Çağımızda ilim geleneğimizden koptukça sekülerizmin etkisine açık hale gelen Müslüman aydınlar, ciddî bir kafa karışıklığı, zihnî bulanıklık içinde. Resmen bir sosyal bilimci olduğu halde klasik medrese tarzında dinî ilimleri tahsil eden, bir Müslüman âlim olarak düşünen âlim-mütefekkir tipinin günümüzdeki önde gelen temsilcisi sayılan Prof. Dr. Bedri Gencer, zihni berrak, dünyaya Müslümanca bakabilen ender isimlerden biri.
Chicago Üniversitesi’nde çağımızın önde gelen Müslüman düşünürlerinden Fazlur Rahman’ın yanında doktora yapan Alparslan Açıkgenç, yakınlarda İran Sosyoloji Birliği’ne verdiği bir mülakatta Gencer’i bütün dünya Müslümanlarının en önemli beş düşünüründen biri saymıştır. Gencer, İslâm’ı kavrayarak çağın diline aktarmaya kendini adamış, İslâm’da Modernleşme - 1839-1939 gibi çığır açıcı çalışmalarıyla bunu yapabileceğini göstermiş biri.
Kalem dergisi olarak, hem İslâm’ı derinden bilen, hem modern dünyayı hakkıyla okuyabilen böyle istisnaî bir isme günümüz Müslümanlarının en hayatî problemlerini sorduk. Bedri Hoca, sorulanları âciz bırakan bu “âfâkî” sorulara ezber bozan oldukça net, veciz cevaplar verdi. Örneğin Müslümanları medeniyet gibi gizli seküler paradigmalardan kurtularak en geniş anlamda hikmete (hakikat, sünnet, ihlâs) dönmeye çağırdı.
Hocam, bugün medyada boy göstererek İslâm adına konuşan ilahiyat kökenli akademisyen ve aydınların aslında “din”, “hikmet”, “şeriat”, “fıkıh”, “sünnet” gibi İslâm’ın en temel kavramlarına vâkıf olmadıklarını görüyoruz. Maalesef bu durum, bizim gibi bir hayat nizamı olarak İslâm’ı savunan farklı branşlardan kişiler için de geçerli. Bugün biz belki kendi çalıştığımız fizik, kimya, matematik gibi alanlara hâkim olsak da dinimizin kavramlarına vâkıf değiliz; bir dünya görüşü, hayat nizamı olarak İslâm’ı kavrayarak çağın diline aktaramıyoruz. Daha biz kendi dinimizi bilmezken başkalarına nasıl anlatacağız?
Biz gelenekle bağı koparılmış bir fetret nesliyiz. Gelenekle bağımızın kopmasında elbette harf inkılâbının önemli bir etkisi var. Bugün mesela İran, bizden çok daha şanslı bu konuda; gelenekle bağını bizden daha iyi koruyor. İranlı aydınlar, hem kendi Şî’î-İslâmî, hem de modern-Batılı kültürde ayağını sabitleyerek dünyaya bakabiliyor. Biz Türkiyeli Müslümanlar olarak ise maalesef ne kendi ilim geleneğimizde, ne de modern Batılı entelektüel gelenekte ayağımızı sabitleyebiliyoruz; yolunu, yönünü kaybetmiş garipler gibi sağa-sola savruluyoruz. Bu trajik savrulmanın en vahim sonuçlarından biri, Müslüman aydınların farkında olmadan modern seküler kavramlarla düşünür hale gelmesidir. Örneğin medeniyet, Arapça ama İslâmî bir kavram değil; zira bu İngilizce civilization kavramının karşılığıdır. Bugün ideoloji ve teoloji gibi kavramların seküler olduğu bilinse de “dünya görüşü”, “medeniyet”, “değer” gibi kavramlar, seküler olduğu bilinmeden kullanılıyor. Bu kavramların hepsi sekülerleşme sürecinde, kabaca 1750 yılından sonra ortaya çıkmıştır.
Bugün “İslâm medeniyetinin değerleri” diye söze başlayan bir Müslüman aydın, farkında olmadan sekülerizmin kapanından konuşuyor demektir. Zira medeniyet de, değer de doğrudan seküler kavramlardır. Değer, Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle, değişim ve fiyat kavramıyla ortaya çıkmış, geleneksel dünyada karşılığı olmayan bir kavramdır. Doğusuyla Batısıyla bir bütün olarak geleneksel dünyada, kelam kitaplarında “hüsn ü kubh” bahsinde geçen modern anlamda tek bir değer vardır: hüsn=güzellik. Onun altında toplanan adalet gibi tüm kavramlar, modern anlamda değer değil, birer edeptir. Soyut bir değer değil, “Bir dereden bile abdest alırken israf etmemek” gibi somut bir edep olarak adaletin ölçüsünü bize sünnet verir. Görünüşte İslâm’a dayanarak, ancak aslında farkında olmadan seküler kavramlarla düşünme tehlikesine daha somut bir örnek olarak İngilizce religion kavramını verebilirim. Birbirlerinin karşılığı olarak kullanılsalar da aslında Arapça din ile religion çok farklı kavramlardır. Eski Yakın Doğu dillerinde din, mutlak olarak kullanıldığında şeriat=yasa anlamına gelir. Hâlbuki religion, şeriatı olmayan bir inanç yığını anlamına gelen pagan bir kavramdır.
Hocam, sizce sekülerizmin tuzağına düşmemek için neye dikkat etmeliyiz?
Sekülerizmin tuzağına düşmemek için, geleneksel ile modern dünya görüşü arasındaki temel, yatay ayırıma dikkat etmeliyiz. “Batılı=Hıristiyan/İslâmî dünya görüşleri” gibi ayırımlar, modern seküleristik dünya görüşünün yaydığı yanıltıcı, ideolojik bir dikey ayırımdır. Geleneksel ve modern dünya görüşleri arasında yapılacak asıl yatay ayırımın belirleyicisi ise hikmettir; mesele, dünya görüşünün hikemî (hikmete dayalı) olup olmamasıdır. Şeriat, Cenab-ı Hakk’ın doğru yolu bulması için insanlara Peygamberler vasıtasıyla gönderdiği isimli, hikmet ise filozoflar vasıtasıyla gönderdiği isimsiz hakikat kaynağıdır. Fahr-ı Âlem Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Hikmet, müminin yitiğidir” sözüyle kastettiği budur. Cenab-ı Hak, Hz. İdris’ten itibaren şeriatla birlikte hikmeti, buna karşılık pagan topluluklara rehberlik için Aristo gibi filozoflara sadece hikmeti vermiştir. Böylece geleneksel dünyada ister semavî, ister pagan olsun dinler, ortak bir hikmete dayanıyor. O yüzden asıl ayırım, geleneksel-hikemî ve modern-gayr-i hikemî dünya görüşü ayırımıdır; İslâmî/Batılı değil.
Bunun içindir ki dünya Müslümanları arasında teorik ahlaka dair yazılan eserlerin neredeyse tamamı, Aristo’nun Nikomakos’a Etik adlı eserine dayanır. İslâm dünyasında Aristo’nun İbni Sînâ gibi Müslüman filozofların izlediği hikmet-i nazariye alanındaki görüşleri, deistik tazammunlarından dolayı Gazâlî gibi âlimlerimiz tarafından şiddetle eleştirilse de hikmet-i ameliye=ahlâk alanında muallim-i evvel, otorite olarak kabul edilmiştir. Bu, günümüzde Müslüman aydınlar arasında yaygın ideolojik “İslâm ahlakı” anlayışına yabancı bir durumdur.
