II. Abdülhamid'in Saray Mutfağından Geçinen Beyler, Paşalar, Şeyhler

''II. Abdülhamid devrinde çoğalır arşiv kayıtları. Sadakat bildirenlerden çok ihsana nail olanların hikâyesini söyler belgeler. Bugünden geriye doğru baktığınızda meşrepsiz, liyakatsız, parlak sırmalı üniformalara bürünmüş çakalların ayak izlerini takip edersiniz o soluk belgelerde.'' Zekeriya Kurşun'un ''Sarayın Mutfağından Geçinenler'' başlıklı yazısını alıntılıyoruz.

II. Abdülhamid'in Saray Mutfağından Geçinen Beyler, Paşalar, Şeyhler

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölümü başkanı Zekeriya Kurşun, akademik çalışmalarının yanında, zaman zaman kendi sitesinde, araştırmalar esnasında rastladığı ilginç belgelere dair yahut bu belgeler vesilesi ​ile aklına gelen konulara dair yazılar kaleme alıyor. “Sarayın Mutfağından Geçinenler” başlığı ile alıntıladığımız bu yazı da saray ile ilişkiler noktasında çok da dikkat çekmeyen bir detaya ışık tutuyor.

SARAYIN MUTFAĞINDAN GEÇİNENLER

İnsan ihsanın kuludur derler. El-hak doğrudur. İnsan iyilik gördüğü yere meyleder, sevgi gösterir ve hatta itaat eder. Bazen o dereceye vardırır ki, ihsan gördüğü yere hata kondurmaz. Ama çoğu kere ihsanı kesildi mi birden huy değiştirir. Eski hamisini tanımaz, yeni liman aramaya başlar.

Bir bilgeye sormuşlar, “Size en zor gelen nedir” diye? O da cevap vermiş:

“Uğrunda herkesi feda edip bir kişiyi dost edinmektir.”

“Peki” demişler, “en ağır, en kötü şey nedir?”

“Her şeyini onun için seferber ettiğin kişinin sana yüz çevirip onun için yaptıklarını inkar etmesidir.”

Bu duruma en çok da zirveye ulaşanlar maruz kalır. Her şeyin bir zirvesi vardır. Para, pul, başarı, şöhret, siyaset, müdür, müsteşar, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı veya geçmişte nazır, vezir, sadrazam, sultan…

Kimse kurtulamadı bu et ve kemikten oluşan tuzaktan

Zirvedekilerin her biri çeşitli sâikler ile etrafına insan toplar, onlara ihsanda bulunur. Onların kimi musahibi olur, kimi hizmetinde bulunur, kimi de bütün devlet umurunu teslim ettiği vekili. Bir anlamda besler, büyütür, makam, şöhret dağıtır onlara ama bir de hava değişmeye görsün, boşalır birden etrafları. Bunun en belirgin örneğini yaşadı cihan padişahları. Tarih örnekleri ile doludur. Ama devrinin güçlü sultanlarından Bismark’a göre (kendisinden sonra) dünyadaki en büyük siyasi deha Sultan II. Abdülhamid bile kurtulamadı bu et ve kemikten oluşan tuzaktan.

Esasında o bir halk adamıydı. Sultan olmadan halkla beraberdi. Kolay kaynaşır, paylaşırdı. Devrinin entrikaları bir tarafa; bahtı açıldı, devlet kuşu göründü ve nihayet başına kondu. O artık Hakanu’l Berreyn ve Bahreyn, Sultan-i Devlet-i Aliyye; hatta Halife-i ruy-i zemin idi.

Sıcak bir Ağustos günü tahta geçmişti. Ata bindi, halkın arasından geçti, cesaretin timsali, tevazunun kabesi Eyüp Sultan’a gitti ve kılıç kuşandı. Ardından da saltanat kayığına bindi. Alıştığı çevre bitti, çehreler değişti. Saltanatın ve devletin yükünü çeker görünen sırmalı, armalı, büyük üniformalı isimler ile tanıştı. Onlar da yeni Sultana selam verdi, baş eğdi, biat etti. Sultan da devletin yükünü üstlenip gülmeyi unutan bu insanların yüreğine su serpmek, gönüllerini hoş etmek için ihsanı seçti. Yıllar geçti. Meclis açtı kapattı. Rüşdiyeler, idadiler kurdu. Mülkiye’ye özel önem verdi. Derece ile mezun olanları ödüllendirdi ve hemen sarayında istihdam etti. Ama deveran-i zaman ile fasl-ı hazan göründü. Sultana gündüz gülenler, temenna edip ihsan koparanlar gece konaklarında onun gönderdiği ikramları tüketirken önce fısıltı ile dedikodusunu yaptılar; ardından zahir olup “al külah ver takke” diyerek başka oyunlar sahneye koydular.

