Hilafetin İlgasının Sarsıntılarına Dair Pek Bilinmeyen Bir Metin

"​​​​​​​Osmanlı hilafetinin son dönemleri ve ilgası bahsinde dışarda(n) yazılan ve konuşulan çok şey var. Oryantalistlerin kaleminden çıkanların bir kısmı kıymetli de. Ama bu yazarlar, anlaşılabilecek tarzda kendi millî-dinî problemlerini ve ideolojik yahut siyasî arayışlarını merkeze ve öne aldıkları için yazdıkları otomatik olarak bizim için de kıymetli ve doğru hale gelmiyor, gelemez. Onların kıymetli veya problemli taraflarını keşfetmek ve yararlanmak için de buradan bakan bir göze ve dimağa, bir süzgece ihtiyaç var. Hilafetin ilgasına 3 ay kala Emir Ali’nin Ağa Han’la birlikte Gazi’ye ve İsmet İnönü’ye yazdıkları mektup da ciddiyetle yaklaşılması gereken metinlerden biri." İsmail Kara'nın Derin Tarih dergisindeki araştırmasını alıntılıyoruz.

Hilafetin İlgasının Sarsıntılarına Dair Pek Bilinmeyen Bir Metin

3 Mart 1924 günü hissedilen ağır sarsıntıların, bu arada hilafetin ilgasının, üzerinden bir asır geçmesine 12 ay gibi çok kısa bir zaman kaldı. Ankara merkezli yeni Türk devletinin ve kurucu kadronun Lozan sonrası süreçte kendisini hem içerde, hem İslâm dünyasında ve hem de Avrupa merkezli dış dünyada konumlandırması açısından mühim ve çok yönlü bir mesele olan bu ilga kararı, Türkiye’de soğukkanlılıkla ve genişliğine-derinliğine ele alınıp değerlendirilmiş sayılmaz. O gün bugün bu konuda konuşan ve yazanların kahir ekseriyeti büyük inkılap-büyük ihanet şablonunu ve edebiyatını aşabilmiş değil maalesef.

Niçin?

İlmî-fikrî yetersizlik mi, psikolojik güvensizlik (yahut güven vehmi) mi, cesaret ve hesap verme-hesap sorma (ahlâk) yoksunluğu mu, Türkiye’yi/kendini önemsememek mi?

Herhalde hepsi demek en doğru cevap olacak. İtiraf etmek lazım; istisnai olmayan bu durumun açık bir manası var: Türkiye kendi hakkında “yerinden ve kendinden” konuşmayı hâlâ tam öğrenememiş, öğrenme ve konuşma kapasitesine kavuşamamış, bunun için önemseyerek ciddi gayret gösterememiş.[1]

Osmanlı hilafetinin son dönemleri ve ilgası bahsinde dışarda(n) yazılan ve konuşulan çok şey var. Oryantalistlerin kaleminden çıkanların bir kısmı kıymetli de. Ama bu yazarlar, anlaşılabilecek tarzda kendi millî-dinî problemlerini ve ideolojik yahut siyasî arayışlarını merkeze ve öne aldıkları için yazdıkları otomatik olarak bizim için de kıymetli ve doğru hale gelmiyor, gelemez. Onların kıymetli veya problemli taraflarını keşfetmek ve yararlanmak için de buradan bakan bir göze ve dimağa, bir süzgece ihtiyaç var. Geçirgenlik fonksiyonunu icra eden ama kevgire dönmemiş bir süzgeç…

İngiltere’nin merkezî yeri

Baş sömürgeci devlet olarak İngiltere’nin 19. yüzyılda ulaşmadığı İslâm coğrafyası yok gibi. Bir kısmını sömürge ve yarı sömürge haline getiriyor, bazılarını da şu veya bu düzeyde kontrol ediyor. Yönetebilme ve sömürme kapasitesini artırmak ve etkin kılmak için o gün bugündür hâlâ ciddi emekler vererek; akademisyenler, gazeteciler ve politik-bürokratik elemanlar başta olmak üzere her kademede profesyonel kişiler istihdam ederek; uğraştığı işlerden biri de İslâm dünyasındaki geleneksel ve modern dinî düşünceler, hareketler ve kurumlarla tarikat ve cemaat yapıları, en geniş manasıyla dinî kabuller ve Müslümanların yaşama tarzlarıdır.

