31 Mart 2015 tarihinde Dünyabizim Buluşmaları'nın 6.sı kapsamında gerçekleştirilen "Hikaye'den Öykü’ye Arayışlar" başlıklı oturumda Güray Süngü'nün yaptığı konuşmanın bir bölümünü alıntılıyoruz.
***
Bir sanatçıda kendini var etmek, dünyayı inşa etmek, dünyayı değiştirmek, sanatçıdan sanatçıya değişebilir. Sanatçı ulaşmak istediği yere ulaşmak, olmak istediği kişi olmak ya da benzeri bir takım amaçlarla yola çıktığı bir yolculuk sonucunda edebiyatın herhangi bir dalında ya da sanatın herhangi bir dalında kendisini ifade edebilir. Bu noktada edebiyat açısından, roman ya da öykü açısından bir fark yok. Tabii modern dönemde bu türler karşımıza çıktığında, bu kavramların içini doldurmak için birçok şeye bakmamız gerekiyor. İş, bu kavramların içlerini doldurmak noktasına geldiğinde öykü ve roman birbirlerine benzeşirler. İkisi de modernist sanattır sonuçta ama ikisi arasında bizi harekete geçiren, ulaşmak istediğimiz yere ulaşmamızı sağlayan şeyler olmasının yanı sıra bir takım farklılıklar var.
Uzunluk-kısalık farkı
En basit farklılıklardan birisi tabi ki uzunluk-kısalık gibi gözüküyor. Roman uzun, öykü kısa metindir. Ama bu tabi ki biraz basit ve kaba bir tanımlama. Mesela 33 sayfalık bir metin uzun hikâye midir yoksa kısa roman mıdır? Uzunluk ve kısalık tek başına bu iki türü tasnif etmek için yeterli değil, başka bir takım şeyler gerekiyor. Ben de bunlardan zaman el verdiği ölçüde bahsedeyim.
İlk duygu-plan farkı
“İlk duygu-plan farkı” diye bir şeyden bahsedilir mesela. Öykü için bu ilk duygu daha çok kullanılır. Öykü ilk duyguyla yazılmaya daha müsaittir. Daha doğru ifadeyle bir anlık bir zihinsel parlamayla ya da kalbî parlamayla, hissettiğimiz bir şeyle, bir duyguyla bir öyküye başlayabiliriz ve onu ister tek oturuşta, ister farklı zamanlarda oturup yazarak tamamlarız ama aşağı yukarı başlarken hangi duyguya sahipsek öyküyü o duygu ile bitirebiliriz.
Ama roman böyle değil. Roman daha çok planlama gerektiren bir şey. Daha uzun bir süreç isteyen bir şey. Burada, daha sonra izah edeceğimiz öykü ve roman arasındaki “seçilmiş anlar farkı” da devreye giriyor. Romanda planlama yapmamız gerekecek.
Veya “konu farkı” diye bir şeyden bahsedilir. Aslında bakarsak, “öfke” bir konu ise, öfke hakkında roman da yazılabilir öykü de yazılabilir ama önemli olan bunu nasıl ele aldığımızdır. Kabaca, “bir öyküyü uzatırsak roman haline getirebiliriz ya da bir romanı kısaltarak öykü haline getirebiliriz” şeklindeki düşüncenin doğru olmadığını söylemem gerekiyor. Seçtiğimiz konu hem öyküye hem romana uygun olabilir tabi ki ama genellikle bir öykü konusu öykü konusudur, roman konusu roman konusudur. Burada tabi işin içerisine konuyu nasıl bildiğimiz giriyor ama dediğim gibi bu farklılıklar da konuyu daha derinleştirmeye sebep olan şeyler. Daha fazla detaya girmek istemiyorum; o nedenle daha yüzeysel geçiyorum. Kabaca söyleyeceğim şey: Bir tane öykü okuduk, çok beğendik, bazen bize “bu roman olabilecek bir konu” dedirtir ama bazı öyküler vardır ki öyküdür, başka hiçbir şekilde onu sunamazsınız, başka hiçbir şekilde inşa edemezsiniz.
