Orucun sıhhate hizmeti bir müteârife-i tıbbiye hükmündedir. Bu hakikati tecârib-i fenniye her gün biraz daha kuvvetle tasdik ediyor. Vâkıa açlık zayıflatır ve eski zamanlarda zayıflık bir musibet-i uzviyye gibi telâkki olunurdu. Bu telâkkiyi son senelerin tahkikat-ı tıbbiyesi tashih etti: Yağsızlık eğer bir hastalıktan mütevellid değil de savm veya perhiz gibi bir sebepten nâşi ise sıhhat için bir beşâret addolunmak lâzım gelir. Zira bugün muhakkaktır ki semizlik bedenin emrâzına karşı kuvve-i dâfiasını azaltıyor. Hattâ meselâ tifo gibi bazı hastalıklarda musâbın zayıflamamasını tabâbet-i hâzıra bir nişâne-i şeâmet telâkki eder. Demek oluyor ki din-i mübînimizin her emri gibi farîza-i savmın da bir ni'met-i semâviye olduğuna fen de bir mü'min kadar kani’dir.
O velvele de o kadar nazlı gelir ki...
Mâmâfih oruç hiç şüphe yok ki hissiyet-i asabiyeyi tahrik eder. Hâl-i sıyâmda mu’tâdımızdan ziyade sinirli ve titiz oluruz. Biraz sert kapanan pencere kanadı kafatasımızın içinde bir infilâk şiddeti alır. Bilhassa ikindiden sonra elyâf-ı a'sâba müstesna bir kabiliyet-i taharrüş gelir: İzzet-i nefs gerilir, alınganlık artar, kalenderler mutaassıb birer pir-i teşrifât kesilir, en hafif tırnak teması korkunç bir galeyân-i tehevvür getirir; sahurda mahzur görmediğimiz şakaları gurûba yakın tekrar etmeğe gelmez; gece hoş görülen muâmeleler akşam üstü tahammülsüz birer saygısızlık tesiri icrâ eder. Cümle-i asabiyenin Ramazan’da aldığı bu isti'dâd-ı hiddete “Oruç tiryakiliği” deriz.
“La havle” hikmet-i münîfesi oruç tiryakilerinin gündüz dudaklarından düşmez. Eğer vird-i zebanlarıyla kendilerini teşvik etmeseler hemen her hâdise-i hayâtiye onları günaha sokar; kanları o kadar mâil-i feverândır. Yüzleri turşudan daha ekşi hissolunur. Onları biraz karınları acıkmış çocuklara teşbih edebilirsiniz: Vızıldamak için bahâne ararlar. Sözlerinde şâyân-ı hayret bir meyl-i tahakküm vardır; kat'iyyetle tasdik Vekat-'iyyetle inkâr ederler. Hiç bir mesele için nisbiyet ve izâfiyeti kabul etmezler. Onlarla münâzara bir ihtiyatsızlıktır. Ednâ itiraz büyük bir münâzaa kapısı açabilir. Hele etraflarında gürültüye hiç dayanamazlar: Bir maşrapa yuvarlansın, yahut bir tabak kırılsın, fil-hâl dünya yıkılmış gibi köpürürler.
Yalnız bir gürültü vardır ki daire-i tahammülleri dahilindedir; onu sükût içinde beklerler ve hattâ sabırsızlıkla isterler: İftar topu!.. Bakınız, bu korkunç sadme-i sadâya karşı hiç bir oruç tiryakisinin öfkelendiğini görmedim. Fakat o velvele de o kadar nazlı gelir ki... İftar tepsisi etrafında toplandığımız dakikadan itibaren sâniyeler birer saat kadar uzar; etrafın aydınlığı yapışkan bir mahiyet alır; güneş istiskalden anlamayan bir saygısız olur, öyle sanırsınız ki kendisini gurûba davet eden ufka karşı kanlar içinde inad ediyor, yatmak istemiyor; güyâ sâimlerin: “Allahümme leke...” [Allah’ım senin için (oruç tuttum…)] zemzemeleri ona bâis-i felâh oldu. Yirmi dört saatin hiç şüphe yok en batîü'l-hareke devri bu intizâr zamanıdır.
İftarı bir “yemek” zannedenler aldanır
İtiraf etmeliyiz ki hâdisenin ehemmiyetine nisbetle şiddet-i intizârımız mübalâğalı değildir. Düşününüz ki ağzımıza hürriyet-i istihlâki o iade edecek ve bâ-husus “iftar” mezuniyetini o verecektir. İftarı bir “yemek” zannedenler aldanır. Aralarında mühim bir umum ve husus nisbeti vardır. Herkes her gün yiyebilir, fakat her gün herkes iftar edemez. İftarın hattâ velîme kuvvetinde bir lezzeti vardır; sahur bile bir diğer Ramazan mâidesi olduğu halde kıymetçe iftarın dûnunda kalır. Sahurda dil yorgundur, damak ımızganır (uyuklar), mide uyuklar ve dişler ihtiyâc-ı istirahatle göz kapakları gibi biribiri üzerine düşerek çiğner; çeşni şâyân-ı ihmal bir unsur-ı taam hükmünü alır. Bunun için sahur yemeği biraz oluruna bağlanır. Halbuki iftar hiç öyle olamaz, itinalı istihzârât ister.