Her türden kontrol mekanizmalarını güçlü bir şekilde çalıştırabilmek, aktif ve değişken müdahaleler yapabilmek için bu türden bilgilere, aracı-taşıyıcı kurum ve kişilere ihtiyacı var.

Büyük Britanya’nın ısrarla takip ettiği bu politikaların zaruretleri ve ihtiyaçları istikametinde ve ciddiyetle uğraştığı mühim meselelerden biri de Osmanlı hilafetidir. (Elbette Fransa, Almanya, Rusya, İtalya da benzer sebeplerle hilafetle ilgileniyorlar ama gerek muhteva ve araç çeşitliliği gerekse tarihî derinlik, etkinlik ve takip edilen siyaset itibariyle İngiltere ile boy ölçüşmeleri herhalde mümkün değil). Hilafet risaleleri ve yazıları üzerinden şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: 19. asrın son çeyreğinden hilafetin ilgasına kadar geçen yarım yüzyıllık sürede İngiltere bu konuya müdahil olan bütün taraflarla bir şekilde irtibat halindedir ve hatta karşıt (gibi gözüken) tarafları bile bizzat kendisi kurmakta veya içlerine girerek yönlendirmektedir. Bunun en güzel örneği herhalde ilk hilafet risalesi olan Redhouse’ın metnidir.[2] O yıllarda İstanbul’da ve Osmanlı bürokrasisinde çalışan, -resmî belgelere göre Müslüman olarak/görünerek Yusuf adını da almış- meşhur sözlükçümüz, görünüşe bakılırsa İngilizlerin Hindistan’daki kançılaryası üzerinden yürüttüğü Osmanlı hilafeti aleyhine şüpheler yayan tezlerini Osmanlılar lehine cevaplamakta, halifenin, Osmanlı hilafetinin meşruiyetini savunmaktadır. Fakat diğer taraftan bakıldığında metni İngilizcedir ve (başka bir yerde değil) Londra’da, bu politikaların merkezinde basılıp dağıtılmaktadır. Bu tesadüf yahut gözden kaçmış bir şey olabilir mi?

Hint Hilafet Hareketi’nin de iki yüzü var. Biri İngiltere’ye, biri Osmanlılara (hilafete) bakıyor. Bu hareketin temel fikri, bir dönemin İngiliz politikalarıyla da tamamen uyumlu olarak şöyle özetlenebilir: Hindistan Müslümanlarının (ve diğer Müslüman ülkelerin) siyasî menfaatleri ve kendilerini koruyabilmeleri İngiltere ile Osmanlıların ittifak veya itilafına, iyi geçinmesine bağlıdır. Bu denge ve ittifak kurulabilirse (ki zaman zaman kurulmuştur) Hintli Müslümanlar hem Osmanlı hilafetine ve İstanbul’a hem de İngiliz kralına ve Londra’ya aynı zamanda bağlı ve sadık olabilir; Hintli âlim ve aydınlar iki tarafa da çalışabilir, Londra ile İstanbul arasında hem fikren hem de fiilen gidip gelebilirler. Hindistan vatandaşı birçok Müslüman aydın ve siyasetçi bu düşünceleri paylaşmış, savunmuş ve buna göre davranmıştır. Meselâ bazı eserleri hem İngilizce hem Türkçe yayınlanan, Sultan Abdülhamid ve sonra İttihatçılar döneminde İstanbul’a ve Londra’ya gidip gelen Müşir Hüseyin Kıdvaî (1878-1937) bunlardan sadece biridir.[3]

İngiltere’nin I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne ve hilafete karşı yürüttüğü politikalar Hint Müslüman aydınlarını ihanete uğramış hissine kapılmaya sevk etti. (Mehmet Akif ’in “Çanakkale Destanı”ndaki “Kimi Hindu kimi yamyam kimi bilmem ne bela” mısraında geçen Hintliler arasında Osmanlı halifesini savunmak sözleriyle kandırılmış ve Çanakkale Harbi’nde Osmanlılara karşı İngiltere tarafından cepheye sürülmüş Müslüman Hintli askerler de vardı.) Harbin içinde İngilizlerin desteği ve planlamasıyla Şerif Hüseyin’in öncülüğünde vuku bulan Arap İsyanı ve harbin sonunda Hicaz ve Filistin bölgesinin, Mukaddes Beldelerin İngiliz tahakkümüne ve kontrolüne geçmesi bu aldatılmışlık hissini iyice kuvvetlendirdi ve yer yer hiddete dönüştürdü. Hilafetin ilgasının Hintli Müslüman aydınlar arasında tepki ve şaşkınlıkla karşılanmasının ana sebeplerinden biri de bütün bu süreçler ve bunlarla irtibatlı olarak İstanbul ve Londra’dan ümit ve beklentilerinin artık tamamen suya düşmesidir.

