum bilgiyle bir yere oturtmakta zorlanmıştım. Durumun nezaketi, abdest için ara verip lavaboya gittiğimde ortaya çıkıyordu. Aynada gördüğüm: Geceleyin en azından küçük çocukları korkutmaya yetecek kadar kara bir yüz ve kapkara eller!

***

Rabbim bana o günlerde, belki birçok kitap meraklısının farkında olmadığı bir incelik ilham etmişti. 10–15 ciltlik kitapları satın almıyordum. Çünkü bu hacimde kitaplardan birkaç takım satın almak, zaten yetersiz olan harçlıklarımı bitirecekti. Sonra, ciltli kitaplar her zaman, her yerde bulunulabilirdi. Ben, belki birkaç yapraktan oluşan bir risale, özellikle bir konuya tahsis edilmiş ve küçük boyuyla kimsenin dikkatini üzerine çekmeyen, başka yerde kolaylıkla bulamayacağım eserler arıyordum.

İşte, Ahmed, Abdullah, Abdülaziz el-Gumârî kardeşlerin risalelerini, Muhammed Bahît’in küçük eserlerini, Kevserî’nin eserlerini ve notlarla neşrettiği kitapçıkları, eski Mısır Müftüsü Hasaneyn Muhammed Mahluf ve babası, Malikî fakihi Muhammed Hasaneyn Mahluf’un risalelerini, Tunus’tan gelip Ezher’e şeyh olan değerli âlim ve davetçi Muhammed Hadir (Hızır) el-Hüseyn’in eserlerini ve diğerlerini böyle bulmuştum.

Bu şekilde bir yol takip etmemiş olsaydım, mesela, Ahmed Timur Paşa’nın Suyutî’nin kabir yerini tesbit için yazdığı 15–20 yapraklık kitapçığını, Allame Bahît’in “Hidaye” hatmi münasebetiyle kaleme aldığı otuz sayfalık hatmiyyeyi, Abdullah el-Gumârî’nin yayımladığı, İbn Hacer’e ait, Arafe vakfesinde kulların hukûk-ı ibâd’a müteallik olanları da dâhil olmak üzere bütün günahlarının affolunacağına dair “Kuvvetu’l-Hicâc fî Umûmi’l-Mağfireti li’l-Huccâc” isimli küçük cüzünü, yine Abdullah el-Gumârî’nin yayımladığı, sahih tasavvufu anlatan en güzel ve özlü kitaplardan birisi olarak saydığım Suyutî’nin “Te’yîdu’l-Hakîkati’l-Aliyye fî Teşyîdi’t-Tarîkati’ş-Şâzeliyye” isimli eserini ve daha bunlar gibi onlarcasını bulamayacaktım.

Eğer böyle tek tek her bir kitabın kapısını çalmasaydım, ta o zamandan, İbn Arabî’yi teyit için kaleme alınmış, Celaleddin ed-Devvânî’ye nisbet edilen, Firavun’un imanını savunan risale ile Aliyyu’l-Kârî’nin hakkı nisabına irca eden ve anılan risalede mezkur kelamı cümle cümle nakzeden “Ferru’l-Avn min Müddeî Îmâni Fir’avn” isimli risalesini göremeyecektim.

Bir âlimin kalitesi kütüphanesinden belli olur

Bilir misiniz, kitapları tanımak, müellifleri tanımak, muhakkikleri ve yayınevlerini tanımak başlı başına bir ilimdir. Bir âlimin kalitesi kütüphanesinden, kütüphanesindeki eserlerin seçkinliği ve zenginliğinden belli olur. Mahtut ve matbu eserleriyle, ricaliyle İslam kütüphanesini tanımayan âlim, ne kadar cins bir kafaya sahip olursa olsun, bilgisi sığ, fikri sığ, irfanı sığ bir âlim olur. Özellikle bugün, kitap baskılarını, muhakkikleri tanımayan, değerli yayınevlerini bilmeyen kısa yolu uzatır, zaman, imkân ve enerji israf eder. Vardığı netice de, akıbeti de hayr olmaz!