Çağımızda İslâm ile başlayan tüm tabirler gibi “İslâm ahlakı” da partiküleristik-ideolojik bir tabirdir. Zira Arapça halk=yaratılış kelimesinden gelen huluk=huy kelimesinin çoğulu olan ahlâk, bütün dinlerde ortak evrensel özdür; bütün dinler, ahlakı gerçekleştirmek için gelmiştir. Dünyada hiçbir din, yalancılık, cimrilik ve savurganlığı caiz görmez. Dinlerde değişen, ahlakın içeriği değil, onu gerçekleştirmenin aracı, ahlakı gerçekleştirmek için gönderilen ilahî yasadır. Bu yüzden geleneksel dünyada “Yahudi, Hıristiyan, İslâm şeriatı” tabirleri görüldüğü halde “Yahudi, Hıristiyan, İslâm ahlakı” tabirleri görülmez.
Peki, hocam, mesela “İslâm bilimi, İslâm ekonomisi” gibi tabirleri kullanan, merhum İsmail R. Fârûkî gibi, bunlarla bilginin İslâmîleştirilmesini savunanlar var.
Geleneksel dünyada farklı dinler arasında hikmete dayanmada, bir üniversalizm=tümelcilik, buna karşılık inanç alanında “hak/batıl” mücadelesi olarak kendini gösteren bir partikülerizm=tikelcilik vardı. Hikmet, insan fıtratına uygunluğa delalet ettiğinden, semavî olsun olmasın, ortak bir hikmete dayanan geleneksel toplulukların bilhassa hikmet-i ameliye alanındaki dünya görüşleri, ahlak, siyaset, ekonomi, hatta hukuka bakışları arasında temel bir ortaklık vardı. Özellikle semavî-İbrahimî dinlerin mensupları arasında ise inanç alanında partiküleristik bir mücadele vardı.
Sekülerizmin egemen olduğu modern çağda ise dünya görüşü alanındaki bu kadim hikemî üniversalizm kaybolmuş, Yahudi, Hıristiyan, İslâmî gibi çoğul ve tikel dünya görüşlerine bağlı ahlak, siyaset, ekonomi, hatta hukuklar arasında kısır bir evrenselcilik mücadelesi başlamıştır. Bunun sonucunda modern çağda “modern”, gizli bir evrensel anlamı kazanmıştır. Yani modern çağda kullanılan “modern dünya görüşü, ahlak, ekonomi” vs. tabirleri, evrensel bir “dünya görüşü, ahlak, ekonomi” vs.yi çağrıştırmaktadır. Hâlbuki modern denen şey, tâ özünde dönüştürülen Hıristiyan, Katolik dünya görüşü, ahlak, ekonomi vs.nin yerini alan Protestan demektir.
Bu açıdan çağımızda “İslâm dini” başta olmak üzere İslâm ile başlayan “İslâm ahlakı, İslâm hukuku, İslâm ekonomisi” gibi tüm tabirlerde bu kısır, ideolojik, seküleristik, partiküleristik, plüralistik ton vardır. Bu kullanıma göre “İslâm dini, İslâm ahlakı, hukuku, medeniyeti, ekonomisi…”, modern dünyada yarışan din, ahlak, hukuk, medeniyet, ekonomilerden biridir. Hâlbuki geleneksel İslâmî tasavvura göre böyle bir çoğulculuk muhaldir; İslâm, son, mutlak hak dindir. Alelıtlak “din, ed-dîn” dendiğinde anlaşılan İslâm’dır. Veya daha belâğî bir ifade kullanıldığında “dîn-i mübîn-i İslâm” denir. Bu modern partiküleristik, plüralistik mantıkla “İslâm bilimi” tabirini kullandığımızda buradan “İslâm matematiği, İslâm fiziği” gibi garabet tabirlere çıkarız.
Biliyorsunuz, İslâm tarihinin kültürel açılım hamlesini başlatan Abbasî hilafeti, Bağdat’ta o kadim Yunan kültürünün tercüme edildiği akademiye “Beytü’l-Hikme” adını vermişti. Klasik İslâm literatürüne bakıldığında hikmet kavramının hiç bir şeye izafi edilmeden kullanıldığı görülür, “Yahudi hikmeti, İslâm hikmeti, Hıristiyan hikmeti” gibi tamlamalara asla rastlanmaz. “Hikmet, müminin yitiğidir” hadisinin de belirttiği gibi hikmet, anonim, evrensel bir şeydir.
Peki, hocam, hikmet kavramını açsak.
Zaten bütün mesele, hikmet kavramına nüfuzda. Geleneksel tasavvura göre bizzat din anlamına gelen hikmet, dinin hem tikel, isimli, hem tümel, isimsiz boyutlarını ifade eder. Dinin tikel boyutu şeriat, tümel boyutu hikmettir. Özellikle İbrahimî dinlerin aydınlarının ana işi, hakikatin bu isimli ve isimsiz, tikel ve tümel boyutlarının telifidir. İslâm’da İmâm Gazâlî, Râğıb Isfahânî, Kınalı-zâde Ali Çelebî’nin yapmaya çalıştığı gibi. Gene din açısından baktığımızda hikmet, dinin hem şeriat denen teorik, hem sünnet denen pratik boyutunu ifade eder. Dünya görüşü açısından baktığımızda da hikmet, hem hikmet-i nazariye=metafizik denen varlık bilgisi, hem de hikmet-i ameliye=fizik denen, o varlık bilgisinden çıkan pratik bilgi anlamına gelir.
Peki, modern çağda hikmet nereye gitti?
İnsanoğlu bir düzen olmadan yaşayamaz. Bu yüzden bir düzen düzeltilemez bir noktaya gelince yıkılarak yerine yeni bir düzenin kurulması kaçınılmaz olur. Bu açıdan modernleşme de, birincisi, sünnet/hikmetin çözülmesi, ikincisi, bunu telafi girişimi şeklinde pasif ve aktif olarak iki boyutta düşünülebilir. Descartes ile başlatabileceğimiz pasif modernleşme, kısaca hikmetin kaybı anlamına gelen özne/nesne, zihin/beden, varlık/bilgi, bilgi/eylem ayrılması gibi temel kutuplaşmalarla temayüz eder. Bu süreçte hikmetin kaybı, pasif modernleşme, kaybedilen hikmetin yerine seküler bir hikmet olarak civilization’un (medeniyet) geçirilmesi ise aktif modernleşme olarak görülebilir. Türkçede civilization karşılığında kullanılan medeniyet kavramının İngilizce tam lâfzî karşılığı civilitiy’dir; lâfzen temeddün=medenileşme anlamına gelen civilization değil. Medeniyet’in İngilizce lâfzî karşılığı civilitiy yerine civilization olarak ifade edilmesinde, teolojik bir espri, sekülerleşmenin sırrı yatar. Kabaca modern çağın başlangıcı olarak alınan 1500’den itibaren civilization, westernization, globalization (medenileşme, batılılaşma, küreselleşme) gibi temel kavramların “-laşma” gibi süreç kalıbıyla ifadesi, aslında modernleşme sürecinin ötesinde bir mistik aşma sürecini, bunun dönüşmesini, sekülerleşmesini anlatıyor.