Hem İstanbul’un hem Londra’nın yanında olmak…

Seyyid Emir Ali’nin “İngiliz usulü” iki fotoğrafı (soldakinin altında “Hindistanlı Emir Ali Rehavî hazretleri” yazılı; Yusuf Ünal arşivi, sağdaki Azmi Özcan arşivi).

Ahmet Ağaoğlu, 1922 Kasım’ında, hilâfet saltanattan ayrıldıktan sonra yazdığı “Açık Mektup”ta bu süreci destekleyen Hint Hilâfet Hareketi mensupları ve Seyyid Emir Ali için şu medihkâr ve yakın-sıcak ifadeleri kullanacaktır:

“Hindistan’da muhterem Hilâfet Komitesi’ne, Londra’da Ağa Han, Seyyid Emir Ali ve sâir Hint Müslümanları reisleri hazretlerine:

 Muhterem Efendiler! Mütareke’den beri Hint Müslümanlarının makam-ı hilâfeti hâiz ve İslâmiyet’in yegâne canlı ve yaşayan direği olan Türkiya hakkında ibrâz ettikleri himmet ve gayret ve âsâr-ı fedakârî cümlemizin malumudur. Kalbinizin bizimle hem-âhenk olarak çarptığını, meserretlerimizle mesrûr olduğunuzu, elemlerimizle müteellim bulunduğunuzu, gece gündüz çırpındığınızı, bize yardım etmek için rahatınızı feda ettiğinizi hep biliyoruz. Biliyoruz ki Mevlâna Muhammed Ali, Mevlâna Şevket Ali gibi mümtaz reisleriniz bizim için el-yevm İngiliz zindanlarında inliyorlar. Biliyoruz ki Ağa Han, Seyyid Emir Ali Bey, muhterem diğer reisleriniz Londra’da bir dakika bile rahat etmeyerek, hep bizim için çalışıyorlar; hele Hindistan’da umum İslâm kitlesinin bizim mukadderatımızla ne kadar alakadar olduğunu her gün gazete sütunlarında okuyarak tâ a‘mâk-ı kalbimizden müteessir oluyoruz. (…) Uhuvvet-i İslâmiye’nin ulvî mübarek âsârı olan bu himem-i âliyeniz önünde bilseniz ne kadar minnettar ve müteşekkiriz! Siz orada bizim için çırpınıp dururken, bunca alaka ve himmet ibrâz ederken, biz de burada, sırf dinimiz için pûyan olduğumuz meşakkatler, azaplar, ızdıraplar ve ölümlere göğüs gerecek teselli ve kuvveti buluyoruz”. (Metnin tamamı için bk. Hilafet Risâleleri, haz. İsmail Kara, İstanbul, Klasik Yay., 2014, VI, 337-38.) Fakat işler böyle devam etmeyecek, hilâfetin ilgası gündeme geldiğinde bu insanların devam eden hassasiyetleri onları Ankara basınında ve İstiklâl Mahkemeleri’nde şaibeli kişiler haline getirecek.

Seyyid Emir Ali’nin metninin satır araları

Hilafetin ilga edildiği sene The Spirit of Islam kitabı Ömer Rıza Doğrul tarafından[4] Ruh-ı İslâm adıyla Türkçeye çevrilen Seyyid Emir Ali’nin (1849- 1928) hilafetin ilgasının ardı sıra yazdığı -aşağıda tercümesini vereceğimiz- metin bu tepkilerin ve hayal kırıklıkların boyutlarını göstermesi bakımından önemlidir. Halbuki aynı zat 1922 Kasım’ının ilk gününde Meclis tarafından alınan hilafetin saltanattan ayrılması ve saltanatın ilgası kararı üzerine, 7 Kasım tarihli Times’da yayınlanan müsbet bir mektup yazmış ve Ankara’yı desteklemişti. Şöyle diyordu yazısında:

“Herhangi bir müstakil İslâm hükümdarı kendini halife ilân edebilir. Fakat bu ilân kendisinin halife olmasına kifayet etmez. Unvanının sahih olabilmesi için bilcümle Müslüman Sünnîlerin doğrudan doğruya veya bi’l-vasıta bey‘at etmeleri lazımdır. Bey‘at olmadıkça ne mevki ne de hayatı temin olunabilir.