Meşhur meseldir: “Ağız büdelâdır” derler. İftarda ağızın hamakat-i mu'tâdesi şüphesiz azalır, zekâ biraz zâikaya inmiş gibi olur. Dudaklara müstesna bir hissiyet-i bedîiye gelir: Dil her kap yemeğin zayıf noktasını derhal keşfeder. Burun pek hassas bir emir-i intikad kesilir: Et suyunun ıtrını çok bâriz, kebabın râyihasını gayr-ı kâfi, tavuk göğsünün tarçınını rutubetli bulur.
Oruçlular aç değil, fakat çok iştihalıdır. Açlık ile iştihayı tağlit etmemeliyiz: Biri elem verir, diğeri lezzet vaad eder. Bu vaadi zâikamızda hissederek iftar mâidesine yaklaşırız: Sofralarda şâyân-ı dikkat bir manzara-i ittihad görülür. Ramazan'da iftar kuvvetli bir âmil-i içtimâîdir. Birlikte iftar edenler arasında ihtilâf ve nifak bir hâdise-i nâdiredir. Toptan evvel hayât-ı içtimâiyenin mahzurlarından şikâyet edenler şimdi yalnız menâfiini hatırlarlar. Güyâ dudaklar müttefikan sükût içinde şıpırdar ve çatallar tabaklar üstünde beraber çıtırdar: Bu ince bir “Sûr-ı din” -“Sûr-ı dîn” [Surdin (Fr. Sourdine): Bir sazın sesini azaltmaya, sağırlaştırmaya, kısmaya yarayan tarak şeklinde küçük ahşap parça (bk. Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi, C. IIi Ankara 1990, s. 309)]: Bunu isterseniz Fransızca bir kelime gibi, isterseniz kaide-i Fârisiye üzre mec'ûl bir terkîb-i izâfî gibi okuyabilirsiniz!- Ve bu nâzenîn bir orkestradır.
Cemiyeti oruç iyileştirir
İftardan sonra, bilmem dikkat ettiniz mi, herkes az çok hoşsohbet olur. Oruç tiryakileri titizlikten artık çıkmışlardır; huylar yumuşar; iftardan evvel, kurumuş kapı rezeleri gibi, gıcırdayan dişler şimdi güyâ yağlanmıştır, sessiz işler. Yanyana çorba içenler arasında sıkı bir râbıta-i muvâneset vücuda gelir. Zarif cümleler ve hoş nükteler dudaklarda müsabaka eder. İştiha ile oturulan iftar masasından hafif bir mestî-i talâkatle kalkılır. Ve neşve-i lisânın humârı yoktur.
Mâmâfih öyle dindaşlar tanırım ki orucu iftardan çok ziyade severler. Onlar için Ramazan'ın güzel saatleri saat-i savmdır. Onlar güneşin mağribe takarrübünü mahzun bir nazarla takip ederler ve, Ramazan minarelerinden ışıldak mahyaları değil, edâ-yı salâta davet eden ezan i'tizâzını beklerler. Lezzet-i vicdaniyelerini top kandiller altında sâimen ibadette bulurlar. Ve isterler ki âlem-i hayâtın velvelesi onlara biraz oruçlarından süzülerek ve bir mescidin duvarlarıyla biraz sağırlanarak hafif bir hulâsa-i velvele gibi vâsıl olsun. Ramazan'da hayat onlara âheste ve pest söylemeli ki dinleyebilsinler. Ramazan'ın hakiki lezzetini duyan ve keyfini süren onlardır.
Ramazan şahsî titizlikler tevlîd edebildiği halde eser-i ictimâîsi daima mülâyemettir. Hükûmetlerimizin şehr-i sıyâmda ittihaz ettiği kararları tahattur ediniz: Onlarda fevkalâde bir hisse-i şefkat bulacaktır. Oruç günlerinde zimamdârân-ı umûr vergi tarh etmekten ekmek ve erzak fiyatını düşürmeğe, me'mûrîni parasız bırakmamağa sarf-ı mesâî eder. Ahlâk-ı umumiyeye bir yumuşaklık gelir, cünhalar ve cenâbetler azalır. Ve güyâ buna zımnî bir mukabele olmak üzere mahkemeler binnisbe daha mâil-i müsamaha görünür: Ramazan'da verilmiş bir idam kararı hiç hatırlamıyorum. Şehr-i Ramazan denebilir ki beyne'n-nâsda şehr-i gufrandır. Kinlerin ve ihtirasların şiddet-i mu'tâdesi kalmaz. Cemiyeti oruç iyileştirir ve sanıyorum ki ciddi bir tahkîk-i ihsâî icrâ edilse talâkın da Ramazan'da nedret kesb ettiği görülecektir. Öyle zannolunur ki cemiyet de içinden: “Mübarek günlerde şeytana uymayayım!” diyor... Oruç efrâd gibi cemiyeti de tehzîb eder; sıhhat-i cemiyete de muvâfıktır.
Cenab Şehabeddin, İstanbul'da Bir Ramazan, (haz. Abdullah uçman), Dergah Yayınları, 2012, 192-195.
M. Murtaza Özeren alıntıladı