Bu mistik-teolojik süreç, İslâm’da tasavvufta seyr u sülûk denen, eşya ve nefis kayıtlarını aşarak cennete ve Allah’a doğru bir manevî yükselme, yolculuk sürecini anlatır. “Hubbu’l-vatan mine’l-imân”, yani ”Vatan sevgisi imandandır” diye bilinen meşhur hadisin genelde siyasî anlamda bir vatan sevgisini ifade ettiği sanılır. Hâlbuki buradaki vatandan kasıt, insanın sürüldüğü cennettir. İnsanın aslî vatanı cennete göre bu dünya, gurbettir. Ve insanın fıtratında daima nefis ve eşyanın kayıtlarından kurtularak dünya gurbetinden Allah ile buluştuğu aslî vatanı cennete dönme özlemi vardır. Batılı insan, zamanla bu yolculuğun nihaî hedefi olan Allah’ı tanıma imkânını kaybettiği için, “aşkınlık” anlayışından sonu belirsiz bir “yücelik”, çoğalma anlayışına kaymış, bu yüzden kolektif hareketlerini hep süreç kalıplarıyla ifade etmiştir. Bu şekilde civilization, westernization, globalization kavramları, sonu belirsiz bir medenileşme, batılılaşma, küreselleşme sürecini anlatmaktadır.
Bu sekülerleşme sürecinin dönüm noktası nedir Batı tarihinde?
Batı tarihinde Hıristiyanlığın dönüşmesini ifade eden sekülerleşme sürecinin dönüm noktası olarak 1648 Westphalia Antlaşması alınabilir. Batı’da halen egemen olan modern ulusal devletler sisteminin temelini atan, Otuz ve Seksen Yıl Din Savaşları'ndan sonra gelen Westphalia Antlaşması’dır. 1648 Westphalia ile getirilen önemli bir ilke, “whose region, whose religion” yani “kimin (hangi prensin) bölgesi, onun dini (geçerlidir)” anlayışıdır. Bu, antik pagan sivil din anlayışına dönüşün ifadesidir. Bilindiği gibi antik Yunan’da her şehre özgü buyuran bir tanrı anlayışı vardı. Paganizme dönüşü ifade eden Westphalia’nın bu düsturu, Hıristiyanlığın Avrupa için ulusal-üstü bir kimliği temellendirecek evrensel bir din olmaktan çıktığını, bir Hıristiyan ümmeti fikrinin tarihe karıştığını gösterir. Bugün Avrupa Birliği projesi, bu Hıristiyan ümmetini yeniden tesis özleminden doğmuştur.
Westphalia, Batı’da paganizme dönüş demekti. Bu durumda Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerin getirdiği “kozmopolis=evrensel ülke” idealini sürdürmek için Batı, paganizmi aşacağı yeni bir evrenselcilik kaynağı bulmak zorundaydı. Hıristiyanlık, kozmopolitan bir kimliği temellendirecek evrensel bir din olmaktan artık çıktığı için Batı, paganistik bir kozmopolitanizme kaymak zorunda kalmış, ulusal-üstü kimliğin kaynağı olarak religion’ın yerine civilization (medeniyet) kavramı doğmuştur. Bizdeki din karşılığında kullanılan Latince religion kavramı, aslında Romalı Cicero ile doğan pagan bir kavram olduğu için Batı, ondan yeni bir pagan kavram olarak civilization’a geçmekte zorlanmamıştır.
Böylece Westphalia’nın getirdiği paganizm denen “her şehre has bir din” anlayışı, civilization ile aşılmış, ulusal-üstü, evrensel bir kimliğin kaynağı olarak “Hıristiyan dini”nin yerini zamanla “Avrupa medeniyeti” denecek “Hıristiyan medeniyeti” almıştır. Burada civilization, Max Weber’in tabiriyle aklîleşme anlamına gelen rationalization’un özel adıdır. Legitimation=meşrulaştırmanın zıddı olarak rationalization, beşerî pratiğin, insanın yapıp ettiklerinin bizzat norm haline gelmesi, kendi özgü bir normativite üretmesi, kısaca legitimation’ın öngördüğü şekilde “inandığı gibi yaşamak” yerine “yaşadığı gibi inanır” hale gelmesi demektir. Beklenen, hem teori, hem pratiği ifade eden din gibi civilization’un da zamanla kendini meşrulaştıracak bir normativite üretmesiydi. Ancak civilization’un bunda aciz kaldığı görülünce onu dışarıdan meşrulaştıracak bilim yanında ayrıca ideoloji icat edilmiştir. Marksist “altyapı/üstyapı” ayırımına göre civilization’u, beşerî düzenin altyapısı, bilim ve ideolojiyi ise üstyapısı olarak görebiliriz.
Bu bakımdan medeniyetçilik, gerek Batı’da, gerekse de Doğu’da, Türkiye’yi de içeren İslâm dünyasında, ulusal-üstü birliğin kaynağı olarak bir “ulus-devleti ideolojisi” olmuştur. Somut olarak 1800’den itibaren Batı’da 200 yıllık bir geçmişi var medeniyet kavramının. Batı’da ulusal-üstü birliğin kaynağı olarak medeniyetçilik, bir ulus-devleti ideolojisi olmuş; “Hıristiyan ümmeti” idealinin yerini “Hıristiyan, Avrupa, dünya medeniyeti” ideali almıştır. Aynı şekilde İslâm dünyasında da hilafetin ilgasından, somut olarak Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914’ten sonra ortaya çıkan medeniyet kavramının 100 yıllık bir geçmişi var. Aynen Batı’da olduğu gibi İslâm dünyasında da medeniyetçilik, ulusal-üstü birliğin kaynağı olarak bir ulus-devleti ideolojisi olmuştur. “İslâm hilafeti” fikrinin tarihe karışmasından sonra onun yerine İslâm dünyasını birleştirebilecek bir ulusal-üstü kimlik kaynağı olarak aslında XIX. asır oryantalizminin icat ettiği “İslâm medeniyeti” kavramına bir can simidi gibi sarılmıştır Müslüman aydınlar. Özellikle XIX. asırda eşzamanlı olarak bir taraftan İngiliz oryantalizminin “İslâm hilafeti” fikrini çürütürken, diğer taraftan Fransız oryantalizminin “İslâm medeniyeti” kavramını icat ettiğini, İslâm’da Modernleşme, 1839-1939 (Ankara: Lotus, 2008) başlıklı çalışmamda gösterdim.
Hocam, kitabınızda geniş yer ayırdığınız Namık Kemal bu durumu ilk fark eden oluyor.
Evet, çünkü onlar, kozmopolitan bir İslâm vizyonuna sahip, ulusal-üstü bir devletin son aydınları.
Peki, hocam, o devirde Müslüman aydınlar bu konuda ne tavır alıyorlar?
Biz, ulusal-üstüden ulusal bir kimliğe geçiş sürecindeki kırılmayı en somut Ziya Gökalp’te görüyoruz. Türk tarihinde Kemal ve Gökalp organik entelektüeller, daima kozmopolitan idealin bilincinde olmuşlardır. Ziya Gökalp’in ünlü “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan” şiiri, aslında kızıl elma denen, Türk-İslâmî kozmopolis idealinin ifadesinden başka bir şey değil. Ancak ulus-devletleri döneminde bu idealin uygulanabilirlikten uzaklığından dolayı Gökalp, zorunlu olarak hedef küçülterek Türkiye’nin bekasına vurgu yaptı. Çünkü ulusal-üstü devletlerden ulusal devletler çağına geçiş kaçınılmaz, küresel bir trend; bunu geri çevirmek kimsenin elinde değil. Bu yüzden Türkiye’de hilafet, “Meclis’in manevî şahsında mündemiç” sayılarak askıya alınıyor. Ondan sonra İslâm hilafeti yerine, Reşîd Rıza ve onun öğrencisi Hasan el-Benna ve Mevdudî’den etkilenen Seyyid Kutub aracılığıyla İslâm devleti ve İslâm medeniyeti kavramları ortaya çıkıyor.