Neyse, biz yine, yolumuza, yolculuğumuza devam edelim. İşte yukarıda izah etmeye çalıştığım sebeple, Kahire’nin meşhur sahaf şeyhi Harbuş’a uğramadım. Eski kitaplar satıyordu. Eski, artık antika sayılan kitaplar. Onları alacak kadar imkânım yoktu. Alamadığım zaman da yüreğim ateş gibi yanacaktı.

Bu arada Uluslararası Kahire Kitap Fuarı’nı nasıl unutabilirim? Yedi koca binada bir hafta süren Arap dünyasının bu en görkemli kitap fuarını, bir hafta boyunca aralıksız, nefessiz gezdim.

Yine, Kahire’nin iyi yayınevlerinden sayılabilecek Dâru’l-Vefâ’nın, Kahire’ye 120 km. uzaklıktaki Mansûra şehrindeki deposuna üç defa gittim. Nil kenarında bulunan ve Mısır’ın en güzel şehirlerinden biri sayılan bu şehri, sadece araba güzergâhı üzerinden ve bindiğimiz dolmuş taksinin camlarının izin ve imkân verdiği ölçüde görebildim. Sabah depoya giriyor, akşam kapanma vakti geldiğinde çıkıyor, Kahire’ye geri dönüyordum. Bu şekilde üç defa girdiğim o büyük depodaki bütün kitapları elden geçirdim ve hamdolsun, uygun fiyatlarla buradan birçok kitap alabildim.

Bir gün Tanta’da kitap fuarı olduğu haberi geldi. Hemen yola çıktım. Gittim, ne göreyim, bir oda, tahta tezgâhların üzerinde sergilenmiş çoğu işporta işi sayılacak kitaplar… Bu yolculuktan tek kazancım, Muhammed Acâc el-Hatib hocanın Ebu Hureyre savunması yapan değerli kitabı “Ebu Hureyre: Râviyetu’l-İslam” oldu.

Mısır’da geçirdiğim yıllarda kitaplar ucuzdu. Bu sebeple epey kitap alabildim. Yalnızca sekiz ay kaldığım ilk sene sekiz büyük koli kitapla döndüğümü söylersem demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Lübnan-Beyrut kitap işinin yükünü sırtlanana kadar, İslam-Arap Dünyasını besleyen en büyük kaynak Mısır’dı.

***

Suriye Yılları

Sonra Suriye yılları… 92–94 yılları arasında, Ezher’deki öğrenimime paralel olarak her yılın altı ayını Şam’da geçirdim. Şam, Kahire’ye nisbetle daha sakin, daha sıcak bir yerdi ve daha çok bize benziyordu. Kahire’nin aksine, Şam’da daha sıcak ilişkiler, dostluklar tesis etmek mümkündü. Kaldığım Kâsiyûn (Kasyon) dağı, Sâlihiyye… her taraf buram buram tarih ve maneviyat kokuyordu. Burada altı ay kadar kalıyor, daha sonra iki aylığına imtihanları vermek için Ezher’e gidiyordum.

Ancak Suriye-Şam’ın kitap dünyası küçüktü. Bu açıdan, Kahire’den sonra burası bana iyi gelmemişti. Ne yapayım, var olanla yetinmek durumundaydım. Yeni gözde mekânım Halbûnî, yeni dostlarım Halbûnî’deki kitapçılar oldu. Bugün Daru’l-Fecr isimli bir yayınevi sahibi olan Mahmud Şebbâbe, o zaman kitap göstermek için beni bisikletinin arkasında evine taşıyan, kitapçı denilemeyecek kadar küçük, evde yahut küçük tezgâhlar üzerinde kitap satmaya çalışan fakir bir gençti.

***

Burada yeri gelmişken, hayatımın en tatlı hatıraları arasında saydığım, bir Ramazan günü kitapçıları gezmek için Haleb’e yaptığım yolculuk ve orada geçirdiğim sayılı saatlerden bahsetmek isterim.

