Müslüman, varlık şuurunu İslâm’ı seçerek kazanmıştır. Yani “Niçin varım?”, “Nereden geliyorum?”, “Nereye gidiyorum?”, “Hayat nedir?”, “Ölüm nedir?” gibi sorulara İslâm’ı din olarak seçerek cevap vermiştir. O artık gerek kendi iç huzurunu gerekse çevresiyle uyumunu sağlayacak mutlak bir ölçü kazanmıştır.
İslâm’ın şartlarına uymak, Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmak onun için artık bir yaşam bilincidir. Müslüman, vakitleri belirlenmiş günlük, haftalık, yıllık ve ömürlük belli farz ibadetlerini bu yaşam bilincini her an diri tutmanın, bir diğer ifadeyle gaflete düşmemenin bir sigortası olduğunu bilir. İnsan İslâm’la buluştu, Müslüman oldu. Müslüman olarak kulluk görevlerini yerine getirerek kurtuluş yolunda, ebedilik yolunda istikametini tayin etti, sorumluluğu bitiyor mu?
Elbette hayır! Ebedi huzur yolunda elde ettiği bu gerçekliği, bu yaşam bilincini, bu kurtuluş ve selamet yolunu diğer insanlarla paylaşması, kendisi için istediğini diğerleri için de istemesi gerekiyor. İslâm’ı tebliğ görevi! Asla zorlamadan, insan düşüncesinin önüne engeller koymadan, fikrin, inancın serbestçe ifadesinin; insanoğlunun seçimini serbestçe yapmasının şartlarını sağlamak görevi! Eğer bu şartlar güç kullanılarak engelleniyorsa bunu defetmek görevi! Yani cihad: Emri bil maruf nehyi ani’I münker!
Cihadın İslâm düşünürlerince yapılmış pek çok tarifi var. Kanaatimce eskilerin deyişi ile ‘ağyarını mani efradını cami’ en özlü tarif “insanla İslâm arasına girmiş bütün engelleri kaldırmak”tır.
Bir an için 1400 küsur yıl öncelere dönelim; Hz. Muhammed’in (s.a.) nübüvvetini ve risaletini tebliğ emrini aldığı günlere! O ne istiyordu? En özet ifadeyle eriştiği gerçeği ve bunu açıklamak emrini ifa etmek istiyordu. Müşrikler ise bu tebliği engellemek için akla gelen her yola başvurdular: Zulüm, işkence, cinayet, boykot, yalan, rüşvet, entrika vs. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber o zaman savaşmakla emrolundu: Ta ki insanla İslâm arasına giren, bütün perdelemeler kalksın. Küfrün perdelemesi defedilsin. O asla saltanat peşinde değildi, o asla zenginlik peşinde değildi, o asla dünya nimetleri peşinde değildi. Bir tek hedefi vardı, tebliğ etmek, İslâm’la insan buluşturmak.
Sormak istediğim soru şu: O günle bugün arasında ne değişti?
Değişen ve değişmeyen şeyleri sağlıklı bir şekilde tespit edersek öyle sanıyorum ki bugün Müslümanların gerek yeryüzünde karşılaştıkları birçok sorunun çözünü daha kolay olacak, gerekse İslâm’ın insanla buluşmasını temin yolunda daha geçerli stratejiler edinilecek, daha sağlam metotlar bulunacaktır.
İlk önce mutlak olarak değişmeyeni ifade edelim: Allah’ın şeriatı değişmedi Müslümanların İslâm’ı tebliğ görevi değişmedi. İslâm’ın bütün insanlara, bütün insanlığa ulaştırılması hedefi değişmedi. Yani bir başka ifadeyle İslâm’ın herhangi bir devletin sınırlarıyla mukayyet olmadığı, herhangi bir coğrafyayla sınırlı olmadığı gerçeği değişmedi. Yani onun hedefi yeryüzündeki son insana da ulaşmaktır. Bunun yanında hidayetin ancak Allah’tan olduğu hakikat değişmedi. Müslümanın cihad çerçevesi içinde asıl davasının saltanat olmadığı, asıl davasının zenginlik, asıl davasının dünya nimetleri olmadığı gerçeği asla değişmedi. “Dinde zorlama yoktur” kuralı değişmedi. Yani bir insan İslâm seçecekse bu özgür iradesi ile olmalıdır. Allah katında makbul iman budur. Bu sıralamayı uzatmak elbette mümkün. Aslında Allah’ın koyduğu ölçülerde bir değişme olamayacağına göre herhangi bir Müslüman aydın, tebliğ ve cihad bakımından değişmeyen hususları birazcık gayretle tespit edebilir. Biz burada daha çok konu ile ilgili nirengi noktalarına dikkat çekmek istedik.
İslâm’ın hayata geçirilmesi sürecinde Asr-ı Saadetle günümüz arasında değişen keyfiyetler nelerdir?
Asıl bu yolda doğru tespitler yapabilirsek İslâm’la insanın buluşmasını engelleyen perdeleri izale edebilir, diğer bir ifadeyle cihadın yönünü tayin edebiliriz.