Gülçin Hanım, kitabınız hayırlı olsun, okuru bol olsun. Yaklaşık yirmi yıl önce Yedi İklim Dergisi’nde benimle Kanal 7 için bir söyleşi yapmıştınız, o zamanlar sorduğunuz soruyu zor cevapladığımı hatırlıyorum. Gençlik vardı, toyluk ve acemilik tüm bunlarla ne diyeceğimi şaşırmıştım. Şimdi yıllar sonra ben size aynı soruyu soracağım efendim; “Yazının hayatınızdaki karşılığı nedir, ne için yazıyorsunuz?
Bu sorunun cevabını ben de bilmiyor ve hâlâ arıyorum. Yazmak, yedi yaşından beri uğraştığım bir meşgale. Günlükler tuttum, gökyüzü gözlemleri, planlar, mektuplar yazdım durdum hep. Boş bulduğum her yere, bir şeyler karaladım. Derslerde bile küçük hikâyeler yazdığımı hatırlıyorum. En nihayet, babamla girdiğimiz yarı şaka yarı ciddi bir iddianın ardından, ilk hikâyem DüşÇınarı Dergisi’nde yayımlandı. Ve benim de yazmak denen işle bağlantım böylece ortaya çıkmış oldu.
Siz aynı zamanda Üstadımız bu toprakların değerli bir şairi olan Nurettin Durman hocamızın da kızısınız ve kitabınız da ona ithaf edilmiş. Bir hikâye – öykü yazarı olarak, sizin dünyanızda özellikle yazın dünyanızda babanızın yeri nasıldır, kendisinden nasıl etkilendiniz ve okuma alışkanlığınıza, yazıya adım atmanıza etkileri oldu mu acaba diye sorsam bize neler söylersiniz?
Olmaz mı? Elbette oldu. Çocukluğum kitapların çok, eşyanın ise az olduğu evlerde geçti. Şiir ise ekmek, su gibi bir şeydi bizim için. Kardeşimle, en sevdiğimiz oyunlardan birisi babamın kasetlere kaydettiği şiirleri dinlemekti. Karacaoğlan’dan ‘İncecikten bir kar yağar’, Mehmet Atilla Maraş’tan ‘Aney' ile Şemsi Belli’nin ‘Anayasso’ ’şiirleri hâlâ kulağımızdadır ve o günlerin tatlı bir hatırasıdır bizim için. O zamanın imkânları içinde, çok da iyi bir kütüphanesi vardı babamın. Bu yüzden de ne ben, ne de diğer kardeşlerim, hiç bir zaman dönem ödevi yapmak için kütüphaneye gitmemişizdir mesela. Hep iyi kitaplar buldum evde. Dede Korkut’u birinci, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni ise üçüncü sınıfta okumuştum. Annenin babanın, kitapla haşır neşir olması çocuk için büyük nimet gerçekten de.
Son öykü kitabınız birçok hayat kesiti üzerinden ilerlese de çocuk bakış açısı yoğunlukta hikâyelerden oluşuyor. Çocukların dünyasından hayata bakmak aslında yazar için önemli bir imkân da oluşturuyor diye düşünüyorum. Masum, kirlenmemiş bir dünyadan hayatın akışına doğru müdahaleler yapmak ve hayatı bir nevi umursamamak gibi. Siz çocuk kitapları da yazıyorsunuz aynı zamanda. Bu masum dünyadan seslenerek ve kurguladığınız daha çok yaşanmışlıkların damarlarından süzülüp gelmiş öykü dünyanızda buruk, hüzünle ve neşeyle coşkulu ve sade bir anlatı ile ilerleyen öyküler kurgularken bile isteye bir tercih midir yaptığınız bu konuda neler söylersiniz?
İşin aslına bakarsanız, ben birkaç sene önce artık çocuk dünyasını anlatan hikâyeler yazmamaya karar vermiştim. Ancak son yıllarda, çocuklar ve gençlerle sıkca biraraya geldiğim için bu konuda bir şeyler yapmam gerektiğini gördüm ve yeniden çocukluk hikâyelerine döndüm. Hikâyelerimde kuşkusuz hayatımdan, geçmişimden, duyduklarım ve gördüklerimden izler vardır. Fakat birebir yaşanmış şeyleri anlatmadım ben. İşin içinde çocukluk olunca, ister istemez bunların yaşanmış olduğu kanısına varıyor insanlar. Eğer insan sadece yaşadığını yazsa, edebiyat olur mu bu, acaba?