Hanedan-ı Âl-i Osman’ın bu unvanı Kahire’de son halife-i Abbasî’nin Sultan Selim lehine feragat etmesi ve Mekke şerifi Ebu’l-Berekât ile Türkistan hanları ve bütün Şark Sünnîlerinin bey‘atları üzerine teessüs etmiştir.

Bu suretle sülale-i Âl-i Osman’da takarrur eden hilafet ancak rûy-i zemindeki bütün Sünnîlerin müşterek hareketleriyle nez‘ olunabilir [kaldırılabilir]. Hiçbir gayrimüslim devlet [öncelikle İngiltere kastediliyor olmalı. İ.K.] bu istikamette birini terğîb ve teşvik ve milel-i İslâmiye beyninde ihtilaf ve nizâ‘ ihdas edemez. Böyle bir teşebbüs artık istirkablardan ve harplerden bîzar olan âlem-i medeniyet tarafından dûçar-ı takbîh olur.

Hükümet kuvvet ve kudreti bilâkayd u şart sultanların ellerinde olduğu zaman tasviri gayr-ı kâbil fenalıklara sebeb[iyet] verdi. Binaenaleyh aynı hukuk ve aynı vezâif esasına müsteniden hür milletler havzasına girmek emelinde bulunan yeni Türkiya’yı yalnız saray istibdadına değil mezkûr istibdadın çevresindeki bilhassa ecnebi entrikalarına da nihayet verdiğinden dolayı tahti’e etmek [hatalı bulmak] haksızlık olur. Hatta hilafeti halkın intihâbına [seçimine] bırakmak bile şeriat ve an‘anâta mugayir değildir. Bu usûl ehliyetli ve müstehak halifelerin intihâbını temin ederek hilafeti İbn-i Emeviye’ye tekaddüm eden hulefâ-yı râşidîn devrindeki vaziyete ircâ eder. Ankara Millet Meclisi daha sakin bir zamanda teşebbüsü[nü] tabiatı ile ikmal edecektir. Onun için halihazır bir endişe-i âtîdir [gelecek endişesidir]. Henüz vahim bir vaziyet muvacehesinde bulunuyorlar. Büyük bir kabiliyet-i askeriye gösterdiler, şimdi de dûr-endîşlikleriyle memleketlerinin ve milletlerinin ihtiyacâtını idrak ve ihata etmekle vatanperver oldukları kadar devlet adamı da olduklarını isbat edecekleri tabiîdir.”[5]

Hilafetin ilgasına 3 ay gibi kısa bir zaman kala Emir Ali’nin Ağa Han’la birlikte Gazi’ye ve İsmet İnönü’ye yazdıkları ve İstanbul muhalif basını tarafından neşredilen, daha sonra İstiklâl Mahkemeleri’ne intikal eden mektup sondan bir önceki metindir. Türkiye’deki araştırmalarda eksik ve mübalağalı tepkilerle tedavülde olan tek metin sanki budur. Ankara’nın mübalağalı tepkisinin sebebi satır aralarında ilgayı erkenden haber veriyor gibi bir üsluba sahip olması ve beklenebileceği üzere buna karşı çıkmasıdır. Ankara bu mektubu bir dış müdahale gibi takdim edecek ve önceki Emir Ali münasebetlerini ve medihlerini (elbette Millî Mücadele’de yoğunlaşarak artan Hindistan Müslümanlarının desteklerini) unutarak sert bir şekilde karşı çıkacaktır. Hilafetin ilgasını söylem düzeyinde kolaylaştıran teşebbüslerden biri de bu hadisedir ve muhtemelen İngiltere’nin hilafet meselesinin bütün taraflarını kontrol etmesiyle alakası vardır.[6]