Kimler mi? Kim değil ki? Osmanlı sisteminde asla kolay olmayan Paşalığı elde edenler, en az çeyrek asır medresede diz çürütüp ancak paye alanlar, “efendi” olan babasının yerine modern mekteplerde okuyup “bey” olanlar. Okur yazarlığı entelektüel birikim zannedenler, kağıt boyamayı, hurufat dizmeyi gazetecilik bilenler, anasındaki destan dizme mevhibesinden esinlenerek, sözleri kalıba döküp kendini şair hissedenler ve daha kimler, kimler? Başına sardığı sarıkla kendini mehdi zanneden meczuplar bir tarafa, uzun yıllar Sultanın işlerine fetva veren Şeyhülislamlar bile karşı koroda yer aldılar. Kimi solist oldu, kimi vokalist, ahenksiz çalan orkestranın etrafında. Çıkan gürültüden kimse anlayamadı ne olduğunu ve hatta ne olacağını, Koca Sultan bile.

Vefa denen bir şey vardı; ona güveniyordu

“Hiç mi yok Sultan’ın suçu” der gibisiniz. Elbette o da bir anadan ve babadan doğmuştu, sütten çıkmamıştı. Diğer insanlar gibi düşünüyordu. Verdikçe alacaktı, hem hizmeti ve hem de sadakatı. Üstelik devletin başıydı ve mutlak sorumlu idi. Fakat heyhat, liyakat prensibi çoktan geçmişte kalmıştı. O bunun farkındaydı elbette, ama bir de vefa denen bir şey vardı. Ona güveniyordu. Oysa bu duygudan sıyrılmak isteyenler çok insanice (!) bir tavırla hemen o tarihlerde bir semte satmışlardı vefayı. İşte bunu fark edememişti; bir de yücelerden gelen ihsanı anlamayan insanın sultandan gelen ihsanı kolayca unutabileceğini düşünememişti veya düşünmeye fırsat bulamamıştı. Suçluydu.

Sadakat bildirenlerden çok ihsana nail olanların hikâyesini söyler belgeler

Belki düşünememişti ama kaydettirmişti birçok şeyi sonradan gelenler anlasın diye. Sultanın devrinde çoğalır arşiv kayıtları. Sadakat bildirenlerden çok ihsana nail olanların hikâyesini söyler belgeler. Yazıldıklarında bir tadı vardı, bir anlamı, bir lem’ası vardı o yazıların. Ama bugünden geriye doğru baktığınızda meşrepsiz, liyakatsız, parlak sırmalı üniformalara bürünmüş çakalların ayak izlerini takip edersiniz o soluk belgelerde.

Dünyanın en zengin arşivlerinden biri olan Osmanlı Arşivinde çalışırken gözüme ilişen bir liste hatırlattı bütün bunları bana. Liste bir dönem Sultan’ın ve Saray’ın mutfağından geçinenlerin listesiydi. Elbette listedekilerin yukardaki tanımlara girip girmediği ayrı bir araştırma konusudur. Ama bu yazıya ilham verdiklerine göre de konu dışı değillerdir.

İlk işi saray masraflarını kısmak olmuştu

Bir devlet geleneği olarak 16. yüzyıldan itibaren saray mutfağından, üst düzey saray görevlilerinin konaklarına, hatta aşçı ve diğer hizmetlilerin evine yemek (tabla) gönderilmekteydi. Fakat bu geleneğin ciddi bir maliyeti vardı. Fetihlerin olduğu, toprak düzeninin sürdüğü, merkeze vergilerin düzenli geldiği dönemlerde bu masraf devede kulaktı. Sonraları iş değişti. Sıkıntıyı sadece Sultan biliyordu. 19. yüzyılda mutfak masrafları ciddi bir yük olmaya başlamasına rağmen, artık kazanılmış bir hak olarak görüldüğünden hiç kimseyi rahatsız etmiyordu.