Peki, hocam, ortaya çıkan bu “devlet ve medeniyet” kavramları, Asr-ı Saadet’te kalan medine-i münevvere’ye yeniden kavuşmaya yaramış mı?
Zaten burada anahtar kavramımız, modern dünyada anlamını kaybettiğimiz merkezî kavramlardan biri olan medine, medeniyet değil. Medine kavramı, bugün bir coğrafî birim olarak “şehir ile ülke” kavramlarına parçalanmış durumda; coğrafî birimler olarak çeşitli şehirlerden oluşan bir ülke mefhumu var bugün kafamızda. Geleneksel dünyada ise ülke dediğimiz şey, baş şehirlerle özdeştir. Mesela, Abbasî İmparatorluğu, Bağdat, Roma İmparatorluğu, adı üstünde Roma’dan ibarettir. Aynı şekilde Bizans ve Osmanlı da İstanbul demektir. Antik Yunan’da bu erdemli şehir=ülke, polis=medine, Eflatun’un dilinde “medine-i fâzıla” adını alır. Asr-ı Saadet’te de hicretten önce orijinal adı Yesrib olan şehre hicretten sonra “medine-i münevvere” deniyor, bugün kullandığımız şekilde şehrin özel ismi olarak Medine, bu tamlamadan kalıyor. Eflatun’un “medine-i fâzıla=erdemli şehir” dediğine Fahr-ı Âlem Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “medine-i münevvere=aydınlatılmış şehir” diyor. Bauda sıfat değiştiği halde mevsufun niteliği, hikmete dayalı medine vizyonu, ister pagan, ister vizyon olsun, kadim dünyada değişmiyor, aynı kalıyor.
Arapçada dikkat ederseniz “medine ve sünnet” kelimelerinin ikisi de gramatik olarak dişil, müennestir. Sünnet dinin fıtrata uygun yaşama kalıbını, medine ise bunun ortamını ifade eder. Şehrin etrafında kurulduğu külliyenin planında açıkça görüldüğü gibi, din denen, dünya ile ahireti birbirine bağlayacak bir büyük alışverişin altyapısı medine tarafından sağlanır. Günümüzde ise İslâm’ı bu anlamda yaşayabileceğimiz şehir kalmamıştır. Bugün en çarpıcı İstanbul örneğinde görüldüğü gibi şehirlerimiz, global kapitalizm tarafından talan edilen viraneler, dehşet diyarları haline gelmişlerdir maalesef. Manhattan ile Maslak’ın birleşiminden doğan “Mashattan” denecek bir acıklı noktaya geldi İstanbul.
Bugün biz, bir taraftan realitede Mashattan haline gelmiş korkunç bir şehirde, diğer taraftan İslâm medeniyeti diye Endülüs ütopyasında yaşıyoruz. Bugün genelde dünyanın, özelde dünya Müslümanlarının trajedisi, reel ile ideal arasında açının gittikçe büyümesidir. Pek kimsenin fark etmediği çocuklarımıza isim koyma tarzımızda bile bu ütopyacılığı görmek mümkündür. Mesela doğrudan Asr-ı Saadet’teki erkek veya kadın sahabîlerden alınan Mus’ab, Mu’az, Huzeyfe, Üsame, Ammar, Yâsir, Enes, Hafsa, Rumeysa, Sümeyye, hatta Bilal gibi isimlerin İslâm, Osmanlı tarihinde kullanıldığını görmüyoruz. Keza Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethettikten sonra aldığı, “fetheden” anlamında bir lakap olan “Fâtih” de Osmanlı-Türkiye’de Cumhuriyet dönemine, hatta 1960 ve 1970’lere kadar isim olarak kullanılmış değildir. Bu isimlerin son 30-40 yılda yaygınlaşmasının hikmeti nedir acaba? Acaba biz, Osmanlı’daki Müslümanlardan daha mı Müslümanız? Herhalde öyle bir şeyi kimse iddia edemez.
Şimdiye kadar hiç dikkatimizi çekmemişti bu.
Bu, 1400 yıllık tarihi atlayarak Asr-ı Saadet’e dönüş özlemini, siyasî olarak seleficilik, fundamentalizm denen ütopyacılığı ifade ediyor. Tabir caizse kapitalizmin kucağında debelendiğimiz günümüzde bu isimlere yönelişin arkasında böyle bir gerçek yatıyor. Araştırılsa bunun karşılığı aynen Batı dünyasında da bulunur. Real ile idealimizin arasının gittikçe açıldığı günümüzde özellikle iki hadisi hatırlamalıyız. Birincisi, “İslâm garip olarak gelmiştir, garip olarak gidecektir” hadisi. Garip, biliyorsunuz vatanından, ailesinden uzak düşmüş demektir. İslâm’ın garipliğinden kasıt, bir zamanlar kitlelerin dini olduktan sonra İslâm’ın davasının tekrar başta olduğu gibi az sayıda insanın himmetine kalacak olmasıdır.
Burada İslâm’ın garipliğindeki anahtar kavram, “hamiyet” kavramıdır. Hamiyet de özellikle “şe’âirullâh=Allah’ın şiarları” dediğimiz konularda belli olan bir kavramdır. Ezan, cemaat ile namaz, bu cümleden olarak Cuma ve Bayram namazları, kurban, hac, selâm, sancak, hicap, sakal, Allah’ın, İslâm’ın başlıca şiarlarından sayılabilir. İşte Allah’ın şiarlarına dokunulması, Allah’ın gayretine, Müslümanların da hamiyetine dokunur, yani dokunması gerekir. Ancak örneğin Danimarka’daki karikatür, Afganistan’da Kur’ân yakılması gibi skandallar, eski Müslümanlarınkine göre günümüz Müslümanlarının hamiyetinin hayli irtifa kaybettiğini gösteren acı örnekler olmuşlardır.
Bu hamiyet kaybı, bizzat hamiyet kavramının anlamının unutulmasından kaynaklanmaktadır. Bugün Müslümanlarca hamiyet, onlara dokunan yabancılara karşı İslâm’ın şiarlarını savunmak olarak algılanıyor. Örneğin ezan, İslâm’ın şiarlarının başında sayılabilir, zira ezana hürmet, dinimizde “hüsn-i hâtime” denen imanla ölmenin en önemli sebebi sayılmıştır. Bu öneminden dolayı ezana açık bir saygısızlığa Müslümanlar duyarsız kalamaz, ancak bugün avam ve havassıyla bizzat Müslümanlar, âdâbına uygun olarak ezana gösterilmesi gereken saygıyı göstermekten çok uzaklar. Seyyid Ali-zâde Yâkub’un Tam Şir'at'ül-İslâm Şerhi (Mefâtîhu’l-Cinân Şerhu Şir’ati'l-İslâm) (Çev. Naim Erdoğan, İstanbul: Pamuk, 1990) adlı eserinde ezanı dinlemenin on âdâbı sayılır. Günümüzde bırakın halkı, din görevlilerinin bile o âdâbın neredeyse birine bile riayet etmediklerini görürsünüz. Bununla İslâm’ın garip konumuna düştüğü günlere geldiğimizi söylemek istiyorum.