Haleb’in kitapçılarını görmemiştim. Bu sebeple azm-i sefer eyledim. Ramazandı. Allah selamet versin, Halepli ve o sırada memleketine dönmekte olan Ahmed Ba’ak adlı bir arkadaşa takıldım ve Haleb’e gittim.

Yanlış hatırlamıyorsam, Mektebetu’z-Zeytûnî adında bir kitapçıya girdim. Sahibi, bugün artık merhum Ömer ez-Zeytûnî isimli bir kimseydi. Zannedersem İhvan’dandı, temiz bir yüzü vardı. Kitapçıda, iki gözü, iki kaşı birbirine neredeyse bitişik, yaradılış olarak garipsediğim, aklımda olumsuz çağrışımlar uyandıran bir adam beni karşıladı. Herhalde o da kitapçıydı ve yeni gelen kitaplardan neredeyse bir koli kitap doldurmuştu.

Bir âlimin öldükten sonra kitaplarının hem de en yakınları tarafından satılması

Oradaki havadan anladım ki, ilim sahibi birisinin kütüphanesi satılmıştı ve bu kitaplar oradandı. Bunu fırsat bilmeliydim. Hemen davrandım; bir şey kalmış mıydı, kalmışsa bunlardan benim payıma da bir şey düşecek miydi?

İlk elime aldığım kitap ence dar, boyca uzun bir kitaptı. Kapağını çevirdim. Sayfanın üstünde, serlevha içinde, “Ve’ş-şemsu ve’l-kameru ve’n-nücûmu müsehharâtun biemrih” ayeti yazılıydı. Çok ince, saman kağıt üzerine basılmış, Hind baskısı bir kitaptı bu. Bir sayfa daha çevirdim. “Ebu’l-Hasenât Muhammed Abdülhayy el-Leknevî” ismini okudum. Sayfanın başında da “el-Feleku’d-Devvâr fî Ru’yeti’l-Hilâli bi’n-Nehâr” başlığı vardı.

Leknevî’yi, Zahid Kevserî merhumun tavsiyesi ve Ebu Ğudde merhumun o zamana kadar yayımladığı kitapları vesilesiyle tanıyordum. Kahire’de ilk sene bunları okuma imkânım olmuştu. Ancak kitabı daha fazla incelemek için vaktim yoktu. Osmanlı uleması gibi Hind ulemasının da felek, riyaziyat gibi ilimlerle uğraştığını biliyordum. Felekle ilgili de olsa, Leknevî’nin ise alacağım dedim ve aldım.

Sonra Osmanlı baskısı iyi bir “Dâmâd” (Mültekâ şerhi) ve başka kitaplar aldım. “Dâmâd”ın üzerindeki bir nottan, satılan bu kütüphanenin, benim de tanıdığım ve bazı kitaplarını okuduğum, hatta bazıları üzerinden de sohbetler yaptığım Halep’li, sâlih ilim adamı ve davetçi Abdullah Nâsıh Ulvan’a ait olduğunu öğrendim. Acıyla yutkundum. Bir âlimin öldükten sonra kitaplarının hem de en yakınları tarafından satılması nasıl bir şeydi? Öldükten sonra bile bu, insanı kabrinde muazzeb etmez miydi?

Kitapçı, kitaplarla birlikte satın aldığı evrâk-ı metrûke arasından bulup çıkardığı Abdullah Nâsıh Ulvan’a ait bazı gençlik resimlerini ve el yazısı örneklerini gösterdi ve ilgilendiğimi görünce bir kaçını da bana hediye etme lütfunda bulundu.

O üç-beş saat hayatımın en tatlı saatlerindendir

Ancak asıl sürpriz bundan sonraydı. Ramazan olduğu için kitapçılar akşam olmadan saat beş gibi kapandı. Hâlbuki dönüş biletim gece saat 11’e kesilmişti ve Şam’a daha önce otobüs yoktu. Elimde kitaplarla ortada kaldım. İftarlık için bir fırından tahinli pide alarak, elimde çantalar, arkadaşımla beraber yürüdük. O kendi köyüne gideceği için, beni yakınlarda, zannedersem Osmanlı ordusunda subay olan bir zata nisbetle Sekenatu’l-Henânu denilen bir yerleşim bölgesine yakın bir yere, arkadaşı olan Safa mescidinin imamına götürdü.