Artık bütün bu süreçlere işaretler ve göndermeler taşıyan, ilk defa Ankara’ya karşı ağır ifadeler ve hatta suçlamalar ihtiva eden Seyyid Emir Ali’nin son metnine intikal edebiliriz:

Emir Ali ve Ağa Han’dan Gazi’ye ve İsmet Paşa’ya Mektup

Osmanlı Devleti ve yeni Türk devletiyle iyi münasebetleri olan Emir Ali ve Ağa Han, halifenin gittikçe kötüye giden statüsü ve belki de bir şekilde haberdar oldukları ilga kararı üzerine 24 Kasım 1923 tarihiyle İsmet İnönü’ye ve Mustafa Kemal Paşa’ya hilâfetin-halifenin İslâm dünyası için önemine işaret eden bir mektup gönderiyorlar.

Nasıl oluyorsa bu mektup muhataplarından önce (!) İstanbul’daki muhalif basının eline geçiyor ve Tanin ile İkdam’da aynı günde (5 Kanunievvel 1339/5 Aralık1923 tarihinde) ve birinci sayfalarında fakat farklı tercüme ve ayrı başlıklarla (Burada verdiğimiz Tanin’in başlığı: “Hilâfet Meselesine Dair-Ağa Han ve Emir Ali Hazretlerinden Heyet-i Vekile Reisi İsmet Paşa Hazretlerine Gönderilen İngilizce Mektubun Suret-i Mütercemesidir”; İkdam’daki başlık: “Hilâfet ve İngiltere Cemiyet-i İslâmiyesi-Gazi Reisicumhurumuza Gönderilen bir Mektup”), Tevhid-i Efkâr’da ise bir gün sonra ve ikinci sayfada (Başlığı: “Hilâfet Meselesi Hakkında Hint Müslümanlarının Fikri-Ağa Han ve Emir Ali Makam-ı Hilâfet Hakkında İsmet Paşa’ya Bir Mektup Gönderdiler”) yayınlanıyor.

“1. Cihanın hür milletleri cemiyetinin müstakil bir azası olan Türkiye’nin sadık dostları ve âmâlinin [emellerinin] hakiki taraftarları sıfatıyla biz halife-imam hazretlerinin şimdiki müphem vaziyetlerinin Ehl-i Sünnet’ten olan halk üzerine icra ettiği pek endişe-bahş tesirâta Büyük Millet Meclisi’nin, müsaade-i mahsusanızla nazar-ı dikkatini celb etmek istiyoruz.

Halifenin şeref ve kudretine, nüfuz ve tesirine târî olan zaaftan dolayı ictimaî ve mânevî büyük bir kuvvet addedilen İslâmiyetin Ehl-i Sünnet’ten olan halkın şuabât-ı vâsiası meyanında gevşemekte olduğunu kemâl-i teessüfle müşahede eyledik. Sıhhati münakaşadan münezzeh olan vekâyii esbâb-ı malumeden dolayı ayrı ayrı zikretmek istemiyoruz (…)”.

7 maddelik mektup böyle başlıyor ve “Biz, Paşa hazretleri, sizin mutî‘ [itaatkâr] bendelerinizden Emir Ali-Ağa Han” diye bitiyor.

Büyük bir infiale ve tedirginliğe sebebiyet veren bu yayın dolayısıyla gazetelerin sahipleri Hüseyin Cahit, Ahmet Cevdet ve Velid Ebüzziya Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan İstanbul İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıyor ve ancak 2 Kanunisâni 1340 (2 Ocak 1924) tarihli mahkeme kararıyla beraat ediyorlar. Karar metninde “Ecnebi bir devlet tabiiyetinde bulunan, meslek ve maksatları itibariyle bilcümle İslâmlar arasında şüpheli bir mevkide görülen Ağa Han ve refiki Emir Ali” ifadesi de var. (Kararın orijinalinin tıpkıbasımı ve çeviriyazısı için bk. İstanbul İstiklal Mahkemesi 2, Ankara, TBMM Yay., 2015, s. 18-25.)