Eskiden ezan okunurken konuşan, bir işle meşgul olan, ona hürmet göstermeyenlerin şahitliği kabul edilmiyormuş hocam. Belki çok genel olacak ama buradan şu soruya geçmek istiyorum: Bugün dünya Müslümanlarının kurtuluş yolu nedir?
Doğru, bugün bu şarta göre şahitliği kabul edilecek bir kişi çıkmaz herhalde. Fıkıh kitaplarında sayılan şahitliğin kabul şartları, İslâm cemaatinin ahlakî kalitesinin hassas bir göstergesidir. Dünya Müslümanlarının kurtuluş yolu, dinin teorik ve pratik boyutları olarak hikmetin yeniden keşfi sayesinde şahitliği kabul edilecek insanların yeterince bulunduğu bir topluluğun teşkilinden geçmektedir. İmâm Şâfi’î’nin de belirttiği gibi, pratik boyutta hikmet, sünnet anlamına gelmektedir. Ahir zamanda İslâm’ı yaşama ölçütü konusunda özellikle akılda tutmamız gereken ikinci hadis de “Ümmetimin fesadı zamanında benim bir sünnetimi diriltene yüz şehit ecri vardır” hadisidir.
Bugün herkesin dilinde dolaşan “İslâm’ı yaşamak”, soyut bir tabirdir. Örneğin kimileri bununla açıkça “Kur’ân Müslümanlığı”nı kastediyor. Kur’ân Müslümanlığı ise zımnen, “Ben, Kur’ân’ı esas alıyorum, sünneti, hadisi tanımıyorum” anlamına geliyor. Sünnetsiz Kur’ân’dan, ancak Hıristiyanlıkta olduğu gibi “Ağacı sev, yeşili koru” türünden bir Müslümanlık çıkar. Kısaca “dinde tutulan yol” olarak tarif edilen sünnet, Rasûl-i Ekrem Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın gösterdiği İslâm’ın nebevî, normatif kalıbı, ideal yaşayışı demektir. Buna göre İslâm’ı yaşamak, sünnete uygun yaşamaktır. Sünnet, İslâm’ı yaşamanın kalıbıdır; nasıl bir pasta kalıbı olmadan hamurdan pasta yapılamazsa, din de doğru tedeyyüne dönüşmez.
Hocam, şu anda Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğunu söyleyenler var.
Evet, ancak bu, özde değil, sözde bir bağlılıktan ibaret. Bugün toplumda Mefâtîhu’l-Cinân gibi eserlerde sayılan âdâbına uygun bir şekilde ezan dinleyen bir kişi bulamayız. Bunlar, ancak geçmişte, Konyalı Veyis-zâde Mustafa Efendi gibi âlimlerin hayatını anlatan kitaplarda kaldı. Bugün sünnetler ne biliniyor, ne de bilinenler uygulanıyor. Örneğin bugün kaç kişi sünnete uyarak yerde yemek yiyor? Malum, modern dünyada seküler kültür kavramıyla ifade edilen sünnet, kitaplardan ziyade bizzat uygulayandan görerek öğrenilir, nesilden nesile aktarılır. Bu zincir koptuğu içindir ki bugün yerde yeme, koku sürme gibi sünnet olarak bildiğimiz şeyleri bile tam ölçüsünü bilmeden el yordamıyla uygulamaya çalışıyoruz.
Sünnete uygun yeme tarzı, yerden bir karış kadar yüksek ayaklı sinilerde değil, doğrudan yere koyulmuş sofrada yemek yemektir. İnsan üzerindeki fizyolojik ve psikolojik etkileri bakımından yerde ile masada yemek arasındaki büyük farklılık bilimsel olarak ispatlandığında sağlıklı bir hayatın modeli olarak sünnetin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Günümüzde eve ve Allah’ın evi camiye sağ ayakla girip sol ayakla çıkmak gibi unutulan, küçük görülerek ihmal edilen sayısız sünnet var. Sadece Müslüman değil, bütün dünya, fıtrata uygun yaşamanın kalıbı olarak sünneti kaybetmiş durumda. Bugün dünyada sünnete uygun yaşayan nadir topluluklar Hindistan’daki Sihler, Tibet’teki Budist rahipler, Amerika’da Amishler, Almanya’da Menonitler belki de. Sünnet, eğer fıtrata uygun yaşamanın kalıbı ise bunun dini olamaz. Örneğin ayakta su içmenin sünnete aykırı, mekruh olması, insan fıtratına aykırı olması, mideye verdiği zarardan dolayıdır. Bu illetini bilen her kültürden insan, ayakta su içmek gibi davranışları mekruh görür.
Dinin teorik boyutu olarak hikmetin yeniden keşfi nasıl olacak hocam?
Bu keşif, sadece yoğun bir entelektüel faaliyetle olacak bir şey değil. Bu, hikmetin kaybına yol açan siyasî konjonktürün değişmesine, ulusal-üstü, kozmopolitan bir siyasî şuurun doğmasına bağlı. Dikkat edilirse İslâm tarihinde Emevîler değil, ancak ulusal-üstü, kozmopolitan bir siyasetin doğduğu Abbasîler devrinde evrensel anlamda hikmetin keşfi başlamıştır. Bugün de hikmetin keşfi, ulus-devleti yerine İslâm hilafeti fikrinin gündeme gelmesiyle başlayacaktır. İslâm hilafeti, ulus-devletinin gerçek, İslâm medeniyeti ise sanal alternatifidir. Ulus-devletinin çözülmesinden sonra bütün dünyada olduğu gibi dünya Müslümanları nezdinde de İslâm hilafeti gibi ulusal-üstü yapılanmalara olan gerçek ihtiyaç ortaya çıkacaktır. Yoksa bugün Türkiye’nin sadece İslâm hilafetine değil, Ortodoks ekümenikliğe duyduğu tepki ve ürküntü de aynı şekilde bir ulus-devleti refleksinden kaynaklanıyor.
Ancak bugün Müslümanlar dâhil bütün dünyada ulus-devletleri aşılmakta olsa da onların yerine globalization denen kapitalist bir kozmopolis geçirilmeye çalışılıyor. İslâm medeniyeti fikrini içi boş bir ütopya haline getiren, ulus-devletinden ziyade ona bitişik olan kapitalizmdir. Yeryüzünde kapitalizm ve onun yeniden yapılanma süreci olan globalization var oldukça civilization da onun ürettiği bir teselli mekanizması olarak var olacaktır. Modern kapitalist Batı, hâkimiyetinin sinsi devamı için “one globalization, many civilizations” şeklinde bir “vahdet içinde kesret” formülü üretmiştir. Görünüşte birbirine zıt Huntington ile Fukuyama’nın tezlerinin birleştirilmesinden oluşturulan bu formül, Türkiye’nin üs olarak konumlandırıldığı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nde somutlaştırılmıştır. Burada farklı Doğulu ülkelerde yayılan ütopik civilization söylemi, gerçekte tek bir küresel kapitalist civilization olarak globalization lehine çalışmakta, onu ayakta tutmaya yaramaktadır. Türkiye’nin son on yıllık dış politikasına dikkatle bakarsanız bunu görürsünüz.
