Kovulmuşları Çağıran Bir Sığınak Kitap
Kitabın adına ve kapak resmine bakınca aklıma gotik hikayeler geldi. Biraz da korku hikâyeleriyle karşılaşacağımı zannettim. Ancak, Ali Ayçil ismi olunca, durup, aklıma gelenleri şöyle bir kenara bıraktım.
Uzun zamandır bir deneme kitabı okumamıştım. Hele ki öykü diliyle yazılmış bir deneme derseniz, hiç okumadım dersem yalan olmaz. Tanıtım ve eleştiri yazılarında kimileri öykü kimileri ise deneme diye tavsif ediyorlar Kovulmuşların Evi’ni. Ben bir “anlatı” ile karşı karşıya olduğumu otobüs firmasının yazıhanesine giren yolcuyla birlikte anladım. Tabi, anladım da başım göğe mi erdi? Aksine, utancımdan başımı önüme eğdim.
Zira, tanıdığım, abi belleyip zaman zaman sohbetlerinde hazır ve nazır bulunduğum Ali Ayçil’in kitabını basımından iki yıl sonra okumuştum! Bu kardeşlik ve okuyucu olmak namına iyi bir hal değildi.
Ali Ayçil’in kasmayan bir üslubu var. Gidip Osmanlıcadan medet uman, güncelin diliyle sadeleştirme yapacağım diye metni kuşa çeviren, kısır bir uydurukçaya prim veren, hikâye anlatayım derken didaktik bir nakarata dönen metinlerin aksine, eteğindeki taşları kimsenin kafasını kırmadan ortaya dökmüyor; seriyor yazar. O taşlar bir yol oluyor Dünya adlı Kovulmuşların Evi’ne.
Şair Nesnede Ruhu Görüyor
İsteyen, kenti anlatan metni okurken şehri yeniden kuruyor; isteyen, yağması beklenen yağmuru yazarla birlikte Üsküdar’da bir evin balkonundan birlikte bekliyor; isteyen, ficek atmaya giden kızları kasabalı bir çocuk olup gözlüyor… yani, istediğiniz şekilde okuyabileceğiniz bir kitap Kovulmuşların Evi. “Kovulmuş şeytandan Sana sığınırım” diye başlayan dualarımız besmeleye sırt verdiğinde, birden aklımıza Adem ile Havva’nın da dünyaya “düşürüldüğünü” hatırlatıyor bu kitap. Yazar bunu yapmıyor. Zira, kitaba bu adı verdikten sonra zaten “tefekkürün” kapıları açılıyor. Tefekkür dedimse “bir saatlik tefekkür şu kadar ibadete bedeldir” kavlince olan yaradılış, nübüvvet, ahiret, ölüm, kıyamet, günah, sevap..vb konularına dair tefekkür değil. Bu durumda bir vaaz kitabından, ya da Halil Cibranvari bir anlatıdan bahsediyor olurdum. Ancak demem odur ki; yaşadıklarımızdan öğrendiğimize dair tefekkür deyim, bu bahsi kapatayım.
Bazen ayrıntı olarak gördüğümüz, bazen de görmezden geldiğimiz, hayatın içindeki “pskanalitik taşlar” vardır. Kimliğimizi, tavrımızı, hayata bakışımızı, olayları yorumlama biçimimizi dahi değiştiren. İşte, Ali Ayçil bu ayrıntı ya da görmezden gelinen “kimlik köşe taşları”nı iyi tespit eden bir şair-denemeci. Şairliğini burada anmalıyım; zira şair gözü diğer sanat erbabında da, sanatla iştigal etmeyen insanlarda da pek bulunmuyor. Yağmur bizleri ıslatırken varıp bir şairle sarmaş dolaş olabiliyor. Şair’in yağmurla koyu koyuna uyuması normal iken, bizim elimizden tutup kırlara gitmesi hayra alamet değildir. Saint Exupery, katedral için “taş” yığınıdır, diyenler; katedrali katedral yapan taş değil onun ruhudur, demişti. Buradan hareketle şair bir denemecinin “nesnelere” bakışı ise Exupery’nin bakışına benziyor.
Kitaptaki Ayak İzleri
Anneler oğullarının “iyi” olmalarını isterler. Biz, bunu çok geç anlıyoruz. Büyüklerimiz ölür, fakat bir gün resimleri de ölür. Biz, hayata devam ederiz. Duvarda bir iz kalır ve biz o izi silmeye, üzerine boya atmaya çalışırız. Bu da yetmezmiş gibi ölüm gözümüze batmaz olur yaş üstene yaş aldıkça, biz büyüdükçe. Fark ettirmez kent, ölümleri. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederiz. Bir kenarda kalmış küçük bir cami vardır… İnsanın tefekküre dalabileceği, hatta yakaza halinde bir kenarcığında uyuklayacağı, büyük camilerin sahipleri gelip sizi dürtmeden bir lahza cenneti tadarsınız, biraz daha eklersiniz zamandan çalıp çocukluğunuza. Yağmuru bekleyen yazarla birlikte, tıpkı Calvino’nun Teresa hikâyesindeki adam gibi beklersiniz yağmuru. Yağmuru beklemek tıpkı Teresa’yı beklemek gibi bir iş olur. Ciddiyetle sarılırsınız “bekleme” işine. Ayna’ya baktığınızda dünya suretlerine bulaştığınızı iyice görürsünüz ve her insanın bir aynası olmalı, dersiniz. Ya da demezsiniz. Bildiğim şu ki yazar “kaybettiğimiz” kişisel tarihimizi Leyla vü Mecnun, Ahmed Horasanî anlatan bir hikâyeperdâz gibi anlatıyor.
Yolculuk Dünyaya…
Anlatı’nın bir yolculuk tasviri ile başlayıp, Dünya’ya hitap eden o enfes “cevap” ile bitmesi de manidardır. Zira, yolculuğun ilk ve zorlu durağı dünyadır. Dünya’ya seslenmek, o’na, Kovulmuşların Evi, aşka kan bulaştıran, arttıkça eksilen, ey çarkıfelek! diye seslenen yazar, dünya ile hesaplaşmaya durmuş gibidir. Oysa, yazar da biliyor ki dünya inatla dönmeye devam ediyor. Bu dönüşleri sırasında ise Kovulmuşların Evi diye bir eser çıkıyor meydana.
Bu kitapta, Şimdi Dünyanın Bir Yerinde başlıklı bir güzellik var. İnsana, dünyanın çöl olmadığını, güllük gülistanlıkta olmadığını, dünyanın güzel bir yer olduğunu hatırlatan bir metin. Bu metni kaç kere okudum bilmiyorum ama an’ın güzelliğini en rahat, en sakin, en ağdasız, en “zaman-uzam” bağlantısına takılmadan anlatan metnim oldu.
Zeki Bulduk, okudu, tefekkür etti, yazdı.