Emir Ali / Hilafetin sözde ilgası hakkında bir not[7]

Bir Müslüman devletin İslâm’ın temel müesseselerinden herhangi birini ilga ettiğini iddia etmesi ağır bir trajedidir –son 7 asır içerisindeki en ağır olanı. Bu İslâm birliğinin parçalanması ve mânevî bir güç olan imanın dağılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda kendisini Avrupa’nın yeni cumhuriyetleriyle aynı çizgiye taşıma arzusundaki söz konusu devletin, bedel olarak Müslüman milletler arasındaki önceliğini kaybetmesi ve kendisini Balkan devletleriyle aynı seviyeye yerleştirmesi demektir.

Hilafet, herhangi bir devletin tek başına sahip olduğu ve istediği zaman “lağvedebileceği” ulusal bir müessese değildir. O Sünnî sistemin mütemmim bir cüzüdür. Her millet İslâm’ı terk etmekte özgürdür fakat hiçbir millet veya devlet onun müesseselerini dönüştürme veya lağvetme ve böylece diğer Müslüman topluluklarını etkileme gücünü kendisinde göremez. Hilafet nedir? Bu konuda bugüne kadar Batı dünyasında epey teori geliştirildi ancak bunlar İslâm’ın dinî hükümlerine yeterince aşina değiller. Otorite kabul edilen her çalışma, Müslüman dünyanın dinî liderliği hakkında bir tez içerir. Hilafet, pek çok yazar tarafından kaynağı Peygamberin geçici olarak Medine’den ayrıldığı dönemlerde yerine namazları kıldırmak –aslında insanlara imamlık yapmak- üzere bir halife (bir vekil) bıraktığı zamanlara götürülse de İslâm’ın büyük kanun koyucusunun ölümüyle birlikte ortaya çıktı. Bu Peygamber vekili (halife), makamının üstünlüğü yapıldıktan sonra seçilen imama, ister bizzat isterse vekâletle olsun, sadakat yemini [biat] edilir ve hutbe ([cuma ve bayram namazı gibi] toplu ibadetlerde cemaate hitaben yapılan konuşma) esnasında ve İslâm’ın ulu camilerinde onun için yapılan dualarda ismi anılır ve böylece unvanı tamamlanır. O müminlerin imamıdır ve kendisi dinî hükümleri ihlal etmediği müddetçe yüce mevkiinden azledilemez. Ancak o zaman [ihlal ettiğinde] düzenli olarak kurulan, Müslüman din adamları ve ulemadan oluşan bir meclis, onun vazifesinden azlini ilan edebilir.

Halife Abdülmecid, önceki Sultan Vahdeddin İstanbul’dan kaçtığında usulüne uygun olarak bu göreve seçildi. Hilafet törenine katılmak üzere Ankara’dan [İstanbul’a] gönderilen vekiller, resmî olarak ona kutsal sadakat yeminini (biat) etti, Hindistan ve diğer yerlerdeki bütün camilerde hutbe onun adına okundu. Bu yeminin nasıl inkâr edilebildiğini anlamak zor. Yine de aleyhinde herhangi bir dinî hükmü ihlal ettiği kanıtlanabilene ve Sünnî cemaatin, resmî bir mecliste toplanan din adamları tarafından dile getirilen genel bir fikir birliğiyle azledilene kadar o hâlâ meşru halifedir.

Sünnî kanuna göre eğer imam gönüllü olarak hilafet merkezini terk ederse veya güvenlik için düşman bir ülkeye giderse makamından azledilmiş sayılır. Bu daha önce de bir defa bir Abbasî halifesinin başına gelmişti ve yakın zamanda [Sultan Vahdeddin’in İstanbul’u terk etmesiyle] yeniden oldu. Ancak bu kural, alçakça şartlar altında hilafet makamından sürgüne gönderilen Halife Abdülmecid’e uygulanamaz. Bu sebeple Hicaz Kralı’nın, Halife’nin makamını ve yüce görevini üstlenmeyi kabul etmesi yönündeki sadece kendi halkından gelen daveti kabul etmesi için oldukça erken görünüyor. Hicaz ona tâbidir; Transjordania[8] oğullarından biri tarafından yönetilmektedir ve diğer oğlu Kral Faysal da Mezopotamya’ya [Irak’a] hâkimdir. Halife Abdülmecid, hilafet makamındayken, bana öyle geliyor ki bir Sünnî halife seçilemez; sadece mezkûr ülkelerdeki Arapların biatiyle, Sünnî cemaatin imamlığına dair bir hak iddiası zordur.