O halde Medeniyetler İttifakı projesini de bu büyük projenin bir uzantısı olarak görüyorsunuz.
Tabii ki, dediğim gibi bu, modern kapitalist Batı’nın hâkimiyetinin devamı için ürettiği “one globalization, many civilizations” şeklindeki bir “vahdet içinde kesret” formülünün gerektirdiği bir tadilattan başka bir şey değil. Burada Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” şeklindeki tezi bilahare “Medeniyetler İttifakı”na çevrildi. İster çatışma, ister ittifak halinde olsun, her halükarda medeniyetlerin çoğulluğu, tek bir küresel kapitalist civilization olarak globalization lehine işliyor. Medeniyetler İttifakı, bu gizli güç mücadelesinde uluslararası hukukta kullanılan bir tabirle modus vivendi, geçici antlaşma olarak görülebilir. Bu palyatif yollardan kalıcı bir barış ümidi çıkmaz. Kalıcı bir barış ümidi, çağımızda örneğin Gandhi’nin temsil ettiği hikmetin keşfinden geçer.
Dinin pratik boyutu, sünnet olarak hikmete uygun yaşamak, bir bakıma herkesin uhdesine düşen, farz-ı ayn kabilinden bir vecibedir. Bir bütün olarak dünya Müslümanlarının kurtuluş yolu ise, farz-ı kifaye kabilinden, dinin teorik boyutu olarak yitik hikmetin keşfinden geçmektedir. Biz bugün entelektüel planda Batı ile birlikte İslâm dâhil bütün dünyanın kaybettiği hikmeti keşfetmek zorundayız. Sonucu bakımından modernizm “hikmetin kaybı” olarak görüldüğünde postmodernizmin en önemli işi, hikmete dönüş yolunu açmak olacaktır. Hedef, modern Batılı bilgi gibi Yahudileştirilmeye, İslâmîleştirilmeye ihtiyacın duyulmayacağı evrensel anonim hikmetin keşfidir. Sadece İslâm değil, bütün dünya adına misyonumuz, bir ulus devleti ideolojisi olan medeniyet yerine kaybolan hikmeti keşfetmektir. Bu, elbette kolay değil, çünkü medeniyet kelimesini İngilizceye civilization olarak tek bir kelimeyle aktarabilirken hikmeti, Batı dillerine 20-30 kelimeyle ancak aktarabiliyoruz.
Bugün dünya Müslümanları arasında İran, hikmetin keşfine daha yakın. Çağımızda İslâm felsefesinin başlıca isimleri deyince ilk akla gelenler, Muhammed İkbal ve Seyyid Hüseyin Nasr. Ancak Nasr gibi İranlı filozoflarda görülen Şiîlik tarafından maskelenen köklü İran milliyetçiliği, bu hikmeti evrensel bir dile aktarmalarına imkân vermiyor kanaatimce. Hikmetin keşfi de ancak Gazâlî gibi Sünnî ulemanın uhdesine kalmaktadır.
İmam Gazâlî’nin, ilk modernleşme hareketine karşı duran müceddit olduğunu söylediniz. Şu anda benzer bir süreçten mi geçiyoruz?
Gazâlî zamanında büyük bir çözülme vardı dünya Müslümanlarında. Hatta dünya Müslümanları arasında iki büyük çözülme dalgası olarak biri Gazâlî zamanında Abbasî ve Selçuklu döneminde, bir de XIX. asırda Batı medeniyeti karşısındaki çözülme gösterilebilir. Eğer çağımızda dünya Müslümanları benzer bir çözülme sürecinden geçiyorsa buna karşı yapılacak şey de Gazâlî’nin yaptığı olacaktır. Bugün dünya Müslümanlarının şiddetle ihtiyacı olsa da, belki karamsarlık olacak ama, yeni bir Gazâlî çıkaracağına dair bir ümit işareti görünmüyor. Bugün değil yeni bir Gazâlî çıkarmak, başta Türkiye olmak üzere Müslümanlar, Osmanlı bakıyesi âlimlerden Ali Yakub Cenkçiler (1913-1988)’in “asrın Gazâlî’si” olarak tanımladığı Şeyhülislâm Mustafa Sabri (1869-1954)’nin kadrini bilebilmiş değil daha. Artık değil Gazâlî çapında, halka dinini öğretecek sağlam, ortalama bir âlim bile yetişmiyor.
Günümüzde halkın dinini öğrenmek için en çok güvenle başvurduğu bir âlim olarak Halil Günenç hoca var; o da vefat ederse insanlar Müslüman âlim diye kime başvuracak, belli değil. Batı, Paul ile birlikte önce şeriatı, sonra hikmeti kaybetti. Bizim elimizde şeriat var, ama biz hikmeti kaybettik. Bugün hikmeti kaybımıza enteresan bir örnek olarak burç konusunu verebilirim. Bazı modern Müslüman aydınlar, Gazâlî’den İbni Arabî’ye, Fahreddin Râzî’den Sadreddin Konevî ve Molla Fenarî’ye, İbrahim Hakkı’dan Said Nursî’ye, hemen hemen bütün Müslüman âlimlerin insan karakterini tanımayı sağlayan hikmetin parçası bir ilim olarak kabul ettikleri ilm-i nücûm=burçları hurafe olarak görürken, “bilim-felsefe-sanat alanındaki başarılardan” oluşan medeniyet gibi modern hurafelere hikmet diye sarılmaktadırlar! Bu çağımızda her şeyin birbirine karıştığına çarpıcı bir örnek olarak verilebilir kanaatimce.
Aristo hikmetini süzgeçten geçirmeden mi alacağız?
Hadis diyor ki: “Hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa alır.” Tabii ki Aristo’nun metafizikle ilgili görüşlerini, İbni Sînâ, Gazâlî gibi İslâm âlimleri süzgeçten geçirmiş. Aristo, bizdeki gibi bir Allah inancının olmadığı pagan bir dünyada yaşadığı için rububiyet akidesine aykırı “illet-i ûlâ” gibi kavramlar kullanıyor. Ancak o, hikmet-i ameliye=ahlâk alanında otorite olarak kabul edilmiştir Müslümanlar arasında. İbni Miskeveyh’in onun Nikomakos'a Etik adlı eserine dayanarak yazdığı Tehzîbü’l-Ahlâk adlı eseri, dünya Müslümanları arasında teorik ahlakın temelini oluşturur. Osmanlı’da da Kınalı-zâde Alî Çelebî’nin Ahlâk-ı ‘Alâî adlı eseri, İbni Miskeveyh vasıtasıyla Aristo’ya dayanıyor. İslâm dünyasında ehl-i sünnet kelamına Aristo mantığını sokan Gazâlî. Ama daha sonra taşıdığı bazı sakıncalardan dolayı Aristo mantığı da İbni Teymiye ve Süyutî gibi İslâm âlimleri tarafından şiddetle eleştirilmiş. Mantık, kapalı bir sistem gibi olduğu için o yoldan pekâlâ vahyin bazı hakikatleri inkâra gidilebilir.
Müslümanlar, nedensellik değil, üçüncü bir boyut olarak hikmetle dünyaya bakmalıdır diyebilir miyiz?
Hikmet, üçüncü değil birinci boyut. Tabii burada hikmetin de üstünde yer alan “illet” kavramından bahsedebiliriz. Usûl-i fıkıhta tartışıldığı üzere illet, bir hükmü icada, hikmet ise tercihe sebeptir. Örneğin yolculukta farz namazların kısaltılması hükmünün illeti sefer, hikmeti ise meşakkattir. Burada akıl sadece hikmete bakarak karar verince yanılacağı için Cenab-ı Hak, aklın kavrayamayacağı illete dayalı olarak hükmü va’z ediyor.