II. Abdülhamid tahta geçtiğinde bu durumu fark etmişti. Belki de Sultan Abdülaziz’in başına gelenlerin bir kısmı da saray masraflarına kayıtsızlıktan olmuştu. Bu yüzden denk bütçe yapma adına da ilk işi saray masraflarını kısmak oldu. Bu davranışı fısıltı gazetelerinin manşetine onun “pintiliği” olarak yansıdı. Bu yüzden saraydaki şahsi masrafları ile haremin masraflarını kıstı ama konaklara tabla gönderme işini sürdürdü.

Fitneye sebep olmasın diye Seyid Fazıl Paşa'ya her gün 83 kap yemek

Yıldız Sarayı Arşivi’nden devşirilen tarihsiz bir liste Yıldız, Beşiktaş ve Feriye Matbah-i Amirelerinden sabah-akşam kimlere ne kadar yemek gönderildiğini haber vermektedir bize.

Listede kimler yok ki: Sadrazam’a günde iki tabla 17 kap yemek gidiyor. Kalabalık ailesi, geleni gideni vardır elbet. Helal olsun, umur-i devlet onun elinde. Hz. Peygamberin ahfadı Seyyidlerin temsilcisi Nakibu’l Eşraf da payını alıyor. Hane halkı kalabalık, Tanrı misafiri çoktur diye 60 kap gönderiliyor. İstanbul’da zorunlu ikamete memur Seyid Fazıl Paşa’nın konağı misafirden eksik kalmaz. Uzun zaman Yemen/Hadramut’a yönetici olmak için İstanbul’da sürdürdüğü kulislerin yemeği de saraydan gider. Hizmet üretmez onun konağı ama fitneye sebep olmasın ve biraz da siyasetin nabzı tutulsun diye Sadrazam’ın bir kaç katı, 83 kap taşınır sabah-akşam konağına. Önemli bir figür olarak Padişah’ın kamu diplomasisinde istihdam ettiği Şazeli şeyhi Şeyh Zafir’in konağına da günde 8 tabla 66 kap yemek gönderilir. Hane halkı, evlad-ü iyal kifaf-i nefs yapsın, kalanlar da dergahtaki dervişlere şifa olsun diye. Harem-i Hümayun Nazırı Kemali Paşa, Tercüman Paşa, Şerif Abdullah Paşa ve daha niceleri istifade eder sarayın mutfağından.

Her gün 773 kap yemek çıkar konaklara

Bu listeye göre, her gün 92 tabla, -sanki yetmiş ikibuçuktan kinaye-, 773 kap çıkar konaklara. Pazartesi, Perşembe günleri de tatlı günüdür, ihmale gelmez. Kap aldatmasın sizi. Saray kabıdır ve her biri bir orduyu beslemezse de kalabalık bir aileyi besler. Öyle de olması lazım. Bu yakışır saraya zaten.

Bu gelenek hep devam eder. Sadrazam değişir, Şeyhülislam değişir, Serasker değişir ama tablacılar hep sabah-akşam Nişantaşı konaklarına tablalar ile sefer düzenler. Hatta sabah bitirilmeyen yemekler iade alınıp pazarlara bile sunulur uyanık tablacı çırakları tarafından. Tablacılar, hem bahşişlerden hem de iade pazarından haylice istifade eder. Bilmem, araştırmak gerek; saraylıyım diye iddia eden İstanbul’un küçük burjuvazisi belki de bu tablacıların soyundan türemiştir.

Şişkin maaşlar, huzur hakları, makam-mansıp kovalavalar, emlake konmalar

Belgelere baktığımızda bunlar sadece sarayın mutfağından istifade etmediler. Nişan, madalya, atiyye ve her türlü muhassesattan istifade ettiler. Makamdan makama geçtiler. Birbirleri ile rekabet ederek mansıp kovaladılar. Yorulmalarının ve gayretlerinin bedeli olarak, kimi devlet alımlarından komisyon, kimi de aynı anda birçok makamda/komisyonda bulunarak, şişkin maaşlar, huzur hakkı aldılar. Serkilarî Osman Bey gibi kimileri de emlake kondular. En düşüğünden, Ragıp Bey gibiler de (Aksaray’da Sofular Mahallesinde) bir sokağa isim oldular.