İmamın babası, aynı zamanda mescidin de kayyumu olan, İstanbul’a yük taşıyan büyük oğlu sebebiyle birkaç kelime de Türkçe bilen komik sayılacak, sevimli bir ihtiyardı. Beni üçgen şeklinde, ancak üç-beş metrekare olacak kadar büyük bir odaya oturttu. Odada beyaz bir pösteki, bir de artık tarihe mal olmuş, uydu çanağına benzeyen, tek gözlü bir elektrik sobası vardı. Bana yemek getirdi, giderken de, bildiği birkaç Türkçe cümleden biriyle “Gabuyu gabat!” demeyi ihmal etmedi.

Necip Fazıl’ın “Cinnet Müstatîli”ne teşbihle isimlendirdiğim bu “gurbet müsellesi”nde geçirdiğim üç-beş saat hayatımın en tatlı saatlerindendir. Uzakta, bir başıma, elektrik sobasının yaydığından başka ışığı olmayan bu üçgen odada, pöstekinin üstünde battaniyeye sarınmış bir şekilde uykuya direnerek geçirdiğim birkaç saati ne zaman hatırlasam, içimde ta derinlerde bir yerde, inceden inceye, gittikçe artan, karşı konulamaz, hüzünle karışık bir haz duygusu belirir.

Karnak’ı beklerken (Şam’a götürecek otobüs) üzerinde Leknevî’nin ismini gördüğüm kitabın sayfalarını çeviriyorum. Bir de bakıyorum, benim felekle ilgili zannettiğim eser, Ramazan bitiminde, gündüz vakti hilalin görülmesi üzerine çıkan kargaşa ve kafa karışıklığını önlemek için yazılmış. Heyecanla sayfaları çeviriyorum. Birkaç sayfa daha derken… O da ne! Eser bitiyor; ferağ kaydı düşülmüş! Sayfayı çeviriyorum. Ayın bitiş ve başlangıcının tesbitinde ölçü hesap mı, ru’yet mi olmalı, konusuna dair yeni bir risale.

Sayfaları çevirmeye devam ediyorum. Sırayla, imamın tilavet esnasında tıkanması üzerine dışarıdan önü açılabilir mi, kadının süt emzirme hususunda şahadeti, kadınların kendi aralarında cemaat yapıp yapamayacakları meselesi, abdestten sonra kurulanmanın hükmü ve nihayet Abdülfettah Ebu Gudde Hoca’nın değerli notlarla birlikte neşrettiği “el-Ecvibetü’l-Fâdıla li’l-Es’ileti’l-Aşereti’l-Kâmile” isimli eser olmak üzere birbirinden kıymetli yedi risale.  O karanlık odayı aydınlatmaya yetecek kadar gözlerimin parıldadığını hatırlıyorum.

Tahsil Hayatından Sonra

Tahsil hayatından sonra mı?!  Tahsil hayatının sonrası var mı?! Bütün bir hayat bir mektep, bütün bir ömür tahsile sarf olmalı değil mi? Ne yapalım, biz de âdeti bozmadan, alışılageldik üsluplara yaslanarak konuşuyoruz.

Tahsil hayatımdan sonra da kitaplarla ilişkim hiç kesilmeden devam etti. Bir farkla ki, artık yeni uğrağım, Beyazıt ve Beyazsaray çarşısı değil, Sultanahmet ve belki Türkiye’nin tek ciddi Arapça eser satıcısı –daha sonra İrşad Kitabevi’ne dönüşecek olan- İslamî Kitabevi oldu. Bugün bile hâlâ, özellikle yeni kitapların geldiği günlerde bazı dostlarla kitap taramaları yaparız. Üç-beş saat yorgunluğun ardından, orada, kitapların arasında, kitap kartonlarının üzerinde verdiğimiz çay ve simit molası kitap saatimizin tatlı dakikalarındandır. Bu arada, Yümni Çarşısı’ndaki Şâmî Kitabevi’ni de unutmamak lazım.