Halihazırda Türkiye’de iktidarda olan parti, Türkiye’nin çıkarlarını en iyi bilir; yabancıların, ülkelerinin çıkarları doğrultusunda nasıl isterlerse öyle hareket etmeleri konusunda onların otoritesini sorgulama hakkı yoktur. Okullarında dinî eğitimi ilga edebilirler;[9] tıpkı Rusya’da yapıldığı gibi veya 18. asırda Fransa’da gerçekleştirildiği gibi kendi insanlarının dinlerinin şeklini değiştirebilirler; fakat ulusal değil bir dünya dini olan İslâm’ın yapısını değiştirme veya diğer Müslüman milletleri etkileyecek benzer bir değişiklik yapabilme gücüne sahip olduklarını ileri süremezler.

Şimdiye kadar hilafet, Doğu Müslümanları arasında “İslâmbol” yani İslâm’ın şehri olarak anılan İstanbul’u merkez ittihaz ederek çeşitli Sünnî milletler arasında birlik ve dayanışmayı sürdürdü. Sadece Hint, Arap, Afgan ve Mısır gibi milletleri, Çin ve Malay Yarımadası Müslümanlarını değil Bozkır Kırgızı, Hint sınır kabileleri, Malay takımadaları Müslümanları ve hatta Kuzey Afrika Tuaregleri ve Hevsâlar İstanbul’u dinlerinin merkezi olarak gördüler. Hilafetin sözde ilgası, korkarım, ilerlememiş toplumlar arasında rahatsızlığın daha da büyümesine neden olacak ve aynı zamanda bütün Müslüman milletler arasında anlaşmazlık doğuracak ve şimdiden gözlemlendiği üzere, bugüne kadar ortak bir ideal tarafından birleştirilen manevî güç olan İslâm’ın parçalanmasına yol açacak. Kısmen medenileşmiş olanlar, en sonunda ihtilalin ve kargaşanın tuzaklarına çekilebilir. İslâm, sıkıdüzeni ve davranış kurallarıyla toplumsal düzeni ve itidali sağlar ve aile hayatı ve şahsî mülkiyeti kutsal sayar. Bu sebeple özellikle bu toplumlarda gücünü kaybetmesi, medeniyet ve terakki üzerinde feci bir etkiye sahip olacaktır.[10]

Bilinmeyen bir hilafet metni

Burada tercümesine yer verdiğimiz Emir Ali’nin hilâfetin ilgası üzerine kaleme aldığı ve evrakı arasında çıkan, 1968 gibi geç bir tarihte yayınlanan yazısının ilk sayfası. Sağda Emir Ali’nin Ömer Rıza Doğrul tarafından tercüme edilen Ruh-ı İslâm kitabının kapak sayfası (İstanbul, Âmidî Matbaası, 1341-1343, Sebilürreşad Kütüphanesi Neşriyatı). Kitabın üzerindeki tarihe bakılırsa hilâfet ilga edildikten sonra, 1925 yılında yayınlanıyor. En azından tercümesinin ilgadan önce hatta mektup hadisesinden evvel yapılmış olması gerekir.

İttihatçıların Londra ziyareti fotoğrafında Emir Ali de var…

İngiltere’yi ziyaret eden Osmanlı Heyeti’ne 22 Haziran 1909 günü hükümet adına verilen ziyafet sonrasında parlamento bahçesinde çekilen fotoğraf. Heyet başkanı Talat Paşa. Heyette Mehmet Ubeydullah Efendi (Talat Paşa’nın solunda), Babanzâde İsmail Hakkı, Filozof Rıza Tevfik, İngilizcesi çok iyi olduğu için mukabil konuşmaları ve tercümeleri yapan Beyrut mebusu Süleyman el-Bustanî, Ahmet Rıza, Ebüzziya Tevfik de var. Daha önemlisi silindir şapkalarıyla Emir Ali (ayakta soldan dördüncü) ve Ağa Han (oturanlardan sağdan ikinci) da var bu toplantıda ve fotoğrafta. Çünkü hem İngilizlerle hem de Osmanlılarla araları iyi. (Fotoğrafın keşfi için Yusuf Ünal’a müteşekkirim.) (Osmanlı Heyeti’nin İngiltere ziyareti ve görüştükleri kişiler için bk. Ömer Hakan Özalp, Ulemadan Bir Jöntürk-Mehmed Ubeydullah Efendi, İstanbul, Dergâh Yay., 2005, s. 170-82.)