Peki, ne oldu? Bunun cevabı sizde. Koca imparatorluk bir avuç tedbirsiz ve tecrübesiz elinde kaldı. Kül oldu bitti. Buna yanmam. Zira her şarklı biraz İbn-i Halduncudur. Devletin ömrü tükendi, der geçerim. Ama, saraydan geçinen bu ulu zevatın daha sonra bıraktıkları hatıratlarını, yazılarını, röportajlarını okuduğumda; çöküşün nedeni olarak sadece mutfağından geçindikleri sarayı ve ihsan sahibi olan Sultan’ı anlatmazlar mı? Yedikleri değil de bu yaralar beni derinden. Hançer gibi saplanır beynime, kalbime ve hatta ruhuma. Bir de saraydan aldıkları enerjiyle genlerini miras bıraktıkları nesillere baktığımda… Söz bulamam, kelimeler düğümlenir boğazımda.

Muhtemelen 1880lerde Saray'dan konaklarına ve hanelerine yemek gidenlerin listesi:

(BOA Y.PRK HH 11/19)

Hak Sahipleri

Tabla Sayısı

Kap Sayısı

Perşembe tatlı

Pazartesi

tatlı

Sadrazam Konağı (Devletlü)

2

17

Nakibu’l Eşraf Konağı (Semahetlü)

6

60

Seyyid Fazıl Paşa Konağı (Devletlü) 1879-1900, 1880 de vezir rütbesi verildi.

8

83

Feraşet-i Şerife Vekili Konağı (Semahetlü) Ahmed Esad Efendi

4

53

Şeyh Zafir Efendi (Reşadetlü) Konağı

8

66

Harem-i Hümayun Nazırı Kemali  Paşa (Devletlü) Konağı

2

16

Tercüman Paşa (Devletlü) Konağı (Hasan Şükrü Efendi, Hacı Ahmet Bey, Ahmet bey veya Tüysüz Hacı Hasan efendi)

2

22

(Şerif)Abdullah Paşa Konağı (Seadetlü)

2

23

Serkilari Beyefendi Konağı (Seadetlü) (Osman Bey)

10

83

Ragıp Beyefendi Konağı, Kurenadan

4

43

Seccadecibaşı Hanesi (İzzetlü) (Osman?)

2

20

Taşlıca Müftüsü Efendi Hanesine (Fazıletlü) Mehmet Nurettin Efendi.(Bosna’nın kaybı üzerine İstanbul’a geldi.)

6

60

3

3

Kalkandelenli Şeyh Mustafa Efendi Hanesi (Arnavutluk İttihadı Reisi)

2

18

Kilarcı Ömer Ağa Hanesi (İzzetlü)

2

22

Feriyyenin Daire Müdürü Hanesine (İzzetlü)

2

12

İkinci Kilerci İbrahim Efendi Hanesi (İzzetlü)

2

24

Yaver Faik Bey Hanesi (İzzetlü)

2

18

Padişahın Ser Tüfenkçisi  Hanesi

2

16

Kapıcılar Kethüdası Hanesine

2

16

Aşçıbaşı Mehmet Ali Ağa Hanesi

2

12

İbrikdar Hacı Ali Efendi Hanesi

2

6

Ser Müezzin İbrahim Efendi Hanesi

2

18

Müezzin Hacı Ali Efendi Hanesi

2

14

Müsahip Haci Ali Efendi Hanesi

2

14

Marangoz Karlo Hanesindeki Misafirlere

2

12

Sakızlı Bahçivanlara (Serkurena emriyle) Bahçivan Ömer Ağa Hanesine

2

8

1

1

Tüfenkçi Bekir Ağa Hanesi

2

6

Avcıbaşı Hanesi

2

10

1

1

Evlad-i Abbasiyeden Salih Efendi Hanesi

2

8

Mekkeli Tabip Behic Efendi Hanesi

2

10

Darüssade Ağası Kethüdası Hanesine Hafız Behram Ağa

2

16

Yekün

92

773

5

5

Zekeriya Kurşun, //www.zekeriyakursun.com/sarayin-mutfagindan-gecinenler/

Alıntılayan: Mehmet Erken

YORUM EKLE