Bilgi aktarımı iki yolla olur: “Eğitim ve öğretim”. Eski tabirle söylenecek oldursa “Maarif, terbiye ve talim’den müteşekkildir” denebilir. Dün terbiye ve talim deniliyordu, bugün ise eğitim ve öğretim... Terbiye; kişiye iyi (davranış) alışkanlıkları kazandırmaktan, onu talim görecek düzeye getirmekten ibarettir. Başlangıçta kişinin (mesela bir çocuğun) doğru davranışın sebeplerini bilmesi önemli değildir; önce hoşuna gitmese de bu iyi alışkanlıkları elde etmeli, sonra onların sebeplerini öğrenmelidir. Eylemek eğitimin, bilmek öğretimin konusudur. Bu bakımdan mürebbiler (eğitimciler) öncelikle akla değil, hislere hitap ederler. Aile terbiyesi almış bir çocuk nasıl davranılacağını bilir, niçin öyle davrandığını değil... Çünkü terbiye eylemenin nasılını, talim ise niçinini verir. Geleneksel kültürümüzde terbiye evde başlar, mahalle ve okulda devam ederdi. Öğretim için okula gidilir, ehlinden bu terbiyenin niçini talim edilirdi.
Bu açıklamalar maddi terbiye ile ilgiliydi. Gelelim şimdi de manevi terbiyeye... İslam ilim ve irfan geleneğinde medreselerin “talim” (öğretim), tekkelerin terbiye (eğitim) merkezleri olması, terbiye ve talimin anlamındaki değişim dikkate alınmadıkça anlaşılamaz. Malum olduğu üzre halk ilmi medreselerden, irfanı tekkelerden alırdı; muallimlerini medreselerde, mürebbilerini tekkelerde bulurdu. Dinî eğitim ve öğretim kemâline erdiğinde muallim (hoca) olacakların tekke terbiyesi, mürebbi (mürşid) olacakların ise medrese talimi görmesinin gerekliliği kavrandı. Artık mertebeler incelmiş, terbiye ve talimin boyutları genişlemişti. Tekke terbiyesi medrese talimi görmüş olanları kendisine öğrenci olarak kabul ediyor, ilim olmadıkça irfan eğitimini sakıncalı buluyordu. Sıralama şöyleydi: Önce şeriat (ilim), sonra tarikat (irfan), en nihayet hakikat! İlim ehli olmayanların irfana, irfan ehli olmayanların ise hakikate ulaşmaları mümkün değildi. Eslafın toplum kavrayışı bizimkinden çok farklıydı. Onlar toplumu “avâm”, “havass” ve “ehass-i havass” olmak üzre üç mertebede telakki ediyorlardı. Terbiye ve talim yöntemlerinin farklılaşması bu üç mertebenin hususiyetlerinin farklılığından kaynaklanıyordu. Her üç sınıfın terbiye ve talimi de birbirinden değişiklik arz ediyor, kitap ve risaleler işbu sıralama nazar-ı itibara alınarak yazılıyordu.
Mişkâtu’l Envar, Risale-i Kuşeyrî, Pendnâme, Mantıku’t Tayr, Makalât, Mesnevî, Füsus ve Fütuhât, Mektubât gibi irfan ve tasavvuf dünyamızın temel metinleri avâm için yazılmamıştı ve avâm tarafından okunması amaçlanmamıştı; tıpkı Tehafüt, Tecrid, Mekasid, Mevakıf gibi ilim tarihimizin birçok eserinin halk için yazılmadığı gibi.
Halk için kaleme alınan eserler, halkın ilim ve irfan düzeyleriyle, daha açıkçası ihtiyaç duydukları seviyeyle mütenasip idi. Sadece üslubu bakımından değil, muhtevası itibariyle de böyleydi. Halk için yazılan kitap ve risaleler (menakibnâme, gazavâtnâme, cengnâme, mev’iza, ed’iye, ezkar, evrad, vs.), halka hitap eden, halkla yakından teması olan hocalar, vaizler için yol gösterici nitelikteki eserlerdi; zira halkın terbiye ve talimi daha çok sözlü kültür aracılığıyla, sohbetler vasıtasıyla yapılıyordu. Şöhretleri hoca ve vaizlerin bu kitaplara itibarları sebebiyle parlak ve o denli de yaygın idi.
Günümüzde kitabın bir ticaret vasıtası olması, sözlü kültürün terbiye ve talimdeki belirleyiciliğinin zayıflaması, huzurlarına girmek için destur istenecek ve dizlerinin dibine çökülecek âlim ve ariflerin kalmaması, kalanların da kûşelerine çekilmesi sebebiyle ticari nedenlerle basılmış piyasa kitapları ilim ve irfan kaynaklarımız haline geliverdi. Hiyerarşi bozuldu ve aradan insan çekildi çünkü.
Eslaf eserlerini aşağıya inerken yazıyordu, talebeleri ise o metinleri kendileri yukarı çıkarken okuyorlardı. Bugün yazanlar yukarı çıkarken yazıyorlar, okuyanlar ise çıkmayı bile düşünmeksizin otururken okuyorlar.
Eh bir de himmet yerine buğdayı talep edenlerin miktarındaki artış dikkate alınacak olursa, himmetten gayrı sermayesi olmayan metinlere niçin rağbet edilsin ki!?!
İnsanlar buğdayı önemsemediklerinde, buğdayı talep etmediklerinde himmete ihtiyaç duyarlar, himmet talep ederler. İslâmcılarımız ise çokluk henüz himmeti talep edecek düzeyde değiller; zira hâlâ buğdayın peşinden koşuyorlar. Buğdaya talip olana buğday, himmete talip olana himmet verilir.
Klasik ilim ve irfan kitaplarımız himmet talipleri için yazıldığından, onları buğdaya talip olanların okumalarını niçin bekleyelim ki?!?
Dücane Cündioğlu
Gerçek Hayat dergisi, 149. Sayı