Sene 1952 yahut 1953. Dönemin Ziraat Bankası müdürü Mithat Dülger’in Kalender’deki evi o gece Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi bir dönem siyasete damgasını vurmuş seçkin bir davetli topluluğuna ev sahipliği yapmaktadır. O gece o davetin tertip edilmesi siyasi bir meselenin konuşulmasına zemin hazırlamak içindir. Elbette bu tür davetlerin vazgeçilmezi olan mûsikî icrası da vardır o gece ve solist, henüz 26-27 yaşlarında olmasına rağmen hanendeliğiyle mûsikî âleminde haklı bir şöhret edinen Alâeddin Yavaşça’dır. Sohbet biter ve Alâeddin Bey konserine başlar. Bir ara, Adnan Menderes’in ayağa kalktığını gören Yavaşça bu davranıştan incinir, içinden şunu düşünmeden edemez: “Hiç konserin yarısında kalkılır mı, sevmiyorsan mûsikî istemeseydin!” Fakat tam o sırada kulağında birinin nefesini hisseder:  “Sayın doktor, acaba repertuvarınızda ‘Bu imtidâd–ı cevre kim bahtın şitâbı var’ şarkısı var mı?” Devamında sözü Alâeddin Bey’e bırakalım:

“Dönüp baktım ki Adnan Menderes. Meğerse arkadan dolaşmış. ‘Var efendim’ dedim. ‘Lütfen okur musun, rica edeceğim.’ dedi. ‘Hay hay efendim’ dedim. Gitti, yerine oturdu ve bu sefer aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz, bir sanatkârı, istediği şarkının repertuvarında bulunmaması ihtimalini düşünerek, kalabalık önünde küçük düşürmemek için gelip önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek! Ne büyük incelik! Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım.”

"Sen heman eyle tekellüm razıyım düşname ben"

Beşir Ayvazoğlu’nun Alâeddin Yavaşça üstadımızdan naklettiği bu anekdot, şüphesiz Adnan Menderes’in nezaketi ve beyefendi kişiliğine dair önemli ipuçları vermekte. Fakat daha da önemlisi, bir sanatkârın daha gencecik yaşlarda, kabulün ve onayın pek de kolay olmadığı tahmin edilen bir camiada parmakla gösterilir olması ve üst mevkilerde bulunanlarca da takdir edilmesidir.

O günlerde marifetin iltifata mazhar olması tabiidir; daha doğrusu iltifat esirgenen, saklanan bir şey değildir. Merhum Cinuçen Tanrıkorur üstadımız da Alâeddin Bey’e iltifatını esirgemeyenler zümresindendir; ’bir benzerinin, kültür ve sanat hayatımıza yeniden ne zaman doğacağı belli olmayan sanatkâr’ olarak tarif eder Yavaşça’yı. Peki Alâeddin Yavaşça’yı bizim için özel kılan nedir? Sanat hayatını devam ettirirken aynı zamanda bir tıp doktoru olmasını da sayabiliriz; mûsikîde meşk’in önemini kavrayan, bunu her defasında tekrarlayan ve kökü Dede Efendi’ye kadar uzanan bir meşk silsilesinin son halkalarından birisi olmasını da ekleyebiliriz; ve nihayet eşi bulunmaz sesini zikredebiliriz belki, bu, onu bizim için özel kılan hususlara…

Hatta o dönemler sesiyle İstanbul ufuklarını ve radyo kanalıyla tüm memleket ufuklarını donatan Alâeddin Yavaşça’nın hanendeliği o kadar ileridir ki, kolay kolay beğenmediğini, beğenisinde ketum davrandığını okuduğumuz İbnülemin Mahmud Kemal İnal ile arasındaki şu muhavere oldukça dikkat çekicidir: Bilindiği gibi İbnülemin üstadın konağı edebiyatçıların, musikişinasların ve ilim erbabının harman olduğu bir mekânmış. Sohbetler edilir, mûsikîmizden seçkin eserler icra edilirmiş. O mekânda gözlerin aradığı simalardan birisi de Alâeddin Yavaşça olmuş zamanında. Yine böyle bir gece, İbnülemin üstadın bir sebeple Hüzzam makamından pek hazzetmemesi yüzünden, Alâeddin Yavaşça'nın üzüle sıkıla:

"Efendi Hazretleri, bu defa da müsaade ederseniz Hüzzam faslı yapalım" demesine karşılık, İbnülemin’in verdiği cevap şayan-ı dikkat: "Sen hemen eyle terennüm, razıyım Hüzzama ben." Bunu, İbnülemin’in, Arap şairlerinden birisi olduğunu öğrendiğimiz Mütenebbi’nin "Sen heman eyle tekellüm razıyım düşname ben" (Sen hemen konuşmaya başla, ben küfre  razıyım) mısraını değiştirip, o anki durumu ifade edebilmek için söylediğini öğreniyoruz kaynaklardan.