Mevcut şartlar, aldığımız eğitim muvacehesinde İslâm’ı nasıl kavrayabiliriz hocam?
Öncelikle dil konusuna değinmek istiyorum. Malum, ilmin anahtarı dildir. Ancak Türkiye’de insanlar, doğru dürüst ne ana dillerini, ne de İngilizce başta olmak üzere bir yabancı dili öğrenebiliyorlar. Ancak branşı ne olursa olsun, her halükârda hepimizin dinen ana dilimiz olan Arapça’yı öğrenmesi lazım. Malum, Rasûl-i Ekrem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın eşleri bizim annelerimiz ve onların dilleri de Arapça olduğu için Arapça bizim dinen ana dilimiz sayılır. Bir insanın ana dilini bilmemesi ise düşünülemez.
Esasa gelecek olursak, olayın aynî ve kifaî olarak iki boyutu var. Aynî planda İslâmî camianın ciddî bir kültür seferberliğine girişmesi, özellikle farkında olmadan bizi sekülerleştiren, yaşadığımız gibi inanmaya sevk eden modernleşmeye karşı cami ve tekkeler başta olmak üzere sünnete uygun yaşama yolunu öğretecek kanalları yeniden oluşturması elzemdir. Kifaî-kolektif planda da Halil Günenç gibi âlimlerin neslinin kesilmesini önleyecek, klasik tarzda sağlam eğitim verecek medreseyi yeniden kurmak zorundayız. Medresenin alternatifinin olmadığı, ilahiyat fakültelerinin kurulduğu esnada rahmetli Ali Fuat Başgil’in dediği gibi “din âliminden çok din münekkidi” yetiştirdiği malumdur.
Bugün tek bir kişinin aşabileceği bir sıkıntı değil gibi karşımızdaki. Ekip halinde çalışılması mı gerekiyor?
Bizim İslâm’da Modernleşme, 1839-1939 adlı çalışmamızda da söylediğimiz gibi, çağımızda en iyi akademik şartlarda da yetişmiş olsa, aydın, düşünür veya akademisyen, asla geleneksel icazete sahip âlimin yerini tutamaz. Biz bugün maalesef âlim ile entelektüel, düşünür veya akademisyeni ayrı, işbirliği yapabilecek kişiler olarak görüyoruz. Hâlbuki Gazâlî veya daha yakınlarda Ahmed Cevdet ve Hamdi Yazır gibi simalarda böyle bir parçalanmayı hiçe sayan küllî bir âlim portresi görüyoruz. Bunların çapında âlim yetiştirmek bugün imkânsız olsa da mesele, bunlar gibi ağaçların üstündeki ormanı görebilecek bakış açısına, vizyona sahip âlimler yetiştirebilmek.
Güneşin altında yeni bir şey yok. Bu âlimin modern Batı kültürüyle başa çıkmada hangi yolu izleyeceğinin örneğini Gazâlî vermiş. Gazâlî önce Şâfi’î mezhebinde müçtehit konumuna çıkacak kadar güçlü bir İslâm âlimi olmuş, daha sonra yaşadığı dünyanın modern kültürünü tanımlayarak eleştirisine girişmiş. O, önce Makâsıdu’l-Felâsife ile eleştireceği modern bilgiyi kavrayarak tanıttıktan sonra Tehâfütü’l-Felâsife ile onun eleştirisine geçmiş. İzlenecek yol belli ama bunun nasıl olacağı ciddî bir problem. Bugün dünya Müslümanları arasında İran düşünürlerinin öne çıkmasının sebebi, gelenekle bağlarını korumaları. Onlarda kesinti olmadığı için vizyon var; bizde kesinti olduğu için vizyon yok.
Zihinlerimiz modern eğitimle şekillendiği için bugün ‘İslâm medeniyeti’ deyimini kanıksamış, buna karşılık hikmet kavramına yabancılaşmış durumdayız. Bugün her Müslüman grup, kendi yaptığına doğru, hikmet olarak görüyor, bir orta yol bulunamıyor. Nasıl bir yol izlemek gerekiyor hocam, kaybettiğimiz hikmete yeniden kavuşmak için?
Bizi bugün İslâm'ı yaşama konusunda umutsuzluğa düşüren iki yanlış bakış açısı var. Birincisi, Batı’da olduğu gibi hikmeti kaybederek pratiği, ameli, teoriden, ilimden ayırmak. Hikmetin özü, ilimle amelin birleştirilmesi, insanın bildikleriyle amel ettiği takdirde Cenab-ı Hakk’ın fazlıyla bilmediklerini de öğrenmesidir. Bunun tersi de insanın amel etmediği takdirde Cenab-ı Hakk’ın bildiklerini de unutturmasıdır. Biz bugün, Batı’da olduğu gibi, hemen değil, gizli bir ütopyacılık ve kapitalizmle sermaye biriktirir gibi bir gün, bir yerde amel etmek üzere bilgiyi biriktirme alışkanlığına kapıldığımız için İslâm’ı öğrenmek gözümüzde büyüyor, İslâm, bir muamma haline geliyor.
Buna bağlı ikinci yanlışımız, aynîyi, mikroyu ihmal ederek kifaî, makroyu düzeltmeye çalışmak. Aynîyi, mikroyu ihmal ederek olaya tüm şehrin temizliği gibi kifaî, makro açıdan bakınca şaşkınlık ve karamsarlığa düşmek doğaldır. Elbette seçkinler, temizliğin makro, kifaî boyutunda gereken düzenlemeyi yapmak zorundadırlar. Ancak tasavvufta “Salâh olmadan ıslâh olmaz” yani, “Düzeltmeden düzeltilmez” dendiği gibi, modern tabirle sistemik reformla meşgul yöneticiler bile, aynî, mikro açıdan kendilerini düzeltmedikçe topluluğu düzeltemezler. Buna göre “Herkes kendi kapısının önünü temizlediğinde bütün şehir tertemiz olur” düsturunca üzerimize düşeni yaptığımız, mümkün olduğunca emr olunduğumuz gibi istikamet üzere yaşadığımızda tedricen taşlar yerine oturacaktır. Mikrodan makroya, salâhtan ıslâha geçişteki en temel düstur ise emr-i bi’l-maruf, nehy-i ‘ani’l münker. Malum, bir kavim, emr-i bi’l-maruf, nehy-i ‘ani’l münkeri terk ettiğinde deprem gibi umumî musibetlere müstahak hale gelir.
Özellikle eski sufî âlimler, kendilerinden tavsiye isteyen kimselere hap gibi somut reçeteler verirmiş; “önce helal lokma ye, şüpheli bir işse işini değiştirmeye bak, sonra günde şu kadar sayfa Kur’ân oku, beş vakit namazını cemaatle kıl” gibi. Bugün insanların hüsn-i hâtimesine en önemli sebep olarak gösterilen ezana hürmeti de buna özellikle ilave etmeliyiz; çünkü dediğimiz gibi Mefâtîhu’l-Cinân gibi eserlerde sayılan âdâbına uygun bir şekilde ezan dinleyen bir kişi bulamayız günümüz toplumunda.