Bazı romanlar var ki bu öyküleştirilebilirdir. Hikâye edilebilir olması değil; romanın bütün türlerinin hikâyesi vardır zaten. Romanın hikâyesi zaten vardır, özet geçmek gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Upuzun bir roman insana, aslında bu roman öykü olarak da yazılabilirmiş dedirtebilir ama birçok roman da öykü olamayacak haldedir.
Seçilmiş anlar farkı
Üçüncü farkı biraz önce bu ikinci farktan bahsederken söyledik: “Seçilmiş anlar”. Zaman aralığından bahsettiğimizden, mesela burada öykü yazdığınızı düşünelim. Benim buradan kalkıp kapıya gidişim öykü olabilir. Bu kadar alanda bir bu kadarlık olay zamanını hikayeleştirdiğimi düşünürsek bu bir öykü olabilir. Bunu romanlaştıracaksak eğer, işin içerisine birçok farklı olaylar girmesi gerekecek. Bu olaylar, anlatacağı zamanı burada bile kalsa, olay zamanını başka başka yerlere, hatıralara çekecek, zihin sıçramalarına çekecek vs vs.
Mesela 300 sayfalık bir roman tasarladığınızı düşünelim. Benin buradan kalkıp o kapıya gitmem, anlatıcı zamanı olarak bu kadar bir zamana tekabül etsin ama olay zamanı olarak benim zihnimin de geçmişe gidip benim çocukluğumdan bir takım hatıraları alıp bugünkü olayla bir paralellik de kurarak, bir kurgusal bütünlük sağlayarak romanın finaline ulaşacağımı varsayarsak bazı seçilmiş anlara ihtiyacım vardır. Bu seçilmiş anlar aslında romanı parça parça inşa ediyor.
Öyküde ise bu nevi seçilmiş anlar olmaz ve bir tek an, bir tek yara, öyküyü kurar. Öyküde seçilmiş anların kısıtlanması, minimuma indirilmesi durumu vardır. Bazı öykücüler bunu aşar ama ortalama bir şey olarak bu kısıtlanmadan bahsedebiliriz.
Dil farkı
Dördüncü fark “dil farkı”. Roman dili ve öykü dili farklıdır diyebiliriz, zaman zaman. Ben bu dil meselesinde hâlâ %100 emin hissetmiyorum kendimi, bazen böyle bir fark yok gibi geliyor ama kuramsal olarak böyle bir fark mevcut. Sonuçta iki tür de bir hikayeyi anlatmak için inşa etmeye dayanıyor. Öncelikle inşa ettiğimiz şeyi eksilterek ifade etmek var ve anlar seçerek inşa etmek var. Bu iki şey tabi ki farklı; dolayısıyla bunu aktarmak da kendisine göre bir dil göstermeyi gerektirecek bir şey. Dolayısıyla ben bu farka da zaman zaman karşı çıksam da göz ardı etmememiz gerek bir şey gibi duruyor.
Romanda duyguların yansımasını daha fazla kontrol edebilmek gerekir
Buna ek olarak anlatıcı-okuyucu ilişkisi açısından bir farktan bahsedebiliriz. Anlatıcı açısından, mesela ben ilk öykü yazmaya başladığım zamanlarda tek seferde yazılabildiğini düşünürdüm. Çünkü tek seferde yazardım ve onu okuduğum zaman gözlerim dolardı, “dünyanın en iyi yazarı benim, niye kimse benim farkımda değil” diye düşünürdüm. Yaşlandıkça bunun böyle olmadığını, olamadığını fark ediyorsunuz. Anlatıcının metinle kurduğu ilişki açısından öykü ile roman çok farklı. Bu ilk duygu ve plan farkı gibi bir fark. Bir duygudan hareketle, bir etkiye dayanarak, olay zamanını çok fazla daraltmadan öyküyü kaleme alırken onunla kurduğunuz ilişki, o düzlemde bir ilişki. Öyküyü (tabi ki yazma zamanı uzayabilir öyküye göre ama) en azından birkaç haftada bitirebilirsiniz ama romanın yazımı daha uzun sürer. Bu nedenle metinle kurduğunuz ilişki de daha uzun bir ilişki olur.
Sürenin uzamasının şöyle bir etkisi var; siz de insansınız en nihayetinde ve duygularınız değişiyor, düşüncelerinizde farklılıklar oluyor fakat metni yazarken, metni inşa ederken bu duyguları öyküdeki gibi yansıtmanız mümkün olmaz, o hikâyenin kendi izleğine sadık kalmanız gerekir. Bu manada roman yazmak daha zordur. Öykü yazarken duygularınızı okurun hissetmesinde sıkıntı yoktur, fakat romanda duyguların yansımasını daha fazla kontrol edebilmek gerekir. Bunun yanında roman ve öykünün okur açısından da farklı şekillerde okunduğunu görebiliyoruz. Öyküler daha hızlıca okunurken, (istisnaları bir kenara bırakıyorum) romanlar daha uzun sürede okunur.
Karakter farkı
Diğer bir fark karakter farkıdır. Roman için herkesin bildiği gibi karakter inşa edilir, bütün ayrıntılarıyla ama öykü için zaman zaman bütün ayrıntılarıyla inşa edilse de karakterin bazı özellikleri törpülenir çünkü öykünün ulaşmak istediği bir yer vardır. O yer benim yüzümün sadece sağ tarafının görülmesini gerektiriyorsa sadece orası gözükür, sol taraf gözükmez. Bu bir yüz meselesi değil, karakter meselesi. Bu benim mutluluğum ile alakalı bir öykü ise “Güray Süngü acı çekerken kafasına odunla vururdu” cümlesine gerek yoktur. Çünkü Güray’ın acıyla olan ilişkisi o öyküde anlamsızdır, fazlalıktır. Onun için öyküde karakter bazen çok yüzeysel gibi gözükür. Tabi bu “iyi inşa edilmemiş bir karakter” demek değildir. Öykünün kusursuz olması için karakterin bazen tek bir tarafının görünmesi gerekir. Ama romanlarda genellikle karakter bütün özellikleriyle inşa edilir. Onun için gerekli alan da vardır.
Öykünün tek bir etkisinin olması gerekir
Son olarak, belki de en önemli farklardan bir tanesi; öykünün tek bir etkisinin olması gerekir. Bu konuda şöyle bir örnek kullanıyorum: Mesela sabah kalktınız, ilkokula gidiyorsunuz, yatak sıcak, dışarısı soğuk, okula gidilecek, bahane bulmanız lazım o sıcak yataktan çıkmamak için. Annenize diyorsunuz ki “anne benim bugün başım çok ağrıyor, bugün okula gitmeyeyim.” Anneniz de diyor ki “aaa ciddi misin, ne oldu canım, bakayım ateşin var mı” falan… Siz gazı alıyorsunuz ya, “hıhı evet bak var ateşim benim, dişim de çok ağrıyor.” Şimdi ikinci bir bahane girdi. Bu ikinci bahane, (burada tıbbi bir şeyden bahsetmiyorum) yalan ya da abartmadır. Yani ya dişin ağrıyordur ya da başın ağrıyordur; bu yeterlidir.
Öyküde de buradan yola çıkarsak, tek bir etkinin olması gerekir. İkincisi abartıdır. Ama romanda mesela böyle tek bir etkiden bahsetmek anlamlı olmaz. Sayfa sayısı olarak, anlatı-olay olarak çok daha farklı şeyler içerisinde barındırabildiği için tek bir söylem, tek bir merak olur demek pek mümkün değildir ama öykü için tek etki kuramından bahsedilir. Ben kabaca böyle demiş olayım.
Alıntılayan: Mehmet Erken
hocam gerçekten verdiğinz bilgiler için teşekkürler umarım sınavda işime yarar :)