Onun şarkıları gönüllerden gönüllere bir akış

Tüm bunlara ek olarak, Alâeddin Yavaşça’yı anlatırken göz ardı etmemizin imkânsız olduğu bir hususiyet de onun bestekârlığı. O şimdiden klasikleşmiş “sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır” şarkısının bestekârıdır, “kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter”i mûsikîmize kazandırmıştır. Keza, “Boğaziçi şen gönüller yatağı”, “Başka söz söylemem aşktan yana ben”, “Geçmesin günümüz sevgilim yasla”, “Ne bildim kıymetin, ne bildin kıymetim” gibi, 600’ün üzerinde ölümsüz bestenin de sahibidir Yavaşça. Bu bestelerin büyük bir kısmı bugün müzik kanalarında, radyolarda icra edilmese de, muhakkak bir zamanların radyolu günlerinin takipçilerinde güzel hatıraları olsa gerektir tüm bu şarkıların. Hele bestelediği o şarkılardan birisi vardır ki hem hikayesinin kahramanları itibariyle hem de her dinleyişimizde bizi alıp enginlere salması bakımından şarkıyı tekrar hatırlamakta fayda var.

Hangi şarkı derin izler taşıyor?

Alâeddin Hocamız verdiği bir mülakatta kendisinde derin izler bırakan bir eseri sorulduğunda, şarkıyı söylüyor. Bahsekonu şarkının hikâyesi de şu: Büyük şairlerimizden birisi olan Faruk Nafiz Çamlıbel’le, aynı zamanda tıp doktoru olduğunu söylediğimiz Alâeddin Bey arasında “saygı dolu bir ahbaplık” vardır zamanında. Ve Faruk Nafiz’in eşi kanserdir. Tek yapılabilecek şey hanımefendiye ilaçlar vererek ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir. Henüz hanımının rahatsızlığının ne olduğunu bilmeyen Faruk Nafiz Bey’e bu teşhisi söylemek de Alâeddin Bey’e düşer. Kırılgan, duygulu yani kelimenin tam anlamıyla şair olan Faruk Nafiz’e bin dereden su getirir gibi güçlükle durumu izah eder Yavaşça. Faruk Nafiz herhangi bir tepki vermez ve ayrılırlar.

Faruk Nafiz’de esas yıkım bir süre sonra hanımefendi vefat edince baş gösterir. Haftalar sonra tekrar ahbabının yanına gelen şairin omuzları ve avurtları çökmüştür, gözleri kan çanağıdır. Cebinden bir kağıt çıkarıp Alâeddin Yavaşça’ya uzatır usulca: “Bunu yazdım, bestelersen sevinirim” der ve yine çıkar gider. Dostunun acısını ta kalbinden duyan Alâeddin Yavaşça da unutulmaz bir besteye imza atar: “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok/ Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok/ Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok/ Bir yer ki sevenler ve sevilenlerden eser yok…

Hatıralarımız nesneleri, anları, kişileri, şarkıları, mekânları değerli ve bizim için vazgeçilmez kılar. Onları gördüğümüzde, tekrar döndüğümüzde, adını duyduğumuzda, her seferinde tekrar tekrar dinlediğimizde yahut bir vesileyle yanından yöresinden içinden geçtiğimizde, bir şeyler birbiri peşisıra gelir ve bizi rahat bırakmaz. Onlarla zenginleşiriz, iyi ya da kötü olsun hatıralar, onlarla şahsiyet binamızı inşa ederiz. Yüzlerce şarkıyı duyarak, yaşayarak besteleyen Alâeddin Yavaşça da, belli ki çok zengindir. Zaten bu gönül zenginliği değil mi, bu sene 84. yaşını süren Alâeddin Yavaşça’yı klasiklerimiz arasına sokan da?

Mehmet Emre Ayhan, bahçemizin halinden baharımızı kıyasladı.