Bazıları kişisel olarak belki beş vakit namazını kılıyor, ezan gibi sembollerimize değer veriyor ama bu şuuru sosyal alana yaymıyor; komşusunu, fakirleri gözetmiyor, haksızlığı gidermek için yeterince tavır almıyor.
Aslında bu itiraz da aldığınız modern, seküler eğitimin ürünü olan “aynî/kifaî, mikro/makro” bölünmesine dayalı bir bakış açısını yansıtıyor. Buna Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” (Ankebut/45) ayetinin mantığınca şöyle basit bir cevap verilebilir. Müslümanlar, hakkıyla cemaatle namazı kılsalar, ezanı dinleseler saydığınız olumsuzluklara düşmezlerdi. Kur’ân-ı Kerim’de “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki kıldıkları namazdan gafildirler” (Maun/4-6) ayetinde görüldüğü gibi “tasliye” kalıbıyla namaz kılma, sadece olumsuz anlamda geçer; onun dışında Kur’ân’ın tamamında “ikâmetü’s-salâh” kalıbıyla “namazı dosdoğru kılma” anlamında geçer. Demek ki önemli olan nitelik, mesele, bir şekilde namaz kılmak, ezan dinlemek değil, hakkıyla kılmak ve dinlemek.
Ferden kılınan namazın kalitesini ölçmenin zorluğu bir tarafa, bu konuda üzerimizdeki temel vecibe, namazı cemaatle kılmaktır. Cemaatle namaz, Hanbelî mezhebine göre namazın kendisi gibi farz, bizim mezhebimiz Hanefîliğe göre ise yılda iki kere kılınan bayram namazı gibi vacip kuvvetinde sünnet-i müekkededir. Cemaat ile namaz, İslâm’ın şiarlarından sayıldığı için eskiden cemaate devam etmeyenlerin şahitliği kabul edilmiyordu; Molla Fenarî’nin namazlarını cemaatle kılmadığı gerekçesiyle bir davada devrin padişahı Yıldırım Bayezid’in şahitliğini reddetmesinde en çarpıcı şekilde görüldüğü gibi. Bugün çoğumuzun beş vakit namazın tümünü camide kılması belki imkânsız, ancak bilinçli diye bilinen Müslümanlar bile artık dışarıda kılabilecekleri belli vakitleri, hadislerin özellikle tavsiye ettiği sabah ile yatsı vakitlerini de cemaatle kılmayı ihmal ediyorlar.
Toparlayacak olursak, bugün Müslümanların en hayatî işi, “kozmopolis” olarak da alınabilecek medine-i münevvere ile bizi hikmete (sünnet) yeniden kavuşturacak kurumları inşa etmektir. İslâm geleneğinde medrese ve tekkeler gibi kurumların hepsi camiden çıkmıştır. Mescid-i Nebevî’de zikir, ders ve sohbet halkası başlamış, daha sonra camilerde zikir halkası devam ederken ders ve sohbet halkası, medrese ve tekkelere taşınmış. Camiinin alternatifi olmadığı gibi, medrese ve tekkelerin de alternatifi olmadığından bir şekilde bu kurumları ihya etmenin yolunu bulmalıyız. İhya edilecek medreselerden yetişecek yeni ulemanın Gazâlî’nin izlediği hikmet yolunu izleyerek Müslümanların kültürel dirilişini sağlamaları, Allah’ın izniyle mümkündür. Başka türlü Mehdi’nin gelip bizi kurtarmasını bekleyemeyiz. Efendimiz ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın Ahmed b. Hanbel, el-Müsned’inde geçen “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa, kıyamet kopuncaya kadar o fidanı dikebilirse diksin” hadisi, Müslümanların taşıması gereken cihat şuurunun en çarpıcı ifadesini oluşturur. Yeryüzünde bundan daha büyük bir motivasyon, ümit kaynağı olamaz. Bu hadisi hepimiz, ev ve işyerlerimizin duvarlarına asmalıyız. Mehdi geldiği zaman herkesi sığaya çekecek “görevinizi yaptınız mı?” diye. Salâh olmadan ıslâh olmayacağını unutmayalım.
Hocam, son olarak İslâm’ı öğretecek kitaplara ilişkin tavsiyelerinizi alabilir miyiz?
Kitap tavsiye etmek kolay, mesele, bu tavsiyenin gereğini yerine getirmek, o kitapları kavrayıp hazmetmek. Özellikle Osmanlı kültürünün şaheseri sayılabilecek bazı eserler, anlayabildiğimiz takdirde geleneksel-İslâmî ile modern-Batılı bilgiyi birbirine bağlamada bize çok önemli bir perspektif verecektir. Bugün bunların çoğunun Latin harfleriyle güvenilir yayınları yapılmış durumda elhamdülillah, önemli olan onları okuyup kavrayabilmek. En başta özellikle bütün öğrencilerin, İslâm’da ilim-öğrenme âdâbını öğrenmede bir numaralı kitap sayılan Burhaneddîn Zernûcî’nin Talîmü'l-Müteallim adlı eserini hazmetmeleri gerekir. Bundan sonra sünnete uygun sağlıklı bir yaşayışın kılavuzu olarak hepimizin elkitabı olması gereken Seyyid Ali-zâde Yâkub’un Tam Şir’at'ül-İslâm Şerhi (Mefâtîhu’l-Cinân Şerhu Şir’ati'l-İslâm) (Çev. Naim Erdoğan, İstanbul: Pamuk, 1990) adlı eseridir.
Aynı konuda Seyyid Hasan Hulusi’nin Mecma’u’l-Âdab’ı da elden düşürülmeyecek çok hoş bir kitaptır. Daha sonra Kâtip Çelebî’nin Osmanlı kültürünün aynası olarak gördüğü Kınalı-zâde Alî Çelebî’nin Ahlâk-ı ‘Alâî (Mustafa Koç, (yay.). İstanbul: Klasik, 2007) adlı eseri. Bu mübarek eser, çağdaş dünyada geleneksel-İslâmî ile modern-Batılı bilgiyi bağlama yolunu bize gösteren bir kitaptır. İlmihal olarak Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfûs (Abdullah Uçman (yay.). İstanbul: İnsan. 2007) adlı eseri kesinlikle her Müslüman genç tarafından okunmalıdır. Keza İsmail Hakkı Bursevî’nin aslına uygun olarak yayınlanmış tüm Türkçe eserleri, rafine bir İslâm anlayışına ulaşmak için önemli kaynaklardır. Osmanlı’nın en mübarek âlimlerinden İsmail Ankaravî’nin Minhâcu’l-Fukarâ (Safi Arpaguş (yay.). İstanbul: Vefa, 2008) adlı eseri, bize tasavvufun kapılarını açabilecek bir eserdir. Ve elbette Erzurumlu İbrahim Hakkı’nin Marifetname’si vazgeçilmez bir klasiktir.
Allah razı olsun hocam.
Âmin, ecmain.
Melih Koşucu Kalem dergisinden alıntıladı
Bedri Bey kitaplarında ve söyleşilerinde önemli noktalara temas ediyor, üzerinde düşünülmesi lazım. Fakat Fransızlara karşı Anglosakson dünya ile Osmanlı ve İslam düşüncesi arasında kurmaya çalıştığı bağ tenkit ettiği BOP'la çok uzak değil gibi. Diğer taraftan Hasan El-Benna ve diğer Müslüman düşünürlerin içinde bulundukları devirde geliştirmeye çalıştıkları fıkhetme çabasını da tümüyle dışlamak adil değil.