Şair kimdir? Kendisine yaradılıştan şiir söyleme gücü verilmiş üstün yetenekli biri mi? Yoksa aldığı eğitim sonucu başarılı şiirler kurma gücüne ermiş bir usta mı? Yahut bazı mahrumiyetleri bünyesinde yücelterek şair olmak zorunda bırakılmış bir çaresiz mi? Belki her şair için bu üç soruya uygun düsen durumlar geçerli olabilir. Diyebiliriz ki şairin ortaya çıkışında yeteneğin, eğitimin ve sosyo-psikolojik zorlamaların belli dozlarda etkisi vardır. Bu taktirde şairi toplumsal bir vakıa olarak anlamamız gerekir ki ben, böyle bir anlayışı doğru bulmuyorum. Sanat eserlerinin onları doğuran şartlarla bağları ne kadar sıkı olursa olsun, o eseri ortaya koyan sanatçının özel ve özgün, kasıtlı ve iradi biçim verme katkısı olmadığı zaman doğmayacaklarını hatırda tutmamız lazım. Sanat eserlerinin iki sahibi birden olamaz. Bu şartlarda nasıl olsa böyle bir sanatçı çıkacaktı diyemeyiz. Sanat eseri keşfedilmek üzere bir yerde bekliyor değildir. On yedinci yüzyılın son çeyreğinde Leibniz ve Newton birbirlerinden habersiz infinitesimal hesaplamayı bulmuşlardı. Sanat alanında böyle yakınlıklar gerçekleşmemiştir. İngiliz tarihinin bir başka Cromwell ortaya çıkarabileceğini düşünebiliriz, ama İngiliz edebiyatının bir başka Milton vereceği söylenemez. Kolomb yeni bir kıta bulduğunu bilmeden öldü. Sanatçıların başına böyle kazalar gelmez. Kısacası sanat gayri şahsi kılınamaz.
Üstelik şiirin bütün diğer sanatlardan ayrı bir özelliği daha vardır. Şiirin temel özelliği, kendini var kılan parçalara arılamayışında ve/veya şiirin ortaya çıkışının daha önceden izlenebilir bir yönteme bağlanamayışında bulunabilir. Şiirin yalnızca şiire özgü bir malzemesi, ham maddesi, birimleri, çerçevesi, mantığı yoktur. Bir şiirin nasıl söyleneceğini hiç kimse söyleyemez, çünkü şiir söylenen şeyin söylenişinde, söyleyişin içindedir. Bir sözün şiir oluşu o sözün şiir dışında kalan bir alanda önem ve değer kazanmasıyla değil, sadece şiir kalarak önemli ve değerli bulunuşuyladır. Yani anlamlı bir sözü şiir olarak bir türlü, düzyazı olarak başka türlü düzenlenemez. Bir söz şiir olduğu için «öyle» değildir, öyle olduğu için “şiir”dir.
Diyebiliriz ki şiir insanın duruşu, “objectificaiton”udur. İnsanın nerede, ne zaman, nasıl durduğu bizi şiire götüren ok işaretleri görevi görürler, ama bu işaretler şiiri orada tutan dayanaklar değildir. Şiir orada durduğu taktirde bu ok işaretleri anlam taşırlar, şiirin orada durduğunu, orada bir insan duruşu bulunduğunu gösterebilirler. Şiirin orada duruşu ise şairin, bütün o ok işaretlerinden bağımsızdır niyet, irade ve kasıtla kurduğu yapı sayesinde mümkün olabilir. Şairin kurduğu yapı o şiirle ilişki kuran diğer insanların katkılarıyla belirginlik kazanabilir. Şair ipini fırlatır, ipin ucunu elinden kaçırmadıkça o ip tutulabilir nitelikte olma özelliğini korur. İp tutulmadıysa onun çok sağlam oluşu, çok iyi fırlatılmış oluşu artık anlam taşımaz. Demek ki şiiri bizim için gerçek kılan şiirin üstün, ince, yüksek düzeyde bir söz sanatı oluşu değil, bizim ona tutunma tercihimizdir. Şairin kastıyla okur-şairin (itiraf etmeli ki şiir okuyucusu açık veya gizli, güneşte veya gölgede, atılgan veya ürkek, başarılı veya başarısız bir şairdir) tercihidir şiiri yapan. Bu yüzden şiiri temessül edebilmemiz şiirin şifresini çözmemizle mümkün olmaz. Şiirin aslında, yani görünen biçimin altında veya üstünde, derininde, yücesinde ne dediğini bilmek üzere bir çalışma yapılamaz. Çünkü şiir aslında odur ve şair şiirin aslına ilişkin olanı perdeleyen sözleri silmiş bir insandır. Bu haliyle şairleri özel yetilerle donatılmış, farklı ve hele “üstün” insanlar saymak yerinde bir görüş olamaz. Şairler insanlar kadar insan olmaya yöneldikleri için daha fazla insandırlar ve bir insanın “insan oluş”la örtüşme çabası onu üstün kılmaz. Şairlerin üstünmüş gibi görünüşleri içinde yaşanılan toplumun insan değerleri karşısındaki duyarsızlıklarıyla, insanların insanlıklarını hissetmede karşı karşıya oldukları güçlüklerle bağlantılıdır.
Kaynak: İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin, Şule Yayınları, İstanbul, 1995