Her yeni kitapla birlikte ömür tazeler ve yeniden toparlanırız. Çünkü her yeni kitap ömrü uzatır, cana neşe katar, insanın heyecan ve azmini biler ve yeni kitapla bir sonraki randevuya kadar insana dayanma gücü verir.

***

Bu kitapları kime taşıyorum?

Ayrıca her yurtdışı ziyaretim kitaplarla ahit ve bey’at tazelediğim fırsatlar oldu. Bundan birkaç sene önce ziyaret edip on iki gün geçirdiğim Ürdün-Amman’da da durum değişmedi. Dost meclislerinden, ziyaretlerden kalan zamanlarda Abdelî’deki kitapçıları gücüm yettiğince gezdim. Uçakla geri dönecektim. Yine de kitap yüküm elli bir kilo geldi. Bu yüzden havaalanında fazladan ücret ödemek zorunda kaldım.

Yine, 2006–2007 yıllarında eda etmeye muvaffak olduğum hac farîzası esnasında da yolum ilim meclislerine ve kitapçılara çıktı. Yol ve yük durumunun sıkıntılarının farkında olmama rağmen, 26 ciltlik İbn Ebî Şeybe’nin “el-Musannef”inden, biri bana biri Darulhikme’nin kütüphanesine ait olmak üzere taşıdığım iki takımın dışında beş çanta dolusu kitap getirdim.

***

Hindistan-Pakistan kitaplığını, Fas, Tunus, Cezayir ve Körfez bölgesinin kitaplarını uzaktan takip edebiliyorum. Umuyorum ve Allah’tan diliyorum ki, çok uzak olmayan bir zamanda yolum oraların kitapçılarına da düşecektir. İşte o zaman, oralarla ilgili sözün devamı da gelecektir.

***

İlk okumaya başladığım çocukluk günlerimle birlikte yaklaşık otuz yıl saydığım ve bir ömür kesilmeden devamını arzuladığım bu yolculuğun bugün vardığım merhalesinde zaman zaman beni derinden düşündüren ve endişelendiren can yakıcı soru şudur: Bu kitapları kime taşıyorum? İstanbul, Kahire, Şam, Amman ve  Mekke’den taşıdığım bu kitapları kendime mi yoksa Allah’ın beni hamal ve aracı kıldığı başkalarına mı taşıyorum?! Bugün benim için en can alıcı soru budur. Cenab-ı Rabbi’l-âlemîn’e dua ve niyazım da sadece taşıyıcı (eski âlimlerimizin ifadesiyle: râvî) değil, aynı zamanda bu kitaplardan hakkıyla istifade eden (vâî) olmaktır.

***

Annemin söylediğine göre, Süleymaniye Doğumevi’nde dünyaya gelmişim. Aradan geçen yıllardan sonra, hemen doğumevinin duvarına bitişik Süleymaniye Kütüphanesi’nde yine kitapların içinde çalışırken, “Herhalde, kaderin bir cilvesi bu” demekten kendimi alamıyorum.

Son söz yerine Allah’a münâcât ile söylediğim şudur: Allahım! Ben Kitab’ını, Kitab’ına götüren kitapları seviyorum. İlahî! Mahşerde beni, bu ikrar ile haşret!

 

*Not: Bu yazı, Rıhle Dergisi’nin Ekim-Aralık 2009 tarihli 7. sayısında yayımlanmıştır.

 

Alıntılayan: Mehmet Erken

YORUM EKLE
YORUMLAR
Murat Sülün
Murat Sülün - 7 yıl Önce

ومن الناس من يجادل في الله بغير علم ولا هدى ولا كتاب منيرDeğerli kardeşime ilim hayatında başarılar dilerim.Bana da 25 sene evvel bir Zubdetu'l-Buhārî hediye etmişti...

kazim şen
kazim şen - 3 yıl Önce

Allah(cc) kitab'ı okuyan ve anlayanların sayısını artırsın..Amin..