İsmail Kara, Derin Tarih, Sayı: 132

DİPNOTLAR:

[1] 1877’den 1924 yılına kadar telif edilmiş 7 dilden 70 civarında kitabı, risâleyi ve makaleyi kronolojik olarak bir araya getiren ve şimdilik 6 cildi yayınlanmış Hilafet Risaleleri neşriyatının Türkiye’de kayda değer bir karşılık bulmaması da bunun bir göstergesi olmalı.

[2] A Vindication of the Ottoman Sultan’s Title of Caliph…, London, 1877, 19 s. Türkçe tercümesi ve değerlendirmesi için bk. Hilafet Risaleleri, haz. İsmail Kara, İstanbul, Klasik Yay., 2002, I, 95-110, 10-11

[3] Hindistan-Osmanlı-İngiltere münasebetlerine dair bk. Azmi Özcan, Panislâmizm-Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1924), ilaveli 2. bs., İstanbul, İSAM Yay., 1997.

[4] Ömer Rıza’nın Hintli Müslüman aydınların (Seyyid Emir Ali, Ebü’l-Kelâm Âzad, Muhammed Ali, Şibli Numani, Süleyman Nedvi vb.) eserlerinin birçoğunun Türkçeye kazandırılması konusundaki gayreti dikkat çekici bir hadisedir. Muhtemel sebepleri ve irtibat noktaları tetkike değer gözüküyor.

[5] Hilafet Risaleleri, İstanbul, Klasik Yay., 2014, VI, 349. Ahmet Ağaoğlu’nun bu beyanlar üzerine yaptığı yorumlar da devam eden irtibatları göstermesi bakımından dikkat çekicidir: “Ağa Han, otuz milyonluk bir Hind İslâm cemaatinin dinî reisidir. Seyyid Emir Ali ise, âsâr ve telifatı ile bütün âlem-i İslâm’ın hürmet ve itimadını kazanmış büyük bir İslâm mütefekkiridir. Binaenaleyh bu iki zatı bütün âlem-i İslâm’ın vicdan tercümanları gibi telakki edebiliriz. Bunlar ise müttehiden saltanat-ı şahsiyenin Türkiya için mühlik ve mevt-âver olduğunu ve binaenaleyh öyle bir makamın ilgası ile Türk milletinin kendisini kurtarmış bulunduğunu tasdik ediyorlar. Makam-ı hilâfete gelince, bunun da o mütefessih saltanat-ı şahsiyeden ayrılması ve intihâb usûlüne tâbi tutturulması, asr-ı saadet ananesine avdetten başka bir şey olmadığını ve binaenaleyh âlem-i İslâm’ın bu icraatı tasvib ve tasdikten başka bir vazifesi bulunmadığını beyan eyliyorlar!” a.g.e, VI, 332

[6] Mektubun üç buçuk sayfalık İngilizce daktilo orijinali, muhalif İstanbul basınındaki neşirleri ve İstiklâl Mahkemesi safahatı için bk. İstanbul İstiklal Mahkemesi 2, Ankara, TBMM Yay., 2015, s. 18-25 ve sonundaki ekler

[7] Tercüme: Güllü Yıldız

[8] 1921’de İngiliz mandası olarak kurulan, 1946’ya kadar varlığını sürdüren Doğu Ürdün emirliği (ç.n.).

[9] Hilâfeti ilga eden kanunla aynı gün çıkarılan ve medreselerin kapatılmasıyla neticelenen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na işaret ediyor (ç.n.).

[10] Seyyid Emir Ali’nin evrakı arasından çıkan ve muhtemelen yazıldığı dönemde yayınlanmayan, bu sebeple literatürde de pek/hiç zikredilmeyen “A Note on the So-called ‘Abolition of the Caliphate’” başlıklı bu yazı müellifin hayatı hakkındaki bir eserde çok sonraları neşrediliyor: K. K. Aziz, Ameer Ali: His Life and Work, Lahore, Publishers United, 1968, s. 446-49. Bu metinden bizi haberdar ederek PDF’ini gönderen Şükrü Hanioğlu Beyefendiye ve Türkçe tercümesini yapan talebe-meslektaşım Güllü Yıldız’a müteşekkirim.

YORUM EKLE