"Eğer bir gün yolunuzu kaybederseniz bir çocuğun gözlerinin içine bakın; çünkü bir çocuğun bir yetişkine öğretebileceği her zaman üç şey vardır: Nedensiz yere mutlu olmak, her zaman meşgul olabilecek bir şey bulmak ve elde etmek istediği şey için var gücüyle dayatmaktır" diyor Paulo Coelho. Özellikle ilk öyküdeki baskın hasta çocuk karakteri, çocuk dünyasından, hayata, aileye, aşka dair yaşanmışlıkların tam ortasından ironi ile acının sarmalandığı bir öykü ile karşı karşıya bırakıyor okuru. Yeri geliyor dudağınıza bir tebessüm yerleşiyor, yeri geliyor yüreğinize bir hüzün çöküyor. Bir taraftan aklıma Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun kahramanı onun aşkı ve hastalığı geliyor. Sonra sizin “Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden” öykünüz. Diğer öykülerde de hastalık ve çocuk bir şekilde buluşuyor. Böyle bir konuyu seçmek bilinçli bir tercih mi ve neden diye sorsam bize neler söylersiniz?
Evet, hastalık ve hasta insanlar son yıllarda daha çok ilgimi çekiyor; hasta insanın dünyaya bakışı, gündelik hayattaki yeri gibi durumlar zihnimi çok meşgul ediyordu. Bir de genel olarak, kahramanlar hep idealize edilmiş tiplerdir ya; sağlıklı, güzel ve mutludur onlar. Çirkin ve hasta olanları hiç kimse merak etmez. Onlar nasıl yaşar? Neler hisseder? Bunları eşelemek istedim açıkcası. ‘Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden’in kahramanı, hasta üstelik de çok huysuz. Böyle geçinilmesi zor insanlar hepimizin etrafında vardır. Herkes onlardan çekinir. Yanaşmak istemez. Hastalık çok zor, hele ki uzun yıllar bir hastalıkla beraber yaşamak gerçekten de büyük bir imtihan. Günümüzde, yumuşak ve iyi huylu olmak eksiklik olarak görülüyor. Hiddetli, huysuz ve istediğini almak için her işe başvuran kişiler ise yüceltiliyor. ‘Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden’in kahramanı da geçimsiz ve sürekli hinlik planlayan ve bunları hayata geçiren bir çocuk. Amma velakin durması gereken yeri de biliyor, kendisine çizilmiş sınırı geçmiyor. Hele hele karşılıksız bir sevdanın içinde olduğunu idrak ettiğinde; kimseye zarar vermiyor, bilakis o aşka hürmet ediyor. Biraz spoiler verir gibi oldum ama! Bu fedakârlık ve geri çekilme durumunu çok önemsiyorum. Unutulmuş, eski insanlara özgü bir davranış biçimi artık bu. Biraz geride durmak gerekebiliyor hayatta.
Okurlarla karşı karşıya geldiğimizde bazen öyküdeki kahramanla aynı kişi olup olmadığım sorulur. Sizin öykülerinizi okurken, adeta biyografik hikâyeler okuyor gibi oluyoruz. Suavi Kemal Yazgıç: “Durman’ın hikâyelerinin hem belge değeri var hem de nostalji değeri. Daha da önemlisi güzel bir hikâyeyi okumanın keyfini yaşıyoruz okurken” diyor kitapla ilgili bir yazısında. Siz sanırım bunu büyük bir keyifle yazdınız ve kendinizi de sokağınızı ve mahallenizin anılarını da harmanlayarak adeta geçmişe doğru, çocukluğun masum dünyasına doğru okuru bir yolculuğa çıkardınız. Bu tabi belli riskler taşısa da kurmaca ve gerçeklikle kotarılmış metinleri yazmak cesaret istiyor. Bu cesareti sorsam size, okurun karşısına anılarınızla, metin aralarında isminizle çıkmanız nasıl bir duygudur ve nasıl tepkiler aldınız?
Dediğiniz gibi bazı hikâyeleri gerçekten de keyif, heyecan ve sevinçle yazdım. Hele içlerinde bazıları var ki mutluluktan gülümsetti günlerce beni; bitirene kadar da doğru düzgün uyutmadı hatta. İlk kitabım çıktığı zaman, değerli hikâyeci büyüğümüz Mustafa Kutlu’ya, ‘Her yazdığımı gerçek sanıyorlar’ diye yakındığımda, o da bana ‘Eğer o ne diyecek, bu ne düşünecek kısmına takılırsan, hiçbir şey yazamazsın’ demişti. Gerçektende eğer işe böyle bakarsanız, hiçbir şey yazamıyorsunuz. Hoş, ben okuyucuların biraz olsun değiştiğini de sanmıştım. Fakat hiç değişmemişler. ‘Bunlar gerçek mi?’ sorusu en sık karşılaştığım soru oluyor hep. Bu da işin cilvesi sanırım. Eğer okuyucularım, benim bu kadar renkli ve hareketli bir hayatım olduğunu sanıyorlarsa, onlara teşekkür etmekten başka ne diyebilirim ki?
Şarkılarla, yaşanmışlıklar ve imgelerle belli dönemsel unsurla bezenmiş hikâyeler bir dönem hikâyeleri aynı zamanda. Beylerbeyi, Küplüce eski İstanbul diri, akıcı, sahici ve bazen de ironi yüklü bir dille sokakları, eviçleri, mahallesi ile muhayyilemizde canlanıyor. Bu hikâyelerle gençleri geçmişin samimi ve bozulmamış anlarına taşırken hep bana sorulan soruyu size sorayım, sizce güzel günler hep geçmişte mi kalmıştır acaba. Komşuluklar, sokakta oynanan ve çocukluğu inşa eden oyunlarla coşkulu yaşamların hayatın içinden akarken acıyı ve hüznü bir bakıma kaynaştırarak insanı kemalata taşıması. Sizce bugünün, dünyasında bu anılardan ve yaşanmışlıklardan neden izler yok, bizler neyi kaybettik, hikâyeleri de merkez alarak bu konuda bize neler söylersiniz?
Geçmiş, her zaman güzeldir. Çünkü konuşurken, yeniden kurgularız onu. Bunu da bilmeden, farkında olmadan yaparız aslında. Ben de bu kitapta geçmişi yazdım. İster istemez de onu tatlandırdım. Kişisel olarak neler yaşadığıma, hissettiğime gelirsek; çocukluğumda da ilk gençlik yıllarımda da ben pek haz etmezdim mahalle hayatından, komşuluk ilişkilerinden ve daha bir sürü başka şeyden. Fakat yaşamak başka, yazmak başka. İnsan sevmediği ya da uzakta durduğu şeyleri de sağlam bir şekilde yazabilir. Ve bunun duygusunu da verebilir okuyucuya.
Günümüze gelirsek, kuşkusuz bugünün de güzellikleri vardır. Sadece fazla konuşulmuyor ve görünmüyorlar. Yazdıkların gerçek mi sorusundan sonra, en çok sorulan ikinci soru da günümüz hikâyesi meselesi oldu. Sanırım bundan da kendime bir vazife çıkartmam gerekiyor.
“Kuala Lumpur” adlı hikâyenizde doksanlı yılların radikal duruşlarına dair göndermeler bulunmakta. Tabi yanlış din algısı, yaşanmışlıklardan uzaklaşma ve gerçeğin çok ötesine düşerek tepkisel yaşamlara bir atıf olarak okuduğumu söyleyebilirim. Mezkûr hikâye ve diğer hikâyelerle aslında yaşadığımız son yirmi yılın macerasını okuyabiliyoruz. Yani siz bizim hikâyemizi, bizim mahallemizi yazıyorsunuz. Geçenlerde kitabımı okuyan bir yazar arkadaş; “Kitabınızda dini motifler bulunuyor” demişti. Bunu eleştiri anlamında söylediğini anladım ben. Siz de çekinmeden kendi mahallenizi, içinde bulunduğunuz cemiyetin yaralarını anlatma derdindesiniz diye düşündüm özellikle son öyküleri okuduğumda. Bu minval üzere şöyle sormak istiyorum, kompleksli bir edebiyat da mevcut siz değerlerimizi, bize ait olan kadim hikâyeyi ve hassasiyetlerimizi, mümin bir duyarlılıkla yazma noktasında neler düşünüyorsunuz?
Müslüman olmak bana yaşama sevinci, gücü ve neşe veriyor. Bende insanların beğendiği, sevdiği takdir ettiği her ne varsa hepsinin de Müslüman olmaklığım yüzünden gerçekleştiğini düşünüyorum. Müslüman bir kadın olmanın izzeti ve şerefi ile hayatımı sürdürüyorum. Bunu hikâyelerimde belirtmem kadar doğal bir şey de olamaz, sanırım. Televizyonun altın çağını yaşadığı bir dönemde geçti çocukluğum. Ne dizilerde ne sinemada bir tanecik olsun iyi bir Müslümanı tipi seyretmedim. Hakeza eğitim hayatım boyunca da içlerinde olduğum insanlar için de hoş şeyler duymadım. Şimdi de durum pek değişmedi aslına bakarsınız. Tuhaf kahramanlar, depresif, insanı bir yere ulaştırmayan bunalım öyküleri dönüp dolaşıyor etrafımızda. Oysa biraz hareket, neşe hepimize iyi gelir diye düşündüm ve işte bu hikâyeler çıktı ortaya.
“Gelecek vaad ediyor. Bir iki sene içinde roman yazarsa hiç şaşırmayın” diye bir cümle gözüme çarptı. Sizin de romana evrilecek akıcı, dinamik ve atmosfer oluşturma noktasında ustalığınız söz konusu acaba roman yazmayı düşünür müsünüz, ya da yazdığınız bir roman çalışmanız mevcut mudur?
Keşke yazabilsem! Roman, ayrı bir disiplin. Hem çok malumat istiyor hem de bolca zaman. Şu anda bende ikisi de yok. Fakat uzun hikâye tarzında bir metin yazmayı, çok arzu ediyorum. Hatta başladım da böyle bir metne. İnşallah bitirmek de nasip olur.
“Mutahhari’nin Kadın Meselesine Bakışını Nasıl Buluyorsunuz Ağabey” hikâyesi ironi bir dille, eleştirel bir bakış açısıyla doksanlı yıllardan bugüne değişip dönüşen Müslüman bireylerin dünyasına bir gönderme yapıyor. Sizce böyle öyküler yeterince yazıldı mı acaba? Yazılmalı mıdır, biraz kendimize dönüp bakacağımız toplumsal duyarlılığı yüksek, manevi aşınmışlıkların bireyleri nereden nereye getirdiğine dair, kaybedilenleri konu alan öyküler ne denli yazılıyor diye sorsam neler söylersiniz?
Hayır, yeterince yazılmadı. Bu tarzdaki değişim hikâyelerine çok da ihtiyacımız var bence. Cihan Aktaş’ın ‘Şirin’in Düğünü‘ romanını bu anlamda çok önemli bulurum. Dozunda bir eleştirinin, hepimize faydası olur diye düşünüyorum. Çabuk unutuyoruz olan biteni. Hikâyeler nereden geldiğimizi hatırlamamıza yardımcı olan iyi bir araç.
Söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. Son olarak çalışan bir hanımsınız, yazıya nasıl vakit ayırıyorsunuz ve yazmaya yeni başlayan gençlere neler söylemek istersiniz?
Vallahi, en muzdarip olduğum konuya temas ettiniz. Bazen bu konuya çok içleniyorum doğrusu. Hep bir boş vakit arayışım ve özlemim oluyor. O yüzden de yüksek beklenti ve umutlarımı hafta sonlarına yüklüyorum. Ve fakat bunlar gerçekleşmeyince de gerçekten üzülüyorum. Ancak son zamanlarda şunu fark ettim ki, hiç ummadığım zamanlarda mesela mutfaktayken, metrodayken, markette kuyrukta beklerken ya da fotokopi çekmeye çalışırken; hikâyede içinden çıkamadığım bir mevzu çözüme kavuşmuş oluyor. Buna da nasip deniyor galiba. O yüzden de, herkese bol ve bereketli zamanlar diliyorum.
Röportaj: Selvigül Kandoğmuş Şahin
Kaynak: Mahalle Mektebi Sayı: 49 Eylül - Ekim