Nureddin Yıldız / Talebesi
Emin Saraç Hocam’la ilk bağlantım 1983 yılında oldu. Ama benim şeref hanem varsa ona yazılacak asıl talebeliğim, beraberliğim 1991 ile 2000 yılı arasındaydı. Bu 9 yıllık zaman zarfında, Fatih Cami-i Şerifi'nde Hocam'dan Sahîh-i Buhârî okudum. Mustafa Sabri Efendi'nin "Mevkifu'l-Akl” kitabının ilk cildini ve diğer özetini okudum. Emin Hocam Mustafa Sabri Efendi'nin elini öpmüş biri olduğu için kitabıyla alakalı bir iki soru sormak için gitmiştim. “Bu kitabı okutayım sana, Nureddin” dedi. İki-üç arkadaş daha ilave ettik ekibimize. Fatih Camii'nin müezzinliğinde oturduk, elhamdülillah kitabı hızlı bir şekilde taradık. Taradık da asıl biz o arada Mevkif'i okuyacağız derken, Hocaefendi'yi Mısır'a götürdük adeta:
Bir yarım asır öncesine gitti, Mustafa Sabri Efendi'yle, Zahid el-Kevserî ile buluştu. Her derste, bir saatlik dersi, üç saatte bitirdiğimiz oluyordu. Bizim o günkü tuttuğumuz notlar, yaşamadığımız bir tarihin içindeymiş gibi bize bilgi kazandırdı. Bir defa râvî, anlatan olarak mevsuk birisi hocaefendi, hikâye anlatmıyordu yani. Bizzat yaşadığı, gördüğü hocalarının ve onların hatıralarını anlatıyordu. O arada kitaptan on sayfa okumuşuz kalmış öyle o anlatırken. Biz orada yakın tarihi Fatih Camiinin müezzin mahfiline getirmiştik. Mesela o mahfilde Mustafa Sabri Efendi'nin ailesine ait Kudüs'ün, Harem-i Şerif'in resminin olduğu büyük bir çerçeve vardır. Müezzin mahfilinin kuzey tarafında durur. Canı sıkıldıkça Hocam ona döner, “Bu Mustafa Sabri Efendi'nin ailesinin, buraya hediye ettiler. Duygusu, anlattığı şey buydu..." derdi. İşte orda gözü bir taşa takılır, orayla alakalı bir hatıra anlatırdı. Dolayısıyla ben ders arkadaşım Ahmed Hamdi Yıldırım Hoca'ya hep demişimdir: "Biz burada kitap okumaktan çok tarih yaşıyoruz, yaşatıyoruz
Her cuma günü sabah namazından sonra hemen geçerdik, bazen 09.30-10.00'a kadar ders yapardık. Aslında bir saatlikti dersimiz. Hocamın işte dizi ağrıyor, battaniye örtülüyor dizine falan, ama o yorulmadığı için biz de yorulamıyorduk. Sonra üşüdük onun imam odasına geçtik. Biz üç kişi derse sabit devam ettik. Hocaefendi'nin arkadaşları, sevenleri, misafirleri falan da zaman zaman katıldı. Ama hiçbir zaman gündemi değişmedi.
Hocamız "İyi bir Buhârî dersi yapmamız gerekiyor." dedi. Biz de bizim aşkımızı test ediyor diye düşündük. "E olur..." dedik. Meğer Hocamız bize bir icazet vermek istiyormuş. Elhamdulillah, Buhâri'ye başladık. Hocamız farklı bir sistem uyguladı. Bana "Fey zu'l-Bârî şerhini sen takip edeceksin" dedi. İşte Ahmet Hamdi hocaya Ayniyi görev olarak verdi. Hepimiz şerhleri önceden mütalaa ediyorduk. Böylece ben Hind ulemasını da Feyzu'l Bârî'den tanımış oldum. Biz her hafta çalışıp geliyoruz ama o bizden daha çok çalışıyordu. Bazen aksattığımız da oluyordu ders hazırlamayı. En son 1999 depremiyle beraber, benim babam da kalp ameliyatı olunca biraz müsaade istedim, babama hizmet için. O arada da zaten Hocaefendi “İcazet alacak seviyeye geldiniz' dedi. En son “Eyüp Sultan'da size icazet vereceğim.” dedi. Mehmet Fatih Kaya Hoca, Muhammed Beyler Hoca, Ahmet Hamdi Hoca ve ben. Bizi Eyüp Sultan'a götürdü. Halid Bin Zeyd (r.a)'ın haziresine girdik. “Bana burada icazet verildi Buhârî'den, ben de bu edebi bozmayayım.” dedi. Bizim için muhteşem bir hatıra oldu. "Sonra ben yemek ısmarlamıştım, şimdi sıra sizde.” dedi. Eyüp Sultan'da beraber bir yemeğe gittik. Bu Buhârî derslerimiz 9 sene, her cuma devam etmişti. Elhamdülillah, Allah'ın lütfu ve keremi, Buhârî'yi böylece tanımış olduk. Ama benim için derslerin en önemli yönü; hadis, âlim, talebe, ders, edeb gibi başlıkları gözümün önünde bizzat Hocam'dan görmek oldu.
Çok defalar denemişizdir elimize bir kayıt cihazı alalım, gidelim Hocaefendi'yle şöyle bir yirmi saat uzun uzun konuşalım. Fakat Hocaefendi başkasını anlatacaksa konuşuyordu. Kendinden başlamıyordu hiçbir zaman. Ben böyle tespit ettim. Yani Hocaefendi'yle doğal bir hatırat, böyle anne babasından başlayıp konuşmak mümkün olmadı. Ben böyle çok iyi bir muhabbet kurduğumuzu düşün düğüm, konuşturmak için güzel bir kapı açtım dediğim zaman, he men Hocam “Aslında siz doğduğunuzda..." diye söze başlayınca lafı değiştiriyordu. Kendisi eksenli bir hayat anlatımı, Hocamın kabul etmediği bir şeydi. Mustafa Sabri Efendi'yi mi anlattıracaksın? Tamam, akşama kadar seninle beraber. Kendisi eksen olacaksa gün dem yapmıyor. Hatta bir keresinde Yalova'da bir ziyaretten dönü yorduk. Gemide "Hocam, bu hocaefendilerle alakalı dinlediğimiz şeyleri sizinle alakalı olarak da dinlememiz lazım." dedim. Şöyle hafifçe elinin içiyle dizime vurdu. “Yani âhirette konuşulacak şeyleri de mi şimdi konuşturacaksın?” dedi.
Yine Hocamın bir başka önemli yönü, insanları İslâm çatısı altında değerlendirmesiydi. Tasavvuftu, vakıftı, cemaatti hepsi o çatının altında dururdu onun için. Mesela bir tarikatla ön plana çıkmış değildi. Ama Musa Topbaş ile bağlantısı vardı. Mahmud Sami Efendi ile bağlantısı vardı. Mehmed Zahid Kotku'yla irtibatı vardı. Hadisçiydi, fıkıhçıydı, tasavvuf ehliydi, siyaset adamıydı, Hocaefen di bunlara bakmazdı. İslâm bundan bir şey alıyor mu, İslâm çatısı altında mı, bunlara bakardı. Ölçüsü buydu. Bu çok ciddi bir ölçü.
“Ben Hocaefendi'den ne aldım?” diye şöyle kendime soracak ol sam, evet Buhârî'den bir icazet aldım ama bir de aldığım bir ruh vardı. Hiç unutmuyorum. 90'lı yıllardan bir tanesinde, baktım bizim ev telefonu çaldı. Hocaefendi idi ahizenin karşı ucundaki. "Nureddin, ben de sonradan öğrendim, Yusuf Karadavi geliyor. Fatih'te bir otel de kalacak, çok da durmayacak, senin hâfızlık talebelerin var, her zaman nasip olmaz gelsinler, elini öpsünler” dedi. Ben de o gün hâfızlık yapan talebeleri topladım, bir minibüse doldurdum, Fatih'e getirdim. Çok da oturmak nasip olmadı Karadavî Hoca ile. Ama orda hâfızlar elini öptüler, bir kısmı fotoğraf çekindiler. Çok güzel bir şey oldu, bir defa daha nasip olur mu Karadavi ile oturmak, nereden bulacaksın? Hocaefendi'nin bu ahlâkı çok farklıydı. İlim adamı ve ilim adamına hizmet edecek adamlar Hocamın listesinde, onu onla, onu onla buluşturuyordu.
Benim kanaatim, Hocamın Türkiye'de yaşayan Müslümanlara en güzel hizmetlerinden birisi şüphesiz hadis-i şerifleri okutması, yüzlerce hocanın ondan okuduğu hadislerle yola çıkması, bu farklı bir şey tabi, ama en mühimi “Türkiye'nin ümmete açılan penceresi" olmasıydı. Karadaviyi Nedvî'yi ve diğer o zamanlarda Türkiye'de ismi bilinmeyen âlimleri, Ebû Gudde Hocaefendi'yi, Vehbe ez-Zuhayliyi, Nureddin Itr'i Türkiye ile o tanıştırmıştı desem mübalağa etmiş olur muyum bilmiyorum. Mesela yine bir gün telefon etti. “Nureddin Itr geldi, senin adaşın, gel” dedi. Gittim. Tatlı bir tuzak kurmuştu bana Hocam. Nureddin Itr Hoca'ya “Sen, Bulûğu'l-Merâm şerhini Türkçeye kazandırın diyorsun ya, bak bunun adı Nureddin, senin adın da Nureddin, buna vekâlet ver, ne yaparsa yapsın." dedi. Merhum Itr Hoca da "Tamam, ben sana vekâlet verdim.” dedi. Orda bir anda Buluğu'l-Merâm bana yüklendi. Daha sonra Ahmet Hamdi Hoca'yla beraber yaptık tabi bu tercümeyi. Allah rahmet etsin ikisine de. Sonra ben çıkınca "Hocam nasıl yapacağım?” dedim. “E söz verdik hocaefendiye. Halepli bunlar, bizi çok severler, bunların hatırı kırıl maz. Ebû Gudde Hocaefendi'nin yakını bunlar.” dedi. Çok enteresan, Hocaefendi'nin bu tavrı ürün veriyordu. Sonra çok dua ettim hocama Bulûğu'l- Merâm'la baş başa bıraktı bizi diye. Netice olarak
Türkiye'ye bir âlim geliyor, Türkiye'deki talebelerle onu buluşturuyor, buradan biri gideceği zaman da “Filancaya git, filan yere git" diye onu yönlendiriyordu.
"Hocam kimdir?” sorusunun bana göre en önemli cevabı: Allah'ın ona takdir ettiği boşluğu dolduran adamdı. Yoksa ilmi ve tercüme ettiği kitapları bence ikinci plandaydı. Bir baba gibi, tabiiydi. Kendi edebiyle edeb veren ama bağırıp çağırmayan, böyle merhametli bir hocaydı. Enes bin Malik gibi otururdu önümüzde. Allah rahmet eylesin.
Gönüllerde çiçekler açtıran bir Hocaefendi
Mehmet Fatih Kaya / Talebesi
Biz Kur'ân kursundan yeni çıktığımız, mezun olduğumuz zaman, işin doğrusu böyle kapalı bir yerde, uzun süre kalıp da açık havaya çıktığında ne yapacağını bilemeyen insanların şaşkınlığı vardı üzerimizde. Önümüzde bir hedef, gaye, ideal yoktu. Kur'ân kursları en azından bizim zamanımızda- böyle bir hedef koymuyordu talebelerinin önüne, böyle bir bilinç kazandırmıyordu. Ne yapacağımızı bilemiyorduk kısacası. Benim babam da hocadır ama o kendi programıyla meşguldü. Ben bir süre Fatih Camii'nde Sadreddin Yüksel Hocamın derslerine devam ettim. Yanlış hatırlamıyorsam o zaman Arapçasından Mecelle'yi okuyordu. Bir de Abdullah Nâsih Ulvân'ın Kıssatu'l-Hidaye kitabını okuyordu. Ben de amcaoğlumun yanında kalıyordum, Gaziosmanpaşa'da. Oradan derslere gidip geliyordum. O arada Allah razı olsun, Yeşil Camii Kur'ân Kursu'ndan tanıdığım Ahmet Hamdi Yıldırım kardeşimiz, Emin Saraç Hoca'dan ders ayarladığını söyleyerek birlikte başlamamızı teklif etti. İlk defa Emin Saraç Hocamla yolumuz öyle kesişti. Bir arkadaşımız daha vardı, Yaşar. Biz Enes diyorduk ona. Üç kişi Fatih Camii'nde derslere başladık. Ahmet Hamdi kardeşimin Emin Hocam'la beni tanıştırması, hiç unutamayacağım, hayatımın dönüm noktalarından biridir. Hatta belki de en önemli dönüm noktasıdır. Ona medyun-u şükranım. Cân-ı gönülden müteşekkirim.
Biz Emin Saraç Hoca'yla ilk kez Fatih Camii'nde karşılaştık. Beni gördü, kim olduğumu sordu daha sonra müezzin mahfilinde oturduk. Emin Hocamın ailesi aslen Artvin Şavşatlıdır. Ben de Şavşatlı olduğum için, ondan dolayı da sevindi Hocam. Bana öyle tatlı, öyle onurlandırıcı şekilde iltifat etti ki... “Bak sen oraların insanı sın. Oralardan çok âlim, kadı efendi çıkmıştır. İnşallah sen de gayret edip öyle olursun." dedi. Ve çok samimi söylüyorum, çok samimi söylüyorum ki bütün hayatımın yörüngesini, istikametini sözleriyle, o gün orada bir yerlere bağladı Hocam. Bütün hayatım boyunca ne reye gidersem gideyim, Hocamdan ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım, yurt dışına çıkayım, başka bir yere gideyim falan hep aramdaki mesafe o mesafe oldu. Hocam o sözlerle beni bağladı ve bir yola sok tu. O sözlerle ben kendimde “bir şey olabilirim” hevesini buldum. "Olmalıyım, benim yerim burası” diyerek bir yola girdim. Hiç unutamıyorum hocamın o günkü sözlerini... Bugün işte İslâmî ilimler le ilgili biraz böyle meşguliyetim varsa, ben o meşguliyeti önce bu teşviki, yönlendirmesi, kıvançlandırması ile Hocama borçluyum. Yani Hocam bana böyle bir şeyin, ilimde mesafe kat edebileceğimin mümkün olduğunu söyledi. Böyle bir şeyin mümkün olduğunu hiç düşünemezdim, kendimde tasavvur edemezdim o günün şartlarında. Hocam bu arzuyu koydu içime. Benim de böyle bir şey yapabileceğimi hissettirdi bana. O itibarla Allah rahmet eylesin, Hocamıza çok müteşekkirim. Cân-ı gönülden duacıyım. .
Biz Yeşil Camii'de zaten hâfızlık yapıp, Arapça okumuştuk, imam-hatip imtihanlarını dışarıdan vermiştik. Ancak ciddi anlam da İslâmî ilimlerle yolculuğumuz Emin Hocamla o görüşmemden sonra başladı diyebilirim. Ondan sonra Emin Saraç Hocamın ilgilendiği bir evde kaldım. Fatih'te Risâle Yayınları'nın üstünde. Hem Risâle Yayınları hem üstünde Hocamın kütüphanesi vardı; en üstte de ben kaldım.
Hocamla Fatih Camii'nde okuduğum ilk kitap, İrşadu Tullâbi'l-Hakayık'tır. İmam Nevevi'nin İbnu's-Salâh'ın Ulumu'l-Hadîs'ini istihsar ettiği kitabı. Nureddin Itr Hoca kitabı tahkik etmiş, Hoca'ya da “muhakkik nüshası” diyerek beş adet göndermişti. Onlardan birer tanesini işte Hoca bize verdi. Böylece derse başladık. O nüshanın üzerine Hocamın yazdığı birkaç satır benim ilmî yolculuğumun güzergâhını, hadisle iştigalimi belirleyen bir pusula olmuştur. İşte tarih atarak, birkaç satırda, bizim Fatih Camii'nde bu derslere başladığımızı, “Hâfız Fatih Efendi'yle..." diye iki arkadaşımla beraber ismimi yazıp, bizlerin bu yolda yetişmemizi ümit ettiğini bildiren bir dua yazmıştı. Ben zannediyorum ki işte hadisle alakalı bir şeyler yapabilmişsem o yönlendirme ve bu dua etkisi ile olmuştur.
Bir ara Fatih'te Dâru'l-Hikme'de üç kademeli hadis usulü üzeri ne derse başlamıştım. İlk aşamada Teysîr-u Ulumi'l-Hadis'i, ikinci aşamada Nüzhetü'n-Nazar'ı, üçüncü kademede İbnu's-Salâh'ı okuma arzusundaydım. Hiç hesap edilmeden, yarını düşünülmeden, bu derslerin nasıl bir seda getireceğini bilmeden başlamıştım derslere. O Teysîr dersleri bitti. Nüzhe derslerini İslâm Araştırmaları Merkezi'nde (İSAM) bitirdim. İbnu's-Salâh'ı da bir on ders yapabildim. Daru'l-Hikme kapanınca o dersler kaldı. Ama işte İSAM'da Ma’rifet-u Ulûmi'l-Hadis derslerine devam ettim. Bu dersler Türkiye'de hadis akademilerinde, hadis çevrelerinde, kayıtlı bilinen tek klasik metin olması nedeniyle çok dinlenmiş, çok talep edilmişti. Altmış ders Teysîr, altmış bir ders Nüzhe dersleri, kırk bir ders de Ma’rife dersleri... Bu derslerin hepsinin birçok talebe tarafından dinlendiği bana da ifade edildi. Böyle bir şeyi hiç ummamıştım. Hatta İz mir'den bir doktora öğrencisi hanımefendi, Nüzhe derslerini metnede döktü. Bu muvaffakiyete şaşırıyordum. Niye böyle olduğunu düşünüyordum. Aradan biraz zaman geçtikten sonra, İrşâd'ın üstüne yazılan o notu okuyunca, ben bu derslerin başarısının, kitabın girişine Hocam tarafından yazılan o not nedeniyle olduğunu anladım. Hâlâ da yarınlarla alakalı bir ümit taşıyorsam, Hocamla olan bu irtibatım, Hocamın o duasının tahakkuk edeceğine dair ümidim sebebiyledir.
Bir şey daha söyleyeyim, birçok insana ibret olacak, yol gösterecek bir örneklik:
Hocamın benden daha kıdemli talebeleri vardır. Mesela Halil İbrahim Kutlay, Hamdi Arslan, Ahmet Efe hocalar... Tabi onlar biz den çok daha fazla vakit geçirdiler, Hocamı bizden daha iyi tanıya bilirler. Ancak ben şu hususa da şahitlik etmek isterim. Emin Saraç Hocamı hatırladığım zaman, ondan bahsedeceğim zaman, ilginçtir benim içimde hep çiçekler açar. Yani Hocamın gazetelerde falan fotoğraflarını görüyorum ya -o yüz ifadelerini falan siz de görüyorsunuz fotoğraflarda- o yüz ifadelerinin hiç birisi benim yabancım değildir, hepsini ezbere bilirim, hepsi kalbime kazınmıştır. “Eşhedübillâh” derdi hocam, ben de onun gibi “eşhedü billâh” diyorum ki Emin Saraç Hocamdan hiçbir zaman incinmedim. Hiçbir zaman incinmedim. Babamdan incinmişimdir, Hocamdan incinmedim. Ben bu kadar tatlı, bu kadar güler yüzlü birini görmedim... Ne bileyim çocukları gibiydik onun. Özellikle son yıllarında çocuğu gibi olmuştum. Buhârî derslerine katılan diğer hocalar meşguliyet sebebiyle devam edemediler. Böyle okumuşlardan dersi uzun süre takip eden ben kaldım. On beş sene devam ettim, Fatih Camii'ndeki derslere. Dolayısıyla baba-oğul gibi olduk. Ama ben Hocadan hiçbir zaman en ufak bir kınama, en ufak bir serzeniş, öyle bir şey görmedim. Hocadan bahsederken bu da beni ayrı hüzünlendiriyor. Çok yakın, çok candan, babam gibi birini yitirdim.
Maalesef evlendikten sonra eskisi kadar görüşemedim Hocamla. Hele bu Covid-19 salgını iyice aramıza girdi. Hocam her defasında bizi cân-ı gönülden öyle bir karşılıyordu ki... Telefon açıyorum, o benden çok seviniyor. Telefonda bana iltifat ediyor, hanımına söylüyor: “Bak Hâfız Fatih Kaya, Fatih Sahr..." diyor, onun şakasını yapıyor. O kadar çok seviniyordu ki, Hocamın sevinmesinden ben de seviniyordum. Kaç tane hoca vardır, talebelerini bu kadar seven, bu kadar muhabbet duyan? Bütün hocalar az çok sever talebelerini ama bizimle çok başka bir muhabbeti, sevgisi, ilgisi, iltifatı vardı Hoca min. Bu hakikaten özellikle söylenmesi gereken bir şey. Böyle bir in sandı. Fatih Camii'ne giderken evden çok aldım götürdüm. Koluma yaslanarak yürürdü Hocam, bir elinde bastonu çıkarken evine çok götürdüm. Yıllarca gittik geldik, yıllarca... Vefat edene kadar belki 30 yıl tanışıklığımız oldu, insan ufacık olsun birinden incinmez mi? Hiç hoca talebesine kızmaz mı? Sitem etmez mi? Hiçbir araya geldiğinizde iltifatsız davranmadığı olmaz mı? Hiçbir zaman olmadı. Hoca her zaman çok mültefitti. Çok candandı. Bizi gördüğü zaman bizden çok seviniyordu. Allah rahmetler eylesin. Allah bizi ona la yıkılsın.
Bir dosta vefa ziyareti
Dr. Adem Ergül / Talebesi
Öncelikle muhterem Emin Saraç Hocamıza Allah'tan rahmet niyaz ediyoruz. Emin Saraç Hocamız, gerçekten Osmanlı bakiyesi, rabbânî âlimlerimizden biriydi. Yüzüne baktığımızda bize hakkı, âhireti hatırlatırdı. Dilinden hep hikmet sudur ederdi. Meyvesi bol bir ağaç gibiydi Hocamız; çok sayıda talebe ondan az ya da çok bir şeyler almıştır. Her yanına varan ondan bir şekilde istifade ederdi. Biz de hasbelkader İstanbul'a geldiğimiz 1985 yılında Hocamızla tanıştık. O İlim Yayma'ya Sahîh-i Buhârî dersleri okutmak için gelirdi. Etrafında ilahiyatçılar vardı. Hem o derslere hem de Hocaefendi'nin Fatih Camii'nde devam eden Şifâ-i Şerîf derslerine büyük bir zevkle, şevkle, ibadet vecdiyle katıldığımızı hatırlıyorum. Zira gerçek âlim bir insanın, ilmiyle âmil, yüzünde nur olan, sözü hep Allah ve Rasûlü olan bir insanın, ganimet olduğuna inanırım. Hocamız bize hep İslâm âleminin büyük âlimlerinden anlatırlardı.
Biz Ebu'l-Hasan en-Nedvî'yi lise yıllarında belli başlı eserlerin den tanımıştık. Hususiyle “ilâ'l-İslâmi Min Cedid / Yeniden İslâm'a" eseri bizi çok etkilemişti. “Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?” adlı eseri ve hazretin, Peygamberimizle alakalı “Rahmet Peygamberi” ismiyle Türkçeye tercüme edilen kitabı çok güzel eserlerdi. Oradan seviyorduk Nedvî merhumu. Hocaefendi'den de güzel hatıralarını dinlerdik. Bir gün Emin Saraç merhum, Osman Nuri Topbaş üstadımıza, “Biz Hindistan'a gideceğiz. Orada '20'nci Yüzyılda İslâm Davetinin Meseleleri' adıyla, Ebu'l-Hasan en-Ned vi'nin organize ettiği bir program var. Arzu ederseniz sizin uygun göreceğiniz bir iki arkadaşı da yanımıza alalım, beraber gidelim.” demişler. Osman Efendi de o zaman Ahmet Hamdi Yıldırım hocamızla fakire “Eğer gitmek isterseniz Emin Hocamın kafilesine katılın” dediler. Biz de "elbette” dedik sevinçle, bizim için büyük bir müjde olmuştu.
O kervana katıldık elhamdülillah, bir grup hocamızla birlikte. O seyahat bizim için ömrümüzü de çok yönlü bereketlendiren bir aşama oldu. Çünkü âlim bir insanın yanındaydık. İlme meraklı bir ekiple beraberdik ve Ebu'l-Hasen en-Nedvî gibi ümmetin hüsnü zannına mazhar olmuş, rabbânî bir âlimin yanına, 20'nci yüzyılın gerçekten herkes tarafından sevilen bir davetçisine gidiyorduk. Bir de Hindistan'a gitmemizin de ayrı bir heyecanı vardı. Hindistan'la bağlantılarımız elbette çok yönlüydü. İmam Rabbânî vasıtasıyla ayrı bir sevgimiz vardı. Hüccetullahi’l-Bâliğa yazarı Şah Veliyullah Dihlevî vasıtasıyla ayrı bir bağımız vardı. Ama tabi bir de bizzat gidip oraları görmek önemliydi.
Aşağı yukarı bir haftaya yakın beraberliğimiz oldu orada. Gittik, gerçekten müthiş bir program -adına sempozyum diyelim- hazırlamışlar. Halka açık. Yüz bin kişi katılmıştı o zaman. Leknev şehrinde, Nedvetu'l-Ulemâ'nın bahçesinde olmuştu. Müthiş bir kalabalık vardı. Orada İslâm'ın şiarını, Müslümanların izzetini göstermek amacıyla da yapmışlar bu programı, sonradan onu da öğrendik. Çünkü Hintliler, Müslümanları hakir görüyorlar, küçük görüyorlar, azınlık görüyorlarmış. Onlar da “Biz böyle çok azınlık değiliz. Bizim de bir izzetimiz, şerefimiz var, dinimizin bir azameti var” diyerek böyle bir program düzenlemişler. O zaman hatırlıyorum, o toplantıya Suudi Arabistan yönetimi Kâbe imamlarını göndermişti, özel bir uçakla. Nedvî merhum, Emin Saraç Hocamızla zaten tanışıyorlardı. Türklere de ayrı bir muhabbetleri vardı, “Hilafetin bekçiliğini yaptı bu millet" diye. Hatırlıyorum o zamanki sohbetlerde Ebu'l-Hasan en-Ned vî: “Her millete Allah'ın verdiği farklı nimetleri vardır. Mesela Hint toplumuna Allah muhakemeyi, hikmeti, biraz daha belirgin bir şe kilde vermiştir. Ama size bu ümmetin hamiliğini vermiştir, ümmetin liderliğini vermiştir ve cihat gücü, şecaati vermiştir” diye bizim milletimizi övmüştü. Hakikaten ziyaretimiz boyunca nerede olursak olalım, bizi öne alıyorlardı. Emin Saraç Hocamızın yanında biz de onun gölgesinde sağında solunda, kimimiz çantasını taşıyor falan, topluluk halinde ikram görüyorduk. Ön sırada yerimiz ayrılıyordu. Yemeklerde falan Nedvî Üstadın hemen yanı başında oturuyorduk. Hatta Üstadın kendisinin yemek yemeleri farklıydı. Onlar gibi yiyemeyeceğimiz için bize kaşık falan koymuşlardı. Buldurmuşlardı bir yerlerden. Böyle çok özel bir ilgi vardı, o kadar milletin içinde bize karşı. Düşünün bir sürü misafirleri var. O Kâbe imamları ile falan bir müddet ilgilendiler, sonra onları uğurlayıp tamamen bize yoğunlaştılar.
Gecemizi gündüzü çok güzel programlamışlardı. Bizi gezdirdiler, Nedvetu'l-Ulemâda. Oralar son derece mütevazıydı. Talebelerin yattıkları yataklar falan. Bir battaniye sermişler işte, o yatakları gibiydi. Fakat müthiş bir eğitim anlayışları vardı. Arapçayı çok güzel konuşuyorlardı. Her bir dersin kitabını kendileri yazmıştı. Saygın bir kuruluştu Nedvetu'l-Ulemâ. Nedvî merhum da onun başkanıydı tabi.
Orada bizim için çok etkili olan ve unutamadığım şöyle bir sah ne vardır:
Emin Saraç Hocamız, Nedvi'ye "Üstad teberrüken bize bir icazet verseniz olur mu?" dedi. Onun o talebi çok tatlıydı. Ben “ne icazeti verecek acaba? diye beklemeye koyuldum. Çünkü Ebu'l-Hasen en-Nedvi'nin iki tarikattan icazetli olduğunu da duymuştum. Böyle bir sûfî yönü de var onun. Acaba teberrüken tasavvuf icazeti mi olacak, ilmî bir icazet mi olacak? Sonra hazret Buhârî nüshası istedi talebelerinden. Buhâri'den bir cildi getirdiler. Emin Saraç Hocamıza, "Hocam buradan okuyun" dediler. O bir sayfa okudu. Biz de yanındayız. Hepimiz birer sayfa okuduk. Bir saat sonra hepimize teberrüken icazetler geldi. Emin Saraç Hocamızın o güzel teklifiyle, teberrüken Buhârî icazeti, heyetimizde bulunan yedi arkadaşa Nedvî merhumun bir iltifatı oldu. Ama Hocamızın Nedvî merhuma karşı o saygısı, hürmeti, sanki yanında bir talebeymiş gibi tevazu ile ondan bir şey istemesi, çok dikkatimi çekmişti.
Hocamız yol boyunca bizlere hem âlimin hem ilmin fazileti çerçevesinde -zaten fiili olarak kendisinin şahsında da görüyorduk bunu- bir de “Bakın bakın" diye Ebu'l-Hasan en-Nedvi'yi göstererek, oradaki o ulemanın güzel nüktelerine, inceliklerine, edeblerine dikkat çekiyordu. Yemeklerde, yolculukta falan biz zorlandık. Ama Hocamız “Değdi çocuklar, buraya geldiğimize değdi, elhamdülillah güzel oldu” dedi. Hatta Hocaefendiye, orada "Buraya kadar geldik, bir de Taç Mahal'i ziyaret edelim” dediler. Taç Mahal'e de gittik. Hoca tabi kendisinden ziyade baktı, bizim kafilede bulunanların böyle bir arzusu var, “Hadi gidelim bakalım” dedi. Böyle uzunca bir yol. Ona da gittik. Beraber dolaştık. Allah razı olsun Hocamızdan. Allah rahmet eylesin.
Emin Saraç Hocamız ilmi seven bir insandı. Âlimi seven bir in sandı. İlmi taleb edenlere karşı da böyle kol kanat geren biriydi. İlmin hazzını tek başına yaşamayı istemeyen, o hazzı da paylaşmak isteyen bir kişiliği vardı. Yurtdışından bir âlim gelse, hemen talebelerine "Hadi gelin bakalım, hadi duasını alın hocanın, burada bir sohbet olacak istifade edersiniz" diye çağırırdı. Ne güzel bir şey bu. Bazen ilimde de bencillik oluyor. İnsanlar bazen “Sadece ben bu tecrübeyi yaşayayım, sadece ben göreyim, sadece ben istifade edeyim" diyebiliyorlar. Emin Saraç Hocamızda öyle bir şey yoktu. O yaşadığı tüm güzellikleri etrafıyla paylaşmak isterdi.
Bir ecdad yadigârı Hocaefendi
Ahmet Hamdi Yıldırım / Talebesi
Emin Saraç Hocam, -Allah kendisine rahmet eylesin- mahviyet ve tevazu sahibiydi. Asla kendisini öne çıkarmazdı. Asla fotoğraf karesinde görüneyim diye bir arzusu olmazdı. Hatta son yıllarda birtakım kardeşlerimiz "Hocamızla bir röportaj yapalım, bir mecliste gençlerle hocamızı buluşturalım” diye arzu etmişler, bu meyanda da afişler hazırlamışlardı. Afişi görünce Hocam oraya gitmekten vaz geçti. “Ben resmi duvarlara asılacak, reklamı yapılacak biri değilim." dedi. Hâlbuki eli öpülesi, ecdad yadigârı son hocalarımızdandı. Fakat çok derin bir tevazu ve mahviyet içerisindeydi.
Hocam, özellikle talebe yetiştirme, talebeye bir şahsiyet verme hususunda çok ender rastlanılacak simalardan bir tanesiydi. Talebeyi olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görürdü ve ona göre yönlendirirdi. Hiç unutmadığım şeylerden birisi şudur: Hocam zamanının çoğunu Fatih Camii'nde geçirirdi. Camiye özellikle Arap dünyasından gelen Müslümanlar, tabir-i caizse "caminin şeyhi” olan hocamızı ziyaret ederlerdi. Orada hasbelkader biz talebelerinden biri Hocamızın yanındaysa, misafirine takdim edeceği zaman, bir misyon yükleyerek tanıtırdı. “Bu geleceğin şeyhülislâmı olacak”, “Bu geleceğin müftüsü olacak”, “Büyük bir âlim olacak” diye bizi görmek istediği yerlere vurgu yaparak anlatırdı. Böylelikle dolaylı olarak bize bir ufuk çizerdi.
Bu noktada kendisini yetiştiren hocaların, bilhassa Ali Haydar Efendi'nin Hocam üstünde çok büyük etkileri olmuştur. Ali Haydar Efendi merhumdan uzun yıllar ders okumuş Hocamız. Bir keresin de merhumla bir hatırasını anlatmıştı bize. Fatih Camii'nde merdivenlerden çıkarken Ali Haydar Efendi, Emin Hocamızı durdurmuş. "Bak oğlum Emin” demiş, “Biz medreseye tahsil için girdiğimizde okuyalım, büyük adam olalım, padişahın sağ tarafında makam sahibi olalım niyetiyle girerdik” Çünkü medreseye giren en son şeyhülislâmlığa kadar ulaşabiliyor. O dönem her medrese talebesinin rüyasında şeyhülislâm olmak vardır. Ali Haydar Efendi “İşte bu niyet yüzünden, bizim ilim tahsilimizde Allah rızası sizdeki kadar net değildir evladım. Siz ilim okumanın yasaklandığı, âlim olsan geleceğinin, maaşının, dünyevî itibarının olmadığı zamanlarda okuduğunuz için hem Allah rızası hem de cennet talebinde daha katıksız ve berraksınız” demiş.
Hocam Mısır'a gideceği zaman Ali Haydar Efendi'yle istişareler de bulunmuş. Enteresandır, Ali Haydar Efendi malum bir Nakşî şeyhi, bugün de bilinen önemli bir cemaatin bir önceki lideridir, şeyhidir. Böyle olmasına rağmen, Emin Saraç Hocama şunu tembihlemiş: "Sen Mısır'a gideceksin, orada tarikatlar çoktur. O tarikatlardan biri ne kendini kaptırıp da ilminden, dersinden geri kalma. Senin günlük virdin, her gün bir cüz Kur'ân okumak ve hadis takip etmektir” Böyle sıkı sıkı nasihat vermiş Hocama. Çünkü kendisi bir tarikat şeyhi olmasına rağmen, ilmin olmazsa olmaz bir gerçek olduğunu biliyor. Yine Emin Saraç Hocama şunu da tembih etmiş: “Evladım şimdi sana 'Mısır'a gideceksin, ne olacak? Orada aldığın diploma burada geçmeyecek. Boşuna tahsil etmenin bir gereği yok' diyenler olacak. Fakat sen orada dinini diyanetini öğrenir, Türkiye'ye geldiğinde Müslümanların bir sıkıntısını çözer, sordukları bir meseleye düzgün bir cevap verirsen bütün çektiğin zahmetin, sıkıntının karşı lığını Allah katında fazlasıyla alacaksın."
Biz Hocamdan, beraber iken kendisinden daha ziyade onun hocalarıyla yaşadığı anılardan istifade ederek, dolaylı bir eğitim aldığımızı düşünüyorum. Zaten Hocamız kendinden bahsetmekten hoşlanmazdı. Hocalarını ve onlarla olan hatıralarını anlatmayı severdi. Allah gani gani rahmet eylesin. Birçok kimseyle tanışıklığı vardı. İslâm dünyasının hemen hemen her yerindeki kanaat önderleriyle bir muhaveresi, bir iletişimi vardı. İşte Yemen'de, Abdulmecid Zindânî, Hindistan'da Ebu'l Hasen en-Nedvî, Suriyeli ama o dönemde Suudi Arabistan'da yaşayan Abdulfettah Ebû Gudde hocaefendiler, Hocamızla yakından görüşen kimselerdi. Türkiye'ye geldiklerinde muhakkak surette Hocamla günleri geçerdi. Ben bilhassa Ebû Gudde hocamızla Hocamızın çok yakın ilgilendiğini, beraber olduğunu, ortak hocaları Zahid Kevserî olduğu için de ayrıca ortak anılarını çok paylaştıklarına yakından şahit oldum. Bir defasında bir restorana gitmiştik Aksaray'da, Emin Hocam ve Ebû Gudde hocamla beraber. Masaların üzerinde de kırmızı örtüler vardı. Ebû Gudde merhum söze şöyle başladı: “Renklerin bir dili vardır. Bu kırmızı renk insanın heyecanını, iştahını artırır. O yüzden bu tür lokantalarda bu renk tercih edilir, insanlar daha fazla yemek yesinler diye." dedi. Emin Hocamız bize işaret ederek Ebû Gudde hocamıza, hocası Kevseri'yi sormamızı istedi. Arkadaşımız sorduğunda Ebû Gudde hocanın iki üç dakika mübalağasız gözleri doldu. Kelimeler boğazına dizildi. “Bazen o mübareklerin sureti, insanın gözünün önüne geliyor." dedi. Öyle bir rabıta halindeydi hocasıyla. Hepimiz şahit olduk ki o anda Zahid el-Kevserî gözünün önüne geldi. Belki de bizim göremediğimiz bir şekilde orada hazretle görüştü. Hocasıyla olan rabıtası çok güçlüydü. Bu yönüyle de farklı bir mazhariyeti vardı misafirimizin. Emin Hocam da Ebû Gudde hocaya çok farklı iltifat ederdi. Diğerlerinden çok ayrı tutardı. Allah gani gani rahmet eylesin. Çok güzel hatıralar bıraktılar arkalarında.
Kaynak: Derin Tarih Dergisi